Onunla tanışıp muhabbet etme bahtiyarlığına eriştiğimde ilkokulu yeni bitirmiş bir çocuktum. O kaç yaşındaydı bilmiyorum. Tok sesinde bir huzur, soğuk yüzünde insanı etkileyen bir gizem vardı. dökseniz kalbinizdeki sırları hepsini dinleyecek kadar sabırlı, sırrınızı kimseyle paylaşmayacak kadar güven telkin eden bir duruşun sahibiydi.
Nerede açmıştı dünyaya gözlerini, nerede çıkmıştı insan içine, nerelerde dolaşarak hangi uzak iklimlerden geçerek gelmişti de karşıma yollarımız kesişmişti, meçhul. Ne bir yorgunluk ne bıkkınlık oturduğu mekanda. Haydi, der demez yola çıkmayı reddetmeyen bir arkadaş; siz yorulmadan yürümeyi bırakmayan yoldaş... Dışarıdan duyulduğunda gürültüye benzeyen sesini yakınında iken müziğe çevirebilen bir sihirbaz... Ne kadar sert davranırsanız da incinmeyen, gücenmeyen bir kemal sahibi. Kalbinizin, zihninizin resmini en hızlı çizen ressam. Ona yakın olmak başka bir âlemle temas kurmak gibiydi, başka bir boyuta geçmek gibi.
Şanslıydım emsallerime göre.
Aradan geçen onca seneye rağmen bugün dahi düşündüğümde onunla geçen vakitleri, ona olan sevgimi, hüzünle karışık bir mutluluk gelip oturuyor kalbimin orta yerine. Ellerime bakıyorum, parmaklarımın uçlarına. Gözlerimi kapatıp onun sesini hatırlamaya çalışıyorum. Uçup geliyor uzaklardan yorgun kuşlar gibi sarı teksir kağıtları masamın üzerine. Çocukluğum, ilk gençliğim el sallıyor uzaklardan. O zamanlar sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen şiirlerimi, kısacık hikayelerimi ilk görendi o. Sonraki zamanlarda hiçbir şey dolduramadı onun yerini.
Orta okul birinci sınıfta daktilografi dersinde tanıştım
daktilo ile. Sınıfı, sınıfının kokusu bile başkaydı daktilo dersinin. Sınıfın
kapısı önünde okul numaramıza göre sıraya girer, öğretmenin bizi içeriye
almasını beklerdik teneffüs bitmeden. Uzun bir sınıf, karatahta yerine duvarda
büyük bir klavye resmi, her öğrencinin önünde kalın bez bir örtünün altında
kocaman daktilolar. Öyle hemen örtüleri kaldırıp kağıdı takarak yazmaya başlamamız
istenmedi elbette. Önce daktilo örtüsünün nasıl kaldırıldığının ve
katlandığının dersini aldık, sonra daktilo karşısında nasıl oturulması
gerektiğinin. Bir karton parçasına çizdiğimiz F klavye resmi üzerinde günlerce
parmaklarımızı alıştırdık harflerin yerine.
Birinci dönem sonuna geldiğimizde kağıt takma, kağıdın
kenar boşluğunu ayarlama, satır aralığı seçme, şerit sarma derslerini geçerek nihayet
yazma aşamasına ulaştık. Yazarken tuşlara bakmak yerine duvardaki klavye
resmine bakmamız ve dik oturmamız, sol ayağımızı hafif ileride tutmamız gerekiyordu.
Satır sonuna ulaşıldığında duyulan küçük zil sesi, şaryo sesleri, tuş sesleri,
makara sesleri... Gözlerimiz karşıda, satır sonuna ulaştığımızda dahi
daktilonun yüzüne bakmadan şaryoyu başa alarak yazdık... yazdık. Aslında tüm
kağıtlara yazdığımız, harflerin yerini ezberleyebilmemiz ve parmaklarımızı
klavyeden kaldırmadan yazabilmemiz için sıralanmış anlamsız bir cümle idi: Kara
kara kartallar, karlı iyi tarla ararlar.
Mekanik tıkırtılarla doğaçlama müzik yapılan bir orkestra
gibiydi koca sınıf.
Dilekçeler, tutanaklar, iş mektupları yazdık, sol
tarafımıza konulan, dikey açılan küçük daktilografi kitabına baka baka. Bazen kısa
mesafeli bir koşuya çıkar gibi karşımızda kronometre tutularak yazdık. Son
demlerde aynı harflerden oluşan desen, çiçek çalışmaları bile yaptık.
