mostar dergisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mostar dergisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Nisan 2022 Salı

kalbin kâğıda işlediği oya

 Önce ayrılıklar ayrıldı dünyamızdan, hemen ardından hasret terk etti kalbimizin ovalarını. Anadan, babadan, oğuldan, memleketten, dosttan, yârdan uzağa düşmenin sızısını duymaz oldu ruhlarımız. Sözlüklerde kaldı gurbetin, acizliğin, yoksunluğun, kimsesizliğin anlamı. Iraklar yakın oldu, yabanlar aşina  ve özlemler bitti, gurbetler bitti. 

Ahşap çerçeveleri ile odaları süsleyen solmuş resimlerin, bir bayram münasebeti ile uzak şehirlerden yollanmış kartpostalların izleri silindi duvarlardan. Çoğumuz için değeri kalmadı işlenmiş mendillerin, içli şiirlerin, manilerin, dağların yücesine baktıran türkülerin. 

Önce ayrılıklar ayrıldı dünyamızdan ve en sonunda mektuplar. Hasretin olmadığı dünyada mektuplar neye yarar? Saklanmaktan, okunmaktan yorulan ama eskimeyen mektuplar; hamaylı gibi döşte aylarca  taşınan mektuplar... 

Yalnızca kağıt, kalem, zarf ve puldan ibaret değildi muhakkak mektuplar. Mektup; zarfa konularak yollanan can parçası, çaresizliğin nişanesi, biraz göz nuru ve çokça yürek sızısıydı. Mektup, mahrem sığınağıydı imkansızlığımızın. Yolu beklenen, gelmeyince hüzünlendiren, gelince sevindiren, önce satır satır, cümle cümle okunan; ardından kelime kelime, harf harf ruha dokunan ümitlerin iksiriydi mektup. Sesini taşıyamasa da sahibinin, konuşurdu mektuplar gönderilen kişiyle başka bir dil, başka bir mecaz ile. Yalnızca selam, kelam, hâl, hatır değildi mektuplarla gönderilen, alınan. İçimizdeki dünyanın aralanan kapısı, açılan penceresiydi mektuplarda sıralanan her cümle, her kelime. Mektup bizden uzaklaştıkça kendimizden, kendimizle baş başa kalmaktan uzaklaştık, kendimizi seyretmekten beyaz sayfalar üzerinde yahut bir başkasının ruhunu dinlemekten mahrum kaldık. 

***

Mektup selam söyle benden sılaya

(Sivas Türküsü)

Sözün, takatin, sabrın, dünyanın bittiği yerde başlar mektup ve okuyan kadar yazana dahi bir teselli, bir merhem yaşamanın açtığı derin yaralar için. Mektup, bütün eksikliklerimizi, yarımlıklarımızı karşımıza alıp kanatmak kendimizi, deşmek yaralarımızı; bir büyülü ayna bir başkasını seyreder gibi seyrettiğimiz kendimizi. Mektup, dünya köprüsünden geçerken karşıya, altımızdan akıp giden zamanı durdurup başka bir mekana, kalbe sığınma arzusu; yüklerimizi üzerimizden bırakma isteği bir süreliğine olsa da. Uzletin köşesinde, kimseye anlatılamayacak ve tarifi yapılamayacak ağırılar sardığında kalbimizi, etrafımızdaki her şeyin kenarına düştüğümüzde, sesimiz bile bize yabancılaştığında, kelimeler gündelik anlamından sıyrılarak özüne döndüğünde içimizde, kağıt ve kalemin büyülü çağrısına edilen icabet mektup. Belki de bu yüzden ya gecenin en karanlık yerinde yazılır mektuplar yahut kimselerin görmediği sessiz bir kenarda. Kimseler görmesin isteriz mektup yazarken yüzümüzdeki, ellerimizdeki, bakışlarımızdaki efsunu zira mektup kadar mektubun içi kadar mektup yazmak da  mahrem bir hâldir. 

Elbette konuşmak da hafifletir yükünü insanın, dertleşmek, yürümek de. Bir türkünün nağmesine kapılmak, bir şiirin ahengine boyanmak, bir hayalin kanadına tutunmak teselli vermez olduğunda içimizdeki fırtınaya, sığındığımız son dulda kıyı, son limandır mektup. Konuşmanın değil, susmanın; ağlamanın değil yutkunmanın ülkesidir mektup yazdığımız mekan. 

Kervanlar dolusu hediye neyse uzaklardan gelen, satırlar dolusu mektup da odur bekleyen için. Yazılmak ve okunmak değildir mektubun her zaman muradı; ulaşmak haber taşımak da değildir bir diyardan bir diyara. Mektup; çiçek gibi, ağaç gibi canlıdır; nefes alıp verir, büyür, serpilir, çoğalır, çiçek açar ama solsa da yazıları kurumaz. Kokusu, ruhu, kalbi de varsa mektupların bu yüzdendir. Kalemin mürekkebinden, kağıdın rengine; harflerin şeklinden, cümlelerin sıralanışına kadar hep bir şeyler saklar, sezdirme çabasını taşır mektup ki yazılandan ziyade yazılmayan, söylenenden ziyade söylenemeyen çoğaltır mektubu, değerli kılar. Kendine susup başkasına konuşmanın adıdır mektup bazen. Mektup, gerçekten dokunmasıdır bir kalbin başka bir kalbe ve ruhların sarılması en çok mektuplarla mümkündür belki de. Mektupta yazılı olanlar değil, mektubun kendisidir aslolan. Mektup; kalbin, ömrün bir parçasıdır zarfa konularak yollanan. 

Harflerin sesli, sesiz, ünlü ya da ünsüz diye ayrılmadığı ancak noktanın virgülün dahi tek tek sayıldığı, okuyanına  ve yazanına göre değişen özge bir alfabesi, lisanı vardır mektupların. Kelimelerin anlamının sonsuzluğuna, yazının söz gibi uçup gitmeyeceğine bizi en çok inandıran mektuplardır belki de. Gece okunduğunda anlattığı başkadır mektupların, gündüz okunduğunda başka ve kelimeleri her okunduğunda yer değiştirir, libas değiştirir. Yazanın parmak izi, okuyanın içinde çiçeklenen gizidir mektuplar. 

Sabrı, beklemeyi, hasreti tanısak da yaşarken; tahammülü ve ümidi bize mektuplar öğretir. Kalemin ve kağıdın azizliğini mektuplar fısıldar bütün acılardan geçip de vurduğunda sükunetin sahiline ruhumuz. Fakirin, zenginin; sultanın, kölenin eşitlendiği ender makamlardandır bir mektubun eşiği.  Titreyen parmaklarla bir mektuba başlamak, bir zarfı açmak heyecanla, umutla yahut beklenmeden gelen bir mektubun büyüsüne kapılmak ve bir mektup geç kaldığında endişeye kapılmak hâlen hayatta olduğumuzun, hayata inandığımızın ispatıdır biraz da. 

Dünyaya uğramışlığımızın, hâlden hâle boyanmışlığımızın anısı ve eskimeyen gerçeğidir mektuplar;  ellerimizle, kalbimizle dokunabileceğimiz. Mektup; dünyamızdan dünyaya düşen mahrem bir gölge ve kederimizin, sevincimizin, ümidimizin, hayal kırıklığımızın mahcup şahidi, bizi bizden sonrakilere taşıyan büyülü bohça.

***

Kalemin kağıda işlediği kalp oyası, zarflarla diyardan diyara uçan, sahibine varıp varamayacağı bile meçhul ürkek bir güvercindi mektup kim tarafından kime gönderilmiş olursa olsun. Kiminin ucu yanmış ayrılığın ateşinden kiminin kenarında kurumuş birkaç damla gözyaşı... Yazanın parmağıyla, bakışıyla işlenmiş diye her harf, her cümle; koklanırdı, katlanıp zarfının içinde saklanırdı, açılıp tekrar tekrar okunurdu. Vefanın uzakta parlayan solgun yıldızı, sevginin ve ümidin karanlık köşelerde solmayan çiçeğiydi mektup birilerine gönderilse de gönderilmese de. 

***

Kime yazıyorsun bu mektubu? Elinde hiçbir adres yok...

(Cemil Meriç)

Kendine yazdığın ve okuduğun uzun bir mektuptu kalbin, rutubetli bir sandığa kilitli. Adını ve adresini unutarak okudun hiçliğini ömrünün kıyısında. Kelimeler, cümleler işledin yazgına acının oyasından, vakitsiz yağmurlarla yazıları birbirine karışan. Varlığından bir nişan, yokluğundan bir mecaz saydığın özlemlerin ve boğazına düğümlenen çığlığın mezarı oldu rüzgara bıraktığın her sayfa. Dilin varmıyor söylemeye, elin uzanamıyor artık kaleme. Yazdığın mektupları kıyısız bir denize bıraktın, yazamadığın mektupların dalgasında boğulurken kalbin. 


15 Nisan 2022 Cuma

yara

Bazı kelimeler vardır, telaffuz ederken hatta aklımıza geldiğinde dahi bir sızı oluşturan kalbimizde yahut bir ürperti duyuran bedenimizde. Anlamından ziyade çağrışımları, yaşanmışlığı, bizdeki karşılığının ağırlığıdır bu kelimeleri bizim için farklı kılan. Ya saklanır her şey o kelimeyi hatırlar hatırlamaz yahut hücuma geçer mazi sığınağını terk edip anılar. Yara, böyle bir kelimedir ve biz yeryüzünde dolaştıkça, nefes alıp verdikçe anlamı sürekli değişir; sızısı, resmi başkalaşır dünyamızda. Yara; yaşamanın, içinden geçtiğimiz zamanın ve hikayenin mecazıdır, kökü ruhumuzun derinliklerinde dolaşmış bir yumaktır. Bizimle büyür, değişir, eskir ve yürür bizimle yaralarımız.

Kimi geçer kimi kalır yaranın. Kimi konuşur, konuşturur sahibini ele verir kimi gizlenir, lal eder sahibini saklanır karanlığında hatıraların. Kimi yaralar kendiliğinden oluşur yüzümüzde, dilimizde, tenimizde, kimileri aşinalardan yadigardır kimileri biganelerden. Bazı yaraların merhemi olsa da bazıları merhem kabul etmez, bazı yaralar gül gibi taşınsa da sinede bazıları mahremdir kalbin en derin yerinde. Bazı yaralar tuza müpteladır bazıları dağlanmadan dönmez iyileşmeye. Çocuğun, gencin, yaşlının, zenginin, fakirin, gurbettekinin, sıladakinin herkesin bir yarası olduğu gibi var olan, can taşıyan hatta var olan her şeyin de bir yarası vardır aslında. Duvar yaralanır, gül yaralanır. Var olmanın nişanesi, yaşamanın belirtisidir yara. Yaşamak bir yaradır tenimizin üzerinde kabuk bağlamayan ve dünya yaralanmaların diyarıdır herkes, her şey için.

Öyle nazenin öyle naif bir beden ve kalptir ki insanoğluna bahşedilen; yaranın, yaraların sağanağında tamamlarız ömrümüzü saklansak bile kendimizin duldasına. Diz kapağımızda, elimizde, kolumuzda, ruhumuzda, kalbimizde yaralarla yürürüz dünya çölünde. Kapananları, uykuya yatanları, iyileşenleri illaki vardır yaraların ancak yara gider yeri gitmez. Yararının nasıl hafızamızda bir yeri varsa, yaranın da hafızası vardır ve unutmadığı gibi unutturmaz kendisine vatan seçtiği hiçbir yeri. Köklerinden yeşeren ağaçlar gibi istila eder bir kez kendisine kapısını açan her bahçeyi. 

Şiirler, şarkılar, hikayeler, mesneviler, filmler, romanlar hep bir yaranın şerhi, hep bir yaranın dilidir kendisini söyleten. Yaradır şairin ilhamı, neyzenin nefesi. Yaradır bir "ah"a yükleyerek bütün acıyı, âşığa unutturan kelimeleri. Geçmişin kalbimize, ruhumuza çizdiği haritadır yara, yalnız ehli görür ve anlar onun dilini. Aynı olmasa da benzer yarayı taşıyanlar aşinadır birbirine başka başka ülkelerde, başka asırlarda yaşamış olsalar bile.  

Ey tabib elden gelirse yaremi gel emleme

Yâr elinden gelmedir bu yareyi merhemleme

(Seyranî)

Dışarıdan bakıldığında sezilmese, bilinmese de her yara bir anıdır ve her yara bir hikâyedir küçücük dünyamızda çiçeklenmiş. Yaraya alışmak, yaşama alışmaktır ve yarayı durmadan kanatmak, hayattan kaçıp kendi dünyamıza sığınmaktır biraz da zira yara, sahibini yabancılaştırır her şeye, kendisine bile. Nereye, neyle açılmış olursa olsun yara bir hatırlatıştır, sınır çizgisidir hakikatle aramıza çekilmiş. 

Biz yaramızı, yaralarımızı seçmeyiz çoğu zaman; bir anlık dalgınlık yahut küçük bir hata veya tedbirsizlik sonucu yara gelir ve bulur bizi. Yara hep vardır, bizi bulmadan önce de. Faniliğin bizimle konuştuğu dildir, hayatın kalbimize çize çize işlediği kelimenin harfleridir yara. 

Dört harfli ve iki heceli bir kelime olsa da yara, içimizdeki lügatte anlamını sürekli tazeler, yeniler, çoğaltır. Kimi yaraların Lokman'da dahi yokken merhemi, kiminin merhemi kiminin yarasında derç edilmiştir. Bazen yâr, yaradır yârsızlığın bir yara olması gibi. Bazen dost bazen dostsuzluk yaradır yalnızlığın aynasında. Ayrılık bir yaradır mesela ezelden işlenmiş ruhumuza dünyevi vuslatların merhem olmadığı. Hasret de bir yaradır en mutlu anlarda bile kıymıktan kanatlarıyla kana bulayan içimizi. Gurbet, yaradır büyüğüyle küçüğüyle. Anlamak ve bilmek de yaradır; bilmemenin kalbimizi kanatarak attığı düğümden daha çok sızlatır içimizde bir yerleri. Sahipsizlik, yalnızlık, ümitsizlik, çaresizlik, yoksulluk, varsıllık yaradır sessizce en derinimize uzatan köklerini. Gitmek de yaradır, gidememek de. Söz de yaradır, sükût da ve zaman, zannettiğimizin aksine ilacı değildir iyileşmeyen yaraların, bizzat sebebidir. Zaman; kalbimizin, tenimizin üzerinde yürüyen ve dokunduğu, değdiği her şeyi çizen, yaralayan cam kırığı. Ölüm, kurtuluş olsa da görünen, görünmeyen bütün yaralardan; geride kalanlar için bir yaradır mezar taşlarında kanayan. 

Merhem dediğimiz, derman sandığımız, yaramıza sardığımız hiçbir şey, hiçbir yarayı iyileştirmez üzerini kapatsa, acısını dindirse de. Çünkü yara dünyadır, dünyadandır. Merhem yalnızca tesellisi, ümididir yaranın.  

Hep şikayet etsek de yaralarımızdan, yaraların sızısından çoğu yara, sarıldıkça değil sevildikçe güzelleşir ve teslim oldukça azaltır sızısını. Yarasını bağrında taşıyanın, bağrına basanın merhemle kalmaz işi. 

Yaralarımız kadar yaşarız yeryüzünde. Yaralarımızdan döküldükçe dünyaya benliğimiz, ömrümüz kendi hakikatini kazanır. Yarası olmayanın, yarasını bulmayanın ömrü yüktür kalbinde, omuzlarında.

Yüz yerde yüz yaram var

El sanır sağ gezerim

(Elazığ Türküsü)

Herkesten, kendinden dahi sakladığın yaraların gözyaşına sığınarak dinliyorsun batan güneşin ilahisini. Diline hücum eden sözleri söylemeye takatin kalmadı. Dağladığın yaralar, sıradağlar gibi uzanıyor kısacık ömründe, ruhunun vadilerinde. Tuz dökülen yaraların kurtlanmayacağını, dağlanan yaraların kapansa da iyi olmayacağını biliyorsun oysa. Dağların, ağaçların, kuşların, çiçeklerin dahi yaralarını görüyor, sızılarını duyuyorsun. Kaç yaralı ceylan varsa masallarda vurulmuş, kalbi kalbinde atıyor. Bir yaralı keklik çırpınsa bir türküde kanı senin yaprağına damlıyor. Anlıyorsun yarasız yaşanmadığını, dolaşılmadığını dünya ormanında. 

İyileşmeyecek yaraları bahçene, toprağına davet eden sendin. Ölmek için değil yaşamak için izin verdin ruhunda göğeren yaralara. Sendin elindeki merhemden saklayan yarasını. Taşlar, dikenler, çalılar arasından karanlıklarda yuvarladığın ruhunda; zehirli oklara, hançerlere sunduğun kalbinde oluşan kabukları kavlatarak çağırıyorsun artık aydınlığın adını. Yara kapanırsa unutmaktan korkuyorsun unutmaman gerekeni. Tanımadığın yaraların acısından tanıdığın acıların yarasına sığınıyorsun. Yakaramıyorsun, dilin yaralı; ellerini açamıyorsun, avuçların yaralı, başını kaldırıp da göğe bakamıyorsun, yüzün yaralı. 




5 Nisan 2022 Salı

üşümek

Eşiğimize erken düşmüş yorgun sonbaharın aydınlığında, yazdan kalma bir dalgınlıkla araladığımızda bir anda kapıyı veya sabahın bereketini davet etmek için açtığımızda pencereyi yahut bir ikindiüstü tutulduğumuzda ansızın rüzgara, yağmura bir ürperiş, bir titreyiş sarar kalbimizden başlayarak bütün bedenimizi. O anda silinir  çoğu zaman tebessümü hayatın, ayak seslerini de yanına alarak uzaklaşır içimizdeki kalabalık. Orada öylece kalıveririz çaresizliğin ve aczin kıyısında. Aldığımız her nefes eriyecek de olsa buzdan kalelerini kurmaya başlar ruhumuzdaki yalnızlık ülkesine. Üşümek, gelir ve ölümü hatırlatan soğuk kollarıyla önce sarar bedenimizi sonra ilerler damarlarımızda cam kırıkları gibi.

Üşümek, birdenbire hem dört yanımızdan hem içimizden yeşererek bizi kuşatan bir sarmaşıktır bağlar ayaklarımızı, yollarımızı, işgal eder savunmaya hazırlıksız yakalanmış topraklarımızı. Üşüdüm, der bırakırız dünyayı bir adım gerimizde. Üşüdüm, der bembeyaz durgun bir âleme düşeriz yalnız ve sessiz.