Başkalarını bilmem fakat benim için daktilografi, en keyiflisi idi derslerin,
okul içinde başka bir dünyaya gezmeye gitmek gibiydi. Saymaya kalksam aynı
sınıfta okuduğumuz orta okul arkadaşlarımı, çoğunun adını dahi hatırlayamam ama
o okuldaki daktiloların sesleri, isimleri halen zihnimde: Robotron, Olivetti, Erika,
Olympia...
Liseye daktilografi dersinin olmadığı başka bir okulda başladım.
Çoğu zaman büroda, idareci odalarında uzaktan uzağa bir derin bir hasretle bakıştık
ama hasret gideremedik. Ta ki herkesin daktiloları terk edip akın akın
bilgisayara hücum ettiği yıllara kadar. Üniversite birinci sınıfta nihayet Olympia
marka, çanta tipi, ikinci el bir daktilo ile kesişti yollarımız. Sanıyordum ki
bir daktilom olsa sayfalar dolusu hikaye yazacağım. Sanıyordum ki bir daktilom
olsa yazdıklarıma bir düzen vereceğim. Sanıyordum ki tuşlara dokundukça
kendinden geçen bir piyanist gibi dünyanın en güzel ezgileriyle çınlatacağım
odamın her yerini. Hayallerimdeki gibi değilse de yüklendi hevesimi, kahrımı,
derdimi daktilom üç beş sene. Kanatsız kuşlar yolladım uzaklara, mektuplar
yazdım onun sayesinde. Şiirlerimi küçük bir dosya halinle onun bana verdiği
heyecanla dönüştürdüm. Öğretmenlikte lazım olur düşüncesiyle bir de şiir
seçkisi hazırladım hatta onunla. Ta ki bana bir gün kırılıncaya kadar sürdü
yoldaşlığımız, sırdaşlığımız. Ne ettim, kime gösterdimse derman bulamadım
derdine. Yıllar yılı her ev taşımamızda taşındı bizimle o da dilsiz bir aile
ferdi gibi. Bazen masamın yanında durdu, bazen kitaplarımın. Tozlandı, küstü,
sesi uzaklaştıysa da kalbimden, hasreti silinmedi. Onunla kağıda aktardığım
şiirler, yazılar kaldı kitaplar, defterler arasında ve kaldı on parmağımda
yüzük gibi yadigar F klavyenin izi.
Bana pek sert
vurmuşlar bir yerlerim ağrıyor
Ya gün boyu
bastıran bu uyku
Sevincin sesi
çıkmıyor
(Behçet Necatigil)
Ben daktiloyla öğrendim yazarken her harfin
dahi zahmet gerektirdiğini, bir yanlışı düzeltmek için verilen emeği. O öğretti
bana yazarken düşünmeyi, yazı disiplinini, yazarken hataları en aza
indirgemeyi. Onunla bildim bir mısra, bir cümle için yalnız kalbin değil
ellerin de çırpınmasının değerini. Sözün, yazının kâğıda düşmeden dünyaya
inmediğini, kalbe değmediğini.
Herkesin ihtiyacına göre yanına vardığı, biraz sesi fazla çıksa da naz etmeden her işe koşan, hayatın tam merkezinde nefes alıp veren biricik kahramandı daktilo. Kiminin ekmek kapısıydı, kiminin iş yerindeki en büyük yardımcısı, kiminin can dostu. İşi yalnızca yazıyla, kelimelerle olanların yoldaşıydı. Kaç resmi yazışma onun sırtından geçti, kaç karar onun sesiyle kağıda döküldü, kaç eserin ruhu onunla vücut bularak görünür oldu bu alemde bilinmez. O, dünyanın her yerinde, yazı medeniyetinin son büyük temsilcisiydi. Markaları, modelleri hatta klavye dizimi başka başka da olsa daktilo; ruhumuzun, kalbimizin, hangi kapılarda çarık eskittiğimizin şahidiydi biraz da.
Bazıları tarafından işlevini yitirmiş bir eşya düşüncesiyle kaldırılmışsa da depolara, çatılara; onu yalnızca bir yazı aracı olarak görmeyip halen hürmet edenler de var onun hatırasına. Duvardaki solgun resim, defter arasındaki kuru çiçek, masa üzerindeki eski şamdan ne ise daktilo da odur aslında. Meydan savaşından çıkmış askerler gibi yorgun, yaralı daktilolar; hatıralarda yankılanan sesleriyle süslüyor vefalı evlerin, kıymet bilir otantik mekanların başköşesini. Varsın kiminin tuşları eksik, kiminin şeridi kurumuş, kiminin şaryosu bozuk olsun.