Bazen dışımızdan içimize doğru sarar bizi üşümek hissi bazen içimizden dışımıza doğru. Yutkunmak isteriz, yutkunamayız; konuşmak isteriz kelimeler donar dudaklarımızda. Nerede, ne zaman tutarsa tutsun bizi üşümek; çağrılmadan, haber vermeden gelir daima. Üşümenin soğuk parmakları dokunduğunda parmaklarımıza telaşlı bir seyircisi oluruz kendi ürperişimizin, titreyişlerimizin. Kimi gelir ve geçer üşümelerimizin kimi yoldaş olur kalbimize, ruhumuza. Üşümek; ayrı ayrı, renk renk. Dünya, bitip tükenmek bilmeyen üşümelerin yurdu. 

İçimizden, yanımızdan ayrılan herkes, her şey çoğu zaman telafisiz bir üşümeyi bırakarak bize, gider gittiği diyara. Gözlerimiz üşür beklemekten bir meçhulü, kulaklarımız soğuktan olduğu kadar sessizlikten de üşür bazen. Dizlerimiz, ayaklarımız üşür meçhule giden yolları arşınlamaktan. Yürüyünce, mekan değiştirince, sıcak bir sobanın dizinin dibine koşunca, üzerimizi sıkı örtünce, bir bardak çay içince yerini tatlı bir yorgunluğa bırakan üşümelerin yanında bir de büyük üşümeler vardır kapasak da pencereleri, kapıları bir şekilde gelip otağını kuran ve konakladığı yeri mesken tutan.

Elimizi tutan babamızın sıcacık eli bırakmak zorunda kaldığında elimizi, annemizin dizinden kalkmak zorunda kaldığında başımız veya duldasından uzağına düştüğümüzde yakın bulduğumuz kalbin, üşümenin her rengi soğuk bir desene dönüşür içimizdeki aynada. Üşümek, terk edilmektir tek başına hayatın ortasına.

Mevsim ne olursa olsun üşüye üşüye büyürüz, üşüye üşüye yaş alırız yeryüzünde.  Öylesine dilimize düşen bir türkünün de üşüttüğü olur bizi öylesine karşımıza çıkan bir şiirin de.

Çok üşürdük hep üşürdük üşümekti bütün yaşadığımız
Üşürdü ellerimiz aşkımız sonsuz uzun sakallarımız
(Turgut Uyar)

Sevincin rengi ansızın kaçıp da saklandığında Kafdağı'nın ardına, beklenmedik bir veda sahnesinin ortasında bulduğumuzda kendimizi, avuçlarımızı kanatan cam parçalarının elmas olmadığını öğrendiğimizde, acılarla dolu renksiz bir hayata uyandığımızda bir güzel rüyanın en güzel yerinden ve içimizi ısıtan sesler silindiğinde içimizden, buz tutar bakışlarımız, üşürüz. Efsununu yitirdiğinde bütün sözler ve tebessümler, kuşların sesi kesildiğinde ve sararıp solduğunda ümitlerle büyüttüğümüz bütün çiçekler, bir kötü haber aldığımızda ansızın, sarıya döndüğünde bahçemizdeki ağaçlar, savrulur yangınlara uzattığımız ellerimiz, üşürüz.

Mevsimlerin, zamanın atıyla dalsa da sokaklarına şehirlerin, rüzgarların kanatlarında dağlarına tırmansa da köylerin, üşümek hep zamansız ve mekansız bir zelzeledir sarsan ruhumuzu. Biz her ne kadar onu kışın kardeşi, rüzgarın, ayazın dostu, yoksulluğun nişanesi bilsek de yoktur üşümenin dostu, kimsesi. Üşüyenler kadar yalnızdır üşümenin de kendisi.

Üşümek; dışında kalmaktır bütün şehirlerin, kasabaların, köylerin, evimizin ve odamızın. Üşümek; ötesine savrulmaktır ümitlerimizin, hayallerimizin; ansızın yabancısı olmaktır yaşamanın. Yoksulluğun ve yoksunluğun bazen de hastalığın, yaranın ruhumuzda büyüyen dikenidir üşümek. Üşümemek için kurarız yuvamızı, evimizi, köylerimizi, kentlerimizi. Üşümemek için çalışır, çabalar, terleriz ucu görünmeyen yokuşlarda. Çocuklar üşümesin diye anneler, babalar ömrünü yorgan eder onların ömrüne. Üşümekten korkuyoruz çünkü o, verdiği her şeyi tekrar isteyişi hayatın, terk edişi bizi dünyanın, açlık kadar büyük terbiyecisi insanlığın. Üşümekten korkuyoruz çünkü o, ayrılık kadar ölümün de hatırlatıcısı.

Üşümek bir yabancının soğuk elleriyle dokunmasıdır ruhumuza en tenha ve hazırlıksız vakitte. Üşümek bir rüzgar, yalnızlık ve çaresizlik kuşlarının kanatlarından yüzümüze savrulan. Üşümek, ayrı düşmelerin uğuldayan ormanında kaybolmak; sessizliğin içimizde sürekli büyüyen çığlığı. Üşümek, her geçen gün renkleri silinen hayatın kalbimize düşürdüğü ağıt, yaprağını yüzümüze döken yalnız ağacın suskun şiiri. Üşümek, göze almaktır yaşamayı.

Üşümekten, üşümelerden nasibini alan yalnızca bizler değildir şüphesiz. Her şey üşür, ya soğuktan ya düştüğünde uzağına kendisinin. Üşüdüğünden titrer gökyüzünde yıldızlar, üşür yeryüzünde libasını rüzgara kaptırmış ağaçlar. Üşür parklarda, saksılarda uzak iklimlerin misafiri çiçekler. Dağ üşür yankılandığında bir mazlumun feryadı sinesinde, taş üşür rastladığında taşlaşmış bir kalbe. Dağda kurt, yuvada kuş üşür. Irmaklar akar, denizler dalgalanır üşümemek için. En sıcak evler, odalar üşür uğurladığında sahibini başka diyara. Sevgiler, hasretler, sevinçler de üşür ne kadar hazır olsalar da kışa, ayaza. Her şey üşür; kitaplar, defterler, sayfalar, cümleler, yanlış manaları sırtında taşımaktan yorulan kelimeler ve yerini yadırgayan noktalar, virgüller de.
Kış gelir, virgül üşür
(Ülkü Tamer)

Hayata değil, üşüten rüyalara uyanıyorsun her sabah açtığında gözlerini. Ellerine baktığında bir yabancının ellerini görüyorsun, aynaya baktığında başka başka insanların yüzlerini. Beklediğin kelimeler yorgun kelebekler gibi uzak baharlardan kopup dönmüyor hazan görmüş bahçene. Kim baksa gözlerine üşüyor, üşüyorsun. Üşüyor sesini duyan serçeler. Kim seslense adınla bir ürperti sarıyor içini. Alıp da verdiğin her nefes, derin bir iç çekiş gibi. Havada donuyor âhın yükselemeden göğe. Üşümesin diye dualara sarıyorsun kalbini bilmediğin nakışlarla örülmüş. Üşümesin diye kalan günleri ömrünün, çıkmıyorsun içinden sokağına hayatın. Yaslandığın her duvar üşütüyor sırtını ve dokunan her el titretiyor ellerini. Yalnızlığın, yoksunluğun, bitmeyen bir buz çölünün ortasında yaşamak zorunda kaldığın küçük kıssanı hiçliğe taşıyorsun ve geçsin diye üşümen toprağı düşlüyorsun.

ocak 2022

sezai karakoç’a dair

 

On beş yaşımdaydım. Sivas’tan Hatay’a kadar sürecek otobüs yolculuğum henüz başlamıştı ki yanıma oturan temiz giyimli genç, elimdeki birkaç kitabı görünce galiba ilgilenmek, sohbet etmek ihtiyacı hissetti yanında oturan çocukla. Kitaplara, yazarlara dair bana yönelttiği sorularla başladı sohbetimiz. Necip Fazıl’dan, Abdurrahim Karakoç’tan Cahit Sıtkı’dan haberdar olduğumu öğrenince Sezai Karakoç’u sorudu bana. Küçük bir antolojide birkaç şiirini okumuştum üstadın ancak ne kitaplarını biliyor ne kendisini tanıyordum. Yol boyu Sezai Karakoç’u dinledim daha sonradan hâkim adayı olduğunu öğrendiğim yol arkadaşımdan. O yaşlarda biriyle edebiyata, düşünce hayatına dair bir şeyler konuşmak, birilerinin tecrübelerini dinlemek hayli hoşuma gitmişti doğrusu. Yolculuk bitip de ayrılık vakti gelince bana adresini verdi, bulamadığım kitap olursa yazmamı istedi kendisine.

Hep böyle değil midir dünya? Küçücük anlar, karşılaşmalar ilerde aralanacak yeni kapıların önüne bırakır bizleri.

Bir hafta kadar Hatay’da kaldıktan sonra döndüğüm Sivas’ta ilk işim Sezai Karakoç kitaplarını aramak oldu. Kitaba ulaşmanın şimdiki kadar kolay olmadığı yıllardı. Yine de birer ikişer bulmaya, okumaya başladım Karakoç’un kitaplarını. Onun kitaplarını aramak, bulmak yeni yeni tanışıklıklara vesile oldu ve onu tanıyanlarda, okuyanlarda tarifi çok da mümkün olmayan bir samimiyet, yakınlık her zaman mevcuttu. Yitik Cennet’i fotokopi yaptırırken tanıştığım kırtasiyeci, Edebiyat Yazıları’nı sipariş verirken tanıştığım kitapçı, Leyla ile Mecnun’u elimde görüp de yolda durduran İsmail…

Şimdilerde insanlar yalnızca Monna Rosa efsanesi ile Sezai Karakoç’u kıyısından köşesinden biliyorsa da Monna Rosa, benim belki de en son varlığından haberim olan şiiriydi üstadın. Monna Rosa ile Karakoç artık zihnimde değil ruhumda, kalbimde bir yerleri kendine mekan etmişti. Kitaplarını temin edip okuma süreci bitince Diriliş dergisinin sayılarını temin etmeye çalıştım birkaç yıl boyunca. Büyük şehirlere giden, sahaflarla tanışıklığı olan arkadaşlar sayesinde derginin sayılarını tamamlamak nasip oldu.

İlk gençlik yıllarımda çok istedim kendisiyle tanışmayı, sohbet etmeyi ancak o yıllarda münzevi bir hayat yaşadığı ve kimseyle görüşmediği anlatılırdı. Görüşmeye gidenlerin kapıdan döndüğü rivayetleri anlatılır dururdu. Hatta kendisinden habersiz çekilmiş fotoğraflarını yayımlayan bir dergi bile oldu doksanlı yılların ortasına doğru. İlerleyen yıllarda Sezai Karakoç’u ziyaret eden, onun sohbetinde bulunan insanlar haber getirmeye başladılar uzaklardan. Hatta parti bürosu açılırsa Sivas’a gelebileceğini bile söylemişti bir arkadaşımıza. Gençliğin, öğrenciliğin verdiği heyecanla birkaç hafta bu tarz bir mekan ayarlayabilir miyiz, telaşına düştüğümüz dahi oldu. Ne parti bürosu açabildik ne de ziyarete gidebildim. Hem gitsem ne konuşacaktım ki? Ne sorabilirdim kendisine?

Oradaydı ve orada olduğunu bilmek kâfiydi Sezai Karakoç’un. Yine de hiç değilse bir kez, sadece birkaç dakika yanında susmak isterdim, nasip olmadı.

Sezai Karakoç’la aynı çağda yaşamak, aynı ülkede bulunmak ve aynı dili konuşmak büyük bir lütuftu bizler için ancak o bizimle aynı çağda, ülkede ve dünyada yaşadı mı, kelimelerimiz aynı olsa da bizimle aynı dili konuştu mu, muamma.

İlerleyen senelerde Sezai Karakoç herkesin yanına uğrayabildiği ve sohbetini dinleyebildiği biri oldu. Artık şiirine ve düşüncelerine aşina olan ve İstanbul’a yolu düşen herkes uğrayabiliyordu üstadın yanına.  Ziyaretinden dönenler coşkuyla anlatıyordu ona dair her detayı. Artık kitapları da neredeyse her şehirde hatta il, okul kütüphanelerinde bile ulaşılabilir hale gelmişti. Sezai Karakoç adına dergiler özel sayılar, dosyalar hazırlamaya başladı hızla, akademik çalışmalar yapılmaya başlandı.

Onun anlatmaya çalıştığı şey bambaşkaydı, onu tanıyanların, tanıdığını zannedenlerin anladıkları şey çoğunlukla bambaşka. Sezai Karakoç, Tanzimat’tan beri yönümüzü döndüğümüz Batı önünde, Batı’yı inkâr etmeden, küçümsemeden ve Doğulu olduğumuzu unutmadan nasıl yaşayabileceğimizin iksirini sunmaya çalıştı Doğunun Yedinci Oğlu olarak. Şair olma, şair kalma gibi bir endişesi olmadı onun. İnsan olunmadan, ölüp de dirilmeden dünyada kazanılan sıfatların hiçbirine talip değildi. İsmini dergilerde görmek için çaba sarf etmedi, kitaplarım çok okunsun gibi bir derdi de olmadı hiçbir zaman. Ne şiir gecelerine katıldı ne edebiyat festivallerine. Gazetelere mülakat vermedi; boynuna fular bağlayıp televizyonlarda edebiyat, sanat, fikir, siyaset konularında boy göstermedi. Adını yaşatmak, yüceltmek derdinde değildi bilakis kendi adını dahi Diriliş düşüncesinin içinde eritmeye, silmeye adadı ömrünü. Gençlik yıllarında yayımladıkları hariç kendi yayımladığı dergi dışında başka dergilerde yazdıklarını yayımlamadı. Yazarken yazarlığı, çevirirken çevirmenliği, şiirleriyle şairliği, düşünceleriyle fikir adamlığı duruşunu ima etti hâl diliyle ancak bu dili anlamak, düşünmek yerine onu yüceltirken dahi sömürme ve kendisine bir paye edinme yolunu tercih etti hem bizim hem bizden sonra gelen neslin çoğunluğu.

Şiirin şahidi şairin hayatıdır, gerçekliğini ve geçerliliğini ancak şairin hayatıyla kazanır şiir. Ezelden beri aynı kelimelerle aynı şeyleri anlatan şairler arasından bazılarına kalıcılığı bahşeden en büyük unsur şairin ömründen şiirine yansıyan sahiciliktir. O sahici bir şairdi ancak yalnızca şair değildi. Kimine göre yalnızca İkinci Yeni şairlerinden biri, kimine göre Monna Rosa’nın şairi. Kimileri için Diriliş eri, fikir adamı. Kimilerine göre derviş, kimilerine göre siyasi parti önderi. Kimileri için âlim, üstat. Kimileri için dünyada bulunmuş ama yaşamamış bir öteli. Sezai Karakoç üzerine çok şey yazıldı, konuşuldu ve daha da yazılacak birçok şey. Yeni akademik çalışmalar yapılacak belki ve yeni özel sayılar çıkarılacak. Onun, fikirlerinin ve şiirlerinin buna hiçbir zaman ihtiyacı olmadı ancak bizim onu gerçekten tanımaya çok ihtiyacımız var.

 “Ve Monna Rosa”

Gizli bir cemiyetin mensubu olmak gibiydi bizim nesil için Monna Rosa’yı ve kulaktan kulağa aktarılırken efsaneleşmiş hikâyesini bilmek. Şayet biri bu şiiri ve hikâyesini biliyorsa adını dahi sormadan onunla arkadaş, dost olabilirdiniz, ona güvenebilir, onunla saatlerce sohbet edebilirdiniz. Bir define haritası gibi saklardık ceketimizin iç cebinde yahut kitaplığımızın en kuytu köşesinde bu şiirin değişik nüshalarını. Bizim için bir gün kabul olunacak duanın metniydi Monna Rosa, kırılmış kalplerimiz her sancıdığında sürdüğümüz efsunlu merhem. Herkesin bu şiiri bilmesi, herkeste bu şiirin bulunması üzerdi bizi, yalnız hâl ehlinin elinde, dilinde ve üç kişiyi geçmeyen ortamlarda konuşulmalıydı hikâyesi ve okunmalıydı şiiri Monna Rosa’nın. Yeni bir nüsha bulduğumuzda elimizde olanla karşılaştırır, eksiklikleri tamamlar, daktilo ile yahut kesik uçlu kalemlerle yazar, ehli ile paylaşırdık bu gizemli şiiri. Bizim nesil Monna Rosa’yı okuyarak değil yazarak ezberledi en çok. Zamanla her şeyin olduğu gibi Mona Roza’nın da büyüsü bozuldu. Şüphesiz üstadın şiiri küçük değişikliklerle yayımlamasında da bu durumun etkisi var ancak asıl mesele bizce ehil olmayan insanların da şiirin hikâyesini iyice efsaneye dönüştürmesi ve efsanenin şiiri geride bırakmasıydı. Monna Rosa, dile düşmesin diye fısıltıyla kalbimize okuduğumuz, her dizesinde içimizde fırtınalar koparan şiir, herkesin yerini bildiği ve saygısızca kazdığı bir define alanına, herkese açık bir müzeye dönüştü sonraları.

kasım 2022

28 Kasım 2021 Pazar

korku

Kimi gök gürültüsünden korkar kimi fırtınadan. Kimi açlıktan korkar, kimi açıkta kalmaktan. Kimi ölümden, ölülerden korkar; kimi yaşamaktan, dirilerden. Zulmetmekten korkan da var zalim eline düşmekten de. Korkular sıra sıra, korku renk renk içimizde. 

Henüz dünyaya inmeden kalbimize işlenmiş bir nakış korku, daha yürümeye başlamadan yeryüzünde, içimizi titreten ayaz. Vücudumuz büyüdükçe ruhumuzda büyüyen boşluk korku, arşınladıkça yeryüzünü zihnimize dolaşan sarmaşık. Korku; ya sakin bir akşam vakti yahut uyandığımızda gecenin bir yarısı, endişelerimizi yanına alarak benliğimizin sınırlarını yıkan, nabzımızdaki ahengi sarsan sessiz bir uğultu; ardımızda, önümüzde, sağımızda, solumuzda ansızın beliren dipsiz kuyu. Korku, gerçeğin üzerini örtmek için gözlerimize inmiş perde. 

Gecemizi gündüzümüze katarak, canımızı dişimize takarak var gücümüzle sarılmamız hayata; hep bir şeylerin peşinde sürüklememiz saatleri, günleri; durmadan bir yerlere, şeylere yetişme çabamız; bir rüya gibi önümüzden koşan zaman atının terkisine atlamaya çalışıp da kapaklanışımız yerlere aslında yalnızca korkudan. Yalnızca korku bizlere düşündüren geleceği, geçmişi ve yalnızca korku yön veren hayatımıza, hayallerimize, ümitlerimize. Korkularımızın toplamı kadardır ömrümüz. Nelerden korktuğumuz belirleyicisidir dünyada kaybettiğimizin yahut kazandığımızın. Kimse kabul etmese de korktuğunu, korkak sıfatını yakıştırmasa da kendine; en cesurumuz en çok korkanımız, korkuyu hiç aklından çıkarmayanımız, korkunun iğneli fıçısında yaşayanımız aslında. 

Akşam, içime düşen korku, pişmanlık, hile.

Varamadığım deniz, suyu çekilen ırmak.

(Ziya Osman)

Belki soğukluğundan belki de manasında içerdiği acizlik yüzünden kabullenmek zor olsa da ve yokmuş gibi davransak da zihnimizdeki sözlükte karşılığı, korkudur bizleri dünyada telaşlı karıncalar gibi oradan oraya koşturan. 

Korkuyoruz yarınlarımızdan, dünü hatırlamaktan. Korkuyoruz kaybolmaktan, kaybetmekten. Korkuyoruz geride kalmaktan, üzerimize basılıp geçilmesinden, unutmaktan, unutulmaktan, yazılmaktan, silinmekten, düşmekten, çarpmaktan. Karanlıktan da korkuyoruz aydınlıktan da. Saklanmaktan da korkuyoruz bulunmaktan da. Geç kalmak da bir korku nedeni bizler için vaktinden erken varmak da. Korkuyoruz oyundan çıkarılmaktan da oyuna kendimizi kaptırmaktan da. Yalnızlıktan korkuyoruz ama korkuyoruz kendi kendimize kalmaktan da. Korkuyoruz ölmekten, tıpkı korktuğumuz gibi yaşamaktan. Korku, farkında olmasak da damarlarımızda kanı hareket ettiren güç ve korku gecenin bir yarısında bizi uykudan uyandırıp yolla düşüren cellat. Sevinç dolu küçücük zamanlarımızın önünü kesen gardiyan korku ve ezelde kalbimize, boynumuza, ayaklarımıza bağlanmış zincir.  Hayatlarımız korkularımız üzerine kurulu, varlığımızı korkularımızla devam ettiriyoruz hayat sahnesinde her an. Korkularımızla planlıyoruz yarınları, geleceği. Korktuğumuz şeyler yüzünden bölünüyor uykularımız ve tüm çırpınışlarımızın asıl nedeni korkularımız. 

Korkuyu büyüten, benliğimizi korku ile bürüyen sadece bilinmezlik, bilmediklerimiz değildir; hatta korkunun acıtan elleri, kalbimize en çok bildiklerimizin açtığı pencereden uzanır. Belki de bu yüzden tanıdıkça dünyayı, anladıkça hayatı işgali daha da büyür ruh atlasımızda korkunun. 

Var olanı kaybetme ihtimali belki de korkuyu yücelten, içimizde korkunun ıslığını çınlatan. Ulaşmanın, sahip olmanın, elimizde tutmanın çabası belki korkunun kuyularını habire derinlere indiren. Her ihtimali bilmek, her hikâyeyi muhayyilemizde canlandırmak yükseltir korku duvarını etrafımızda. Korku; içimize ve dışımıza her gün yenisini ördüğümüz duvarların, başkasını çektiğimiz perdelerin adı belki, anahtarını denizlere attığımız paslı kilitlerin anahtarı. Korku; teslimiyetin terbiyecisi, dudakları kanatan duaların elçisi, ayaklarımız altındaki diken. Sevdiren, nefret ettiren, büyüten, küçülten, bizi hâlden hâle koyan, içimizde şekilden şekle giren, adını bildiğimiz ama telaffuz etmeye kalkıştığımızda gırtlağımıza takılıp kalan çengelin, iki hecenin adı.

Korku bir kokudur ki karışmış bu havaya,

Ve sükut bir çığ gibi büyüyen düşüncedir.

(Cahit Sıtkı)

Korku yalnız bizim değil kâinatın, kâinattaki her şeyin özüne işlenmiş kanaviçe. Dünyayı döndüren, yıldızları titreten, ırmakları coşturan, denizleri dalgalandıran maya korku. Tohum çürümekten korktuğu için çatlatır gövdesini; ağaç kurumaktan, yok olmaktan korktuğu için durur meyveye. Butimar, korkar kurumasından denizlerin. Kuşlar yeryüzünden korktuğu için kanat çırpar gökyüzünde ve korkudan yuvalarını kurar kartallar en yücelere. Kurtlar korktuğu için yanaşamaz şehirlere. Yılanı toprağın altına indiren korkudur, örümceğe her akşam ağını nakşettiren de korku. Unutulmaktan korktuğu için günler, haftalar, aylar, mevsimler yeniden yeniden döner gelir ve hatırlatır kendini. Saat korktuğu için durmaktan ha bire döner aynı yuvarlakta. Sevgiler bitmekten, azalmaktan korktuğu için fetheder odalarını girdiği kalbin. Ümit, korkudan korktuğundan terk etmemek için direnir en karanlık zamanında bile gecenin. Aslında korku dahi korkar kaybolmaktan, unutulmaktan, mağlup olmaktan ki korkunun bittiği yerde ırmak kavuşur okyanusa. Korkunun bittiği yerde biter hayat, başlar sonsuzluk. 

Korkularımız her an orada, bulunduğu yerde dursa da her zaman varlığını görmez hissetmeyiz onun. Karanlığın bizi selamladığı anda kendini gösteren yıldızlar gibi bekler korkularımızın çoğu kendisini hatırlatmak için geceyi. Bir kaybolur bir görünür, bazen uzaklaşır bazen “acaba”lar, “belki”ler, “yoksa”ların kıymığı ile yakınlaşır korkular da. Bütün sınırlarımızın, kurallarımızın, şüpheci yaklaşımlarımızın temelinde korku vardır ve bizi hapsettiği kadar korur da korkularımız kötülüklerden, kötülerden, düşmekten, yaralanmaktan.

Korkuyorum değerken karanlığın hayatına.

(Fazıl Hüsnü)

Bir şiire başlıyorsun, bir öyküye, bir hayali bezemeye… Yarım kalmasından korkuyorsun başladığın her şeyin. Korkuyorsun benzemekten eski bir defterde kelimeleri unutulmuş yetim bir şiire, küsmesinden bütün küstüm çiçeklerinin ve ölmesinden menekşelerinin. Korktuğun her şey mermer bir sütun olup dikiliyor çatısı çaresizliklerle kurulmuş hiçliğin mabedine. Araladığın kapıların ardının boş olmasından korkuyorsun, ayrıldığın kapının anahtarını kaybetmekten. Gidememek korkutuyor seni, kalamayacak olmak da. Korkuyorsun bir sabah açtığında perdelerini, kurumuş ağaçlarla dolu bulmaktan kalbinin bahçesini. Bütün kuşların aynı anda kanatlarının sesini duymaktan korkuyorsun, bütün kuşların aynı anda can vermesinden uçarken ve korkuyorsun altında kalmaktan siyah bulutlarla örülü gökyüzünün. Heybeni düşürmekten korkuyorsun ırmağa geçerken köprülerden, ırmağa bakmaktan ürküyorsun. Avuçlarında parlayan incilerin kurumasından ve elin boş gitmekten gideceğin yere korkuyorsun ve en çok kaybetmeden korkuyorsun korkuyu.  Yaşamak korkulacak şey ve dünya korkulması gereken bir âlem, anlıyorsun.

kasım 2021/mostar



8 Ağustos 2021 Pazar

tatil kitabı

 Yaz gelirdi, sobalar kaldırılırdı evlerden, sınıflardan. Yaz gelirdi, ayakkabılarımızdaki çamur, çoraplarımızdaki ıslaklık, sırtımızdaki eski gocuklar kaybolurdu birer birer. Yaz gelirdi ve okul önlerine dondurma niyetine renkli, şekerli buz parçaları satan amcalar gelirdi. Yaz gelirdi; kaymadan, düşmeden yürüyebilir, beyaz yakalıkların düğmesini açarak oynayabilirdik okul bahçesinde ve kavrulduğumuzda sıcaktan, suyu şişelerden değil musluklardan içerdik kana kana. Yaz gelirdi, biraz daha soldurmaya siyah önlüklerimizin rengini. 

Ardından yaz tatili gelirdi karnelerin beyaz kanatlarında. Karneler dağıtılır ve hayat birdenbire değişirdi hepimiz için. Kimilerinin çantasına saklayarak kimilerinin elinde sallayarak evine götürdüğü karnelerde öğretmenin dolma kalemle yazdığı her not, her kelime okunurdu tekrar tekrar ve ardından kaldırılırdı sandıklara, dolaplara, çekmecelere bir mektup, bir anı niyetine bu belge. Yaz tatili, derlerdi;  yaz tatilinde yaptıklarınızı anlatan bir kompozisyon yazın, derlerdi. Yaz’ı bilirdik ama tatilin ne olduğunu sorana hepimiz başka başka şeyler anlatırdık. 

Kimilerimiz için yaz tatili; mahalle pazarlarında poşet satmak, boş arabacılık yapmaktı. Bazılarımız için simit satmak, bazılarımız için şehrin işlek caddesinde ayakkabı boyamaktı. Kimilerimiz için köyde buğday tarlalarında ya da kuzularla geçecek üç ay demekti yaz tatili. Biraz şanslı olanlarımız, şehir dışındaki akrabalarına giderdi birkaç haftalığına. Kimilerimiz için yaz tatili, mahalle camisinde yaz boyu Kur’an kursuna devam etmekti. Çantalar bir mevsimliğine inerdi sırtımızdan, ne test bilirdik ne dershane ne de özel ders. Okulun; sınırların ardında bir ülkeye dönüştüğü, her şeye verilen birkaç aylık molanın adıydı yaz tatili. Yeniden eylül ayı gelip de okullar açıldığında ellerimizdeki nasır, yüzümüzdeki güneş yanığı, içine sığmakta zorlandığımız rengi soluk siyah önlüktü biraz da yaz tatili.

Yaz boyu okulu, dersleri unutmamız ve bir sonraki senenin derslerine hazırlıklı olmamız için bize sunulan tek seçenek vardı: tatil kitabı. Yıl sonu yaklaşıp artık karne, not işleri tamamlandığında örnek tatil kitaplarının yüzünü görmeye başlardık. Öğretmenler bu kitapları tavsiye eder, fiyatını ailelerimize bildirmemizi isterdi. Birkaç gün sonra ise bazı arkadaşlarımızın masasından, çantasından göz kırpmaya başlardı tatil kitapları. Ders kitabına, ansiklopedilere dahi masraf edilmeyen o yıllarda tatilin ne olduğunu bilmesek de tatil kitabının ne olduğunu bilirdik. Yalnızca öğretmenler önermezdi elbette bu kitapları. Okulların kapanmasına yakın kırtasiyelerin, kitapçıların vitrinlerine de kocaman harflerle yazılırdı: Tatil Kitabı Gelmiştir. 

Ders kitaplarına benzemezdi tatil kitapları; sınıf kitaplığının köşesinde mahzun bekleyen, kapağı kaybolmuş, sayfaları bantla tamir görmüş, hatta iple hoyratça dikilmiş hikaye kitaplarına da. Ebatı farklı olurdu onların; cildi, kağıdı hatta kokusu da. Ağabeyden, abladan, komşu çocuğundan miras kalmış, bir sene de bizim çantamızda yıpranmış, kenarları kıvrılmış ders kitaplarının yanında; kapağını açarken dahi heyecanlandığımız, belki merak ettiğimiz belki imrendiğimiz başka bir dünya vardı o kitaplarda. Her sayfa, başka bir âleme açılan kapı gibiydi; her resim dakikalarca kendimizi seyirden alamadığımız bir çizgi film. Bir fantastik eser, bilimkurgu kitabı, bir define haritası kadar gizemli gelirdi bizlere tatil kitaplarının dışı da içi de. Bu kitaplarda resmedilen insanlara, orada sunulan hayat tarzına öylesine uzaktı ki yaşadığımız dünya... Mesela köy resimleri olurdu metinlerin arasında, benzemezdi köyümüze; dede resimleri olurdu, benzemezdi dedelerimize. Hatta manzarayı tamamlamak için öylesine resme yerleştirilmiş kuşlar, kediler, ağaçlar bile benzemezdi bizim kuşlara, kedilere, ağaçlara. Bisiklet, uçurtma, olta resimleri... Dedesiyle  balık tutan; saçları uzun, pantolonu kısa, yanakları al al, mutluluğu yüzünden okunan çocuklar… Çiçekler ve ağaçlarla dolu kocaman bir bahçede, yere serilmiş rengarenk örtüler üzerinde, başlarında çiçeklerden yapılmış taçlarla kahvaltı yapan çocuklar... Ailesiyle hayvanat bahçesini gezen yahut lunaparka giden; mutluluğu ve heyecanı yüzlerinden okunan çocuklar... Kendisine ait odada, arkadaşlarıyla oyun oynayan veya sırt üstü uzanıp kitap okuyan çocuklar... Deniz kenarında kumdan kaleler yapan,  ormanda çadır kuran, kamp yapan çocuklar... Yaz, vardı; tatili ise herkes için başkaydı. En çok bu gerçeği fısıldardı tatil kitapları küçücük kalbimize. 

Bizim köyümüzün, köyümüzdeki derenin, bostanın, pınarın, kuzuların, ineklerin resmi yer almazdı ne tatil kitaplarında ne başka kitaplarda. Toz toprak içinde ayakkabılarla tarladan dönen büyüklerimizin yüzündeki kederli tebessümün, yorgunluktan sedir kenarında uyuyan çocukların, süt sağan teyzelerin, kilim dokuyan annelerin resmi yer almazdı tatil kitaplarında. Yaz boyu küçücük elleri ile ayakkabı boyayan, pazarlarda çalışan, limonata veya simit satan, Kur'an kursuna giden çocukların, çocukluğumuzun resmi siyah beyazdı ve yalnızca kalbimizin sayfalarındaydı. Tatil kitabı, tatili olanların kitabıydı galiba.

Onca cazibesine, onca etkileyiciliğine rağmen mevsimlik çiçekler gibiydi bu kitaplar. Üç ay balkonları, bahçeleri süsleyen ardından sararıp kuruyan ve toprağa karışan mevsimlik çiçekler gibi. Sonbahar başlar başlamaz boynunu büken çiçekler gibi. Okullar kapanmadan önceki son hafta açan; rengiyle, kokusuyla bizi mest eden ve okullar açıldıktan sonraki ilk hafta yaprakları dökülen narin bir çiçek... Ders kitapları gibi ciltlenmez, etiket yapıştırılmaz; kardeşe, komşu çocuğuna miras da bırakılmazdı.

Yaz veda eder, güz gelirdi, durgun bir sarıya boyayarak her şeyi. Güz gelirdi; yağmurun sesine, çiğ tanelerinin nefesine tutunarak ve kurulurdu usul usul sobalar önce sofalara sonra büyük odalara. Güz gelirdi ve yeniden cıvıltıya, toza dumana boğulurdu okul bahçeleri. Güz gelirdi, okul önlerine küçücük arabalarda satılan tespih taneleri gibi dizilmiş alıçlar, tane işi satılan sarı ayvalar, ters çevrilmiş bir meyve kasası üzerinde kalem gibi dizilmiş meyan kökleri de gelirdi. Güz gelirdi ve dönerdik okula üç numaraya vurulmuş yahut baba makasından geçmiş saçlarla. Biz bir önceki seneden yarım kalmış bir defter ve eski bir kalemle dönerdik okula, bazı arkadaşlarımız tatil kitaplarıyla dönerdi. Güz gelirdi, kapanırdı tatil kitabının son sayfası. 


20 Temmuz 2021 Salı

evlerin ön sözü

Boyası solmuş, tahtalarının arası açılmış, üzerinde yarısı paslanmış bir kapı numarası bulunan bahçe kapılarının ardındaydı hayat. Betondan değil taştan, briketten, kerpiçten örülmüş duvarların arasında samimiyetin ve mahremiyetin narin perdesiydi bahçe kapıları. O kapıdan bir özge aleme adım atılır, o kapıdan dünyaya karışılırdı. Anahtarı, kilidi dahi olmayan o kapının ardındaydı ev dediğimiz evren ve o kapının ardındaydı bütün sevinçler, hüzünler, acılar, saadetler. 

Önce bahçe vardı, sonra ev. Bahçeler evlerin ön sözü, bahçeler hayatın ve dünyanın minyatürüydü. Yerini yadırgamayan ve mutlaka meyve yüklü iki üç dalı duvarların dışına taşan cömert birkaç ağaç, ağaçların dallarını süsleyen halinden memnun kuşlar, kuş cıvıltılarına karışan çocuk sesleri, kıyıda köşede her güz göçüp her bahar yeniden ziyarete gelen çiçekler, hafif rüzgarlarla dans eden rengarenk çamaşırlar, her ortamda kendisine bir uğraş bulamayı başaran haylaz bir kedi, ara ara su çekilen yorgun tulumba... 

Bütün mevsimlerin resmî geçit töreni yaptığı küçücük alandı bahçeler. Faniliği ve sonsuzluğu, ölümü ve yeniden dirilmeyi bahçemizden geçen zaman işlerdi kalbimize. Mevsim baharsa toprak önce bahçelerde kımıldardı, sonra dağlarda. Önce bahçelerde tomurcuğa dururdu ağaçlar, toprak kokusu bahçelerden yayılırdı şehre. Mevsim kışsa haftalarca ayakta duracak kardan adamlar bahçelere yapılır, kardan kaleler bahçelerde kurulurdu. Sonbaharda önce bahçeler boyanırdı sarıya, kızıla. Sabahları çiğ düşmüş yaprakların kokusu uğurlardı işe giden babaları, okula giden çocukları. Kısalan günlerin en sıcak vakitlerinde üstesinden gelinirdi kış hazırlıklarının bahçe duvarlarının ardında ve elbette yaz mevsimiydi bahçelerin en renkli olduğu vakitler. Kahvaltıların, yemeklerin, çayın, sohbetin ve oyunların mütebessim şahidiydi bahçeler. Akşamın ilk karanlığıyla dışarıya taşan cılız ışığın huzuru, ay ışığının sükutu ile birleşirdi geceler boyu.

İlkin sakin kiraz bahçeleridir andığım eski günlerden

(Sezai Karakoç)

Biz o bahçelerde büyüdük; kötülüklerin, fenalıkların kapısını aralayamadığı, türlü renklerin, kokuların arasında o bahçelerde yaşadık yaşanılması gereken her şeyi. O bahçelere serilmiş minderlerde, sofra tahtaları üzerinde tamamladık ödevlerimizi. O bahçelerde kedilerle koşuştuk kelebeklerin ardından. Ağaca tırmanmayı, salıncak kurmayı, toprağı işlemeyi, çiçeği koklamayı o bahçelerde öğrendik. Yoruluncaya kadar oynamayı, dünyayı unutmayı, sabahın duruluğunu, gecenin koyuluğunu orada tanıdık. Karıncalara yardım etmeyi, serçeleri beslemeyi; taştan, topraktan, çamurdan oyuncaklar icat etmeyi bahçeler fısıldadı çocuk ruhumuza. Yol gözlemeyi, yolcu etmeyi, yalnızlığı, kalabalığı, neşeyi ve kederi işledik küçücük kalplerimize bahçe duvarlarının ardında. Annelerimizin neden her mevsim biraz daha sessiz çiçekler gibi çabucak yorulduğunu, solduğunu da o bahçelerde gördük. Biz giden mevsimleri izledik, mevsimler bizi izledi, sessizce büyüyüşümüzü. Her mevsim başka bir renk her mevsim başka koku, başka bahçe idi serilen kapılarımızın önüne. 

Özlemedik bahçemiz varken uzak diyarları, başka şehirleri. Yıldızları izledik, başımızın üstünde şekilden şekle giren bulutları. Duru bir dinginlik; bahçelerden sokağa, sokaktan semtlere, tüm şehre yayılırdı her günün sabahı, akşamı, gecesi. Hastalıklar da o duvarların ardındaydı, sağlık da. Neşe de o duvarların ardındaydı keder de. 

Bir dağın eteğine kurulur gibi kurulurdu evler bahçelerin bağrına mütevazı ve her halinden emin. Bir gün evleri ayırdılar bahçelerden, o gün başladı üzgün hikayemiz.

Hatırlatacak bize şen çocukluğumuzu,

Erguvanlı bir bahçe, mor salkımlı bir duvar.

(Ziya Osman)

Bahçe; kimimiz için çoktan sararmaya durmuş bir fotoğraf, unutulmaya yüz tutmuş anılar yurdu kimimiz için duyulmuş ancak görülmemiş bir masal ülkesi.

Önce çiçekler soldu, ağaçlar kurudu, sonra sustu bahçeler küserek terk etti evlerin önünü. Serçeler, kelebekler uzaklaştı bütün mevsimleri de alarak kanatlarının altına. Bir hatıra gibi taşıdık çiçekleri saksılara, bir yazıt gibi ağaçları parklara. Duldasında, gölgesinde silindi rengarenk bahçelerin, sonsuz bir saklambaç oyununda kayboldu çocukluğumuz. Kaybolan ne bir bahçe ne bir çocukluk, koca bir dünya idi yokluğunun farkına vardığımızda. 

Şimdilerde evler bahçesiz, yetim çocuklar gibi. Şimdilerde evler sessiz. Şimdilerde küçücük balkonlarda kuruyor çamaşırlar, küçücük balkonlarda bahçe hayali yeşertmeye çalışıyoruz çocukların zihinlerinde.

Yağmur suyunun tadını, bir ağaç altında yorgunluktan uykuya dalmanın huzurunu, yanı başlarından havalanan serçelerin heyecanını yaşayamadan büyüyor çocuklarımız. 

Başkalarının hayatını yaşıyor gibi yaşıyoruz bizler de hiç bir zaman her şeyiyle bizim olmayacak soğuk evlerde.  Mevsimlerin, yeşilin, bütün renklerin uzağında kalbimiz, gözlerimiz. 

Çıksak bir seher vakti yahut akşam üstü yürümeye, ansızın omzumuza dokunan bir dut dalı,  gölgesinde nefes alacağımız bir ceviz ağacı uzatmıyor kollarını alçak duvarlardan. İğde, ıhlamur kokuları çağırmıyor dalgın adımlarla arşınlarken yolları. Çiçekli bir vişnenin mütebessim selamından da uzağız hayli zamandır. Nazlı nazlı salınarak bir kedi eşlik etmiyor adımlarımıza yanı başımızda uzanan bir bahçe duvarı üzerinde. Nicedir yas yeri evler, sokaklar, şehirler.  Caddeler yoruyor, sokaklar boğuyor, dört duvar üzerimize yürüyor ve hep kurtulmak istiyoruz kendi  ellerimizle kurduğumuz dünyadan. Uzakları özlüyoruz, başka şehirleri, başka ülkeleri. Nicedir sırtını dağlara, yamaçlara vermiş bahçeli ev resimleri yok öğrencilerin resim defterlerinde. Nicedir bir bahçe kapısını aralayamamaktan kederli ellerimiz. Çocuklar evlerin içinde değil parklarda, oyun alanlarında kendilerine emanet edilen küçücük mutluluklarla teselli buluyor. Huzura açılmıyor kapılar ve evlerin kapısında her sabah, her akşam aynı soğukluk.

Bahçesiz, üst üste yığılan evlerimiz de bizler gibi nefes almaya muhtaç. Toprak kokmuyor kapı önleri, bizden bir şeyler sinmiyor evlerimizin pencerelerine, duvarlarına; huzura açılmıyor kapılar içerden dışarı, dışarıdan içeri. Parklarda, yol kenarlarında mahzun ağaçlar, çiçekler. Kuşlar küskün, kediler sahipsiz, karıncalar şaşkın. Sadece birkaç metrekarelik bir toprak parçası değil bahçeyle bizden uzaklaşan koca bir âlem. Bahçesiz evler, ev değil tünek şehrin uğultusundan kendimizi içine attığımız. Bahçesiz evler, ev değil barınak yaşamak tufanından kurtulmak için bir köşesine sığındığımız. Bahçesi olmayan ev nedir ki soğuk ve renksiz dört duvardan, gidip gelip içinde boğulduğumuz kasvetten başka. 

Bahçe; evin dışındaki dünya, dünyanın dışındaki hayat. Bahçe, göğe, sonsuzluğa açılan penceresi evlerin. Bahçe, biz binbir mevsimi içinde yaşamış olsak da belli ki bir mevsimlik rüya. 



9 Haziran 2021 Çarşamba

"hatırası var"

 

Onunla tanışıp muhabbet etme bahtiyarlığına eriştiğimde ilkokulu yeni bitirmiş bir çocuktum. O kaç yaşındaydı bilmiyorum. Tok sesinde bir huzur, soğuk yüzünde insanı etkileyen bir gizem vardı. dökseniz kalbinizdeki sırları hepsini dinleyecek kadar sabırlı, sırrınızı kimseyle paylaşmayacak kadar güven telkin eden bir duruşun sahibiydi.

Nerede açmıştı dünyaya gözlerini, nerede çıkmıştı insan içine, nerelerde dolaşarak hangi uzak iklimlerden geçerek gelmişti de karşıma yollarımız kesişmişti, meçhul. Ne bir yorgunluk ne bıkkınlık oturduğu mekanda. Haydi, der demez yola çıkmayı reddetmeyen bir arkadaş; siz yorulmadan yürümeyi bırakmayan yoldaş... Dışarıdan duyulduğunda gürültüye benzeyen sesini yakınında iken müziğe çevirebilen bir sihirbaz... Ne kadar sert davranırsanız da incinmeyen, gücenmeyen bir kemal sahibi. Kalbinizin, zihninizin resmini en hızlı çizen ressam. Ona yakın olmak başka bir âlemle temas kurmak gibiydi, başka bir boyuta geçmek gibi.

Şanslıydım emsallerime göre.

Aradan geçen onca seneye rağmen bugün dahi düşündüğümde onunla geçen vakitleri, ona olan sevgimi, hüzünle karışık bir mutluluk gelip oturuyor kalbimin orta yerine. Ellerime bakıyorum, parmaklarımın uçlarına. Gözlerimi kapatıp onun sesini hatırlamaya çalışıyorum.  Uçup geliyor uzaklardan yorgun kuşlar gibi sarı teksir kağıtları masamın üzerine. Çocukluğum, ilk gençliğim el sallıyor uzaklardan. O zamanlar sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen şiirlerimi, kısacık hikayelerimi ilk görendi o. Sonraki zamanlarda hiçbir şey dolduramadı onun yerini.

Orta okul birinci sınıfta daktilografi dersinde tanıştım daktilo ile. Sınıfı, sınıfının kokusu bile başkaydı daktilo dersinin. Sınıfın kapısı önünde okul numaramıza göre sıraya girer, öğretmenin bizi içeriye almasını beklerdik teneffüs bitmeden. Uzun bir sınıf, karatahta yerine duvarda büyük bir klavye resmi, her öğrencinin önünde kalın bez bir örtünün altında kocaman daktilolar. Öyle hemen örtüleri kaldırıp kağıdı takarak yazmaya başlamamız istenmedi elbette. Önce daktilo örtüsünün nasıl kaldırıldığının ve katlandığının dersini aldık, sonra daktilo karşısında nasıl oturulması gerektiğinin. Bir karton parçasına çizdiğimiz F klavye resmi üzerinde günlerce parmaklarımızı alıştırdık harflerin yerine.

Birinci dönem sonuna geldiğimizde kağıt takma, kağıdın kenar boşluğunu ayarlama, satır aralığı seçme, şerit sarma derslerini geçerek nihayet yazma aşamasına ulaştık. Yazarken tuşlara bakmak yerine duvardaki klavye resmine bakmamız ve dik oturmamız, sol ayağımızı hafif ileride tutmamız gerekiyordu. Satır sonuna ulaşıldığında duyulan küçük zil sesi, şaryo sesleri, tuş sesleri, makara sesleri... Gözlerimiz karşıda, satır sonuna ulaştığımızda dahi daktilonun yüzüne bakmadan şaryoyu başa alarak yazdık... yazdık. Aslında tüm kağıtlara yazdığımız, harflerin yerini ezberleyebilmemiz ve parmaklarımızı klavyeden kaldırmadan yazabilmemiz için sıralanmış anlamsız bir cümle idi: Kara kara kartallar, karlı iyi tarla ararlar.

Mekanik tıkırtılarla doğaçlama müzik yapılan bir orkestra gibiydi koca sınıf.

Dilekçeler, tutanaklar, iş mektupları yazdık, sol tarafımıza konulan, dikey açılan küçük daktilografi kitabına baka baka. Bazen kısa mesafeli bir koşuya çıkar gibi karşımızda kronometre tutularak yazdık. Son demlerde aynı harflerden oluşan desen, çiçek çalışmaları bile yaptık. Başkalarını bilmem fakat benim için daktilografi, en keyiflisi idi derslerin, okul içinde başka bir dünyaya gezmeye gitmek gibiydi. Saymaya kalksam aynı sınıfta okuduğumuz orta okul arkadaşlarımı, çoğunun adını dahi hatırlayamam ama o okuldaki daktiloların sesleri, isimleri halen zihnimde: Robotron, Olivetti, Erika, Olympia...

Liseye daktilografi dersinin olmadığı başka bir okulda başladım. Çoğu zaman büroda, idareci odalarında uzaktan uzağa bir derin bir hasretle bakıştık ama hasret gideremedik. Ta ki herkesin daktiloları terk edip akın akın bilgisayara hücum ettiği yıllara kadar. Üniversite birinci sınıfta nihayet Olympia marka, çanta tipi, ikinci el bir daktilo ile kesişti yollarımız. Sanıyordum ki bir daktilom olsa sayfalar dolusu hikaye yazacağım. Sanıyordum ki bir daktilom olsa yazdıklarıma bir düzen vereceğim. Sanıyordum ki tuşlara dokundukça kendinden geçen bir piyanist gibi dünyanın en güzel ezgileriyle çınlatacağım odamın her yerini. Hayallerimdeki gibi değilse de yüklendi hevesimi, kahrımı, derdimi daktilom üç beş sene. Kanatsız kuşlar yolladım uzaklara, mektuplar yazdım onun sayesinde. Şiirlerimi küçük bir dosya halinle onun bana verdiği heyecanla dönüştürdüm. Öğretmenlikte lazım olur düşüncesiyle bir de şiir seçkisi hazırladım hatta onunla. Ta ki bana bir gün kırılıncaya kadar sürdü yoldaşlığımız, sırdaşlığımız. Ne ettim, kime gösterdimse derman bulamadım derdine. Yıllar yılı her ev taşımamızda taşındı bizimle o da dilsiz bir aile ferdi gibi. Bazen masamın yanında durdu, bazen kitaplarımın. Tozlandı, küstü, sesi uzaklaştıysa da kalbimden, hasreti silinmedi. Onunla kağıda aktardığım şiirler, yazılar kaldı kitaplar, defterler arasında ve kaldı on parmağımda yüzük gibi yadigar F klavyenin izi.

Bana pek sert vurmuşlar bir yerlerim ağrıyor

Ya gün boyu bastıran bu uyku

Sevincin sesi çıkmıyor

(Behçet Necatigil)

Ben daktiloyla öğrendim yazarken her harfin dahi zahmet gerektirdiğini, bir yanlışı düzeltmek için verilen emeği. O öğretti bana yazarken düşünmeyi, yazı disiplinini, yazarken hataları en aza indirgemeyi. Onunla bildim bir mısra, bir cümle için yalnız kalbin değil ellerin de çırpınmasının değerini. Sözün, yazının kâğıda düşmeden dünyaya inmediğini, kalbe değmediğini.

Herkesin ihtiyacına göre yanına vardığı, biraz sesi fazla çıksa da naz etmeden her işe koşan, hayatın tam merkezinde nefes alıp veren biricik kahramandı daktilo. Kiminin ekmek kapısıydı, kiminin iş yerindeki en büyük yardımcısı, kiminin can dostu. İşi yalnızca yazıyla, kelimelerle olanların yoldaşıydı. Kaç resmi yazışma onun sırtından geçti, kaç karar onun sesiyle kağıda döküldü, kaç eserin ruhu onunla vücut bularak görünür oldu bu alemde bilinmez. O, dünyanın her yerinde, yazı medeniyetinin son büyük temsilcisiydi. Markaları, modelleri hatta klavye dizimi başka başka da olsa daktilo; ruhumuzun, kalbimizin, hangi kapılarda çarık eskittiğimizin şahidiydi biraz da.

Bazıları tarafından işlevini yitirmiş bir eşya düşüncesiyle kaldırılmışsa da depolara, çatılara; onu yalnızca bir yazı aracı olarak görmeyip halen hürmet edenler de var onun hatırasına. Duvardaki solgun resim, defter arasındaki kuru çiçek, masa üzerindeki eski şamdan ne ise daktilo da odur aslında. Meydan savaşından çıkmış askerler gibi yorgun, yaralı daktilolar; hatıralarda yankılanan sesleriyle süslüyor vefalı evlerin, kıymet bilir otantik mekanların başköşesini. Varsın kiminin tuşları eksik, kiminin şeridi kurumuş, kiminin şaryosu bozuk olsun.

6 Haziran 2021 Pazar

yorgunluk kuşu

 

Günler birbirine benzemeye başladığında ve artık günlerin isimlerini karıştırır hâle geldiğimizde; ayların, haftaların peşinde koşmayı bırakıp onların bize doğru koştuğunu fark ettiğimizde, dört yanımızı saran boşluğun uğultusunun içimizde çınladığını duymaya başladığımızda, kıyının her geçen gün biraz daha uzaklaştığını hissettiğimizde, kocaman gölgesiyle bir kuş dönmeye başlar başımızın üzerinde. Başımızı kaldırıp bakamayız rengine, istesek de sağa sola kaçamayız. Koşmaktan bitkin düşmüş çaresiz bir av gibi kıvrılır bekleriz bulunduğumuz yerde, gelir ve kanatlarının efsunlu rüzgarıyla omuzlarımıza iner yorgunluk kuşu. Kirpiklerimizde, gözkapaklarımızda, parmak uçlarımızda dahi hissederiz onun ağırlığını lakin sesini duyamaz, yüzünü göremeyiz. Ne halimizi sorar ne yaşımızı konduğunda omuzlarımıza.  O andan sonra ne dünlerin sevinci kalır içimizde ne yarınların umudu. Uyuruz, ayakucumuzda uyur bizimle; uyanırız baş ucumuzda karşılar bizi. Ayrılmaz yanımızdan, içimizden. Dilimiz dönmese, dudaklarımız kımıldamasa da tek kelime gürültüyle yuvarlanır, yankılanır içimizde: Yoruldum. Çabaların, hayallerin, heveslerin bittiği yerde kalbin en derin köşesine yığılan tortudur yorgunluk.

Yorulmaktır cihan-ı köhneyi tamire uğraşmak.

(Keçecizade İzzet Molla)

Aslında dünyaya yorgun geliriz hepimiz ancak dünyanın rengi,telaşı; keser ağrısını ezelden içimize işlemiş yorgunlukların bir süreliğine. Uçmayı yeni öğrenmiş bir kuş gibi boşluğu kanatlarımızın altına, koşmayı yeni öğrenmiş bir tay gibi rüzgârı yelelerimize doldururuz. Gökyüzünün bize ait olduğunu zannederiz; yeryüzünün bize ait olduğunu. Sanırız ki her yokuşun arkası düzlük, sanırız ki her ayrılığın sonu vuslat, her gecenin sonu sabah. Çırpınır dururuz birkaç kulaç sonrasında huzurla dolu bir adaya ulaşabilmek hayaliyle dalgalar arasında. Ne dağlar biter ne dalgalar oysa. Hep aynı merdivende basamakları saymaktan, hep aynı yolda kanayan ayaklarla yürümekten yoruluruz. Yalnız yürümek, çırpınmak değildir yoran insanı. Çaresizce bir meçhulü beklemekten, sessizce hayatı izlemekten, iç çekmekten, düşünmekten, özlemekten de yoruluruz.

Dünyaya ait olmadığımızı anladığımızda ve dünyada hiç bir şeye sahip olamayacağımızı bildiğimizde çalmaya başlar yorgunluğun hazin şarkısı ruhumuzun derinliklerinde. Dünyayı yadırgamanın, dünyada suskun bir yabancı olmanın ilk adımıdır; ömür defterine en güzel cümleleri yazmayı ümit ederken kalem elde uyuyakalmanın adıdır yorgunluk.

Yorgunum ayna ayna bakınıp durmalardan

Dipsiz derin sularda boy vermekten yorgunum

(Hüseyin Akkaya)

Anlık cesaretlerle yahut kimi mecburiyetler yüzünden bıraksak da kendimizi hayatın hızla akan ırmağına, çabucak çekiliyoruz soluk soluğa sessiz bir kıyıya. Yorgunuz, gün boyu yorgunluklar biriktirerek dönüyoruz akşamları evimize ve yorgunluklar biriktirdiğimiz rüyalarla açıyoruz gözlerimizi yeni sabaha. Üşeniyoruz anlatmaya içimizi griye boyayan umutsuzlukları, anlatmak da istemiyoruz anlaşılmak da.

Yorgunuz bütün kıyılarından içe doğru çekilen durgun sular kadar, beslese de yağmurlar kalbimizi. Yorgunuz aynı bahçede sürekli toprağın bağrına yürüyen ya da göğe uzanan ağaçlar gibi, süslese de bahar gülüşlerimizi. Aynı şiiri dolamaktan dilimize, aynı rüyayı çağırmaktan uykumuza yorgunuz. Yorgunuz akvaryumun kenarına sığınan küçük balıklar gibi.

Ne bir ağaç var altında unutarak her şeyi, dünyanın kıyısına çekileceğimiz ne de bir dağ başı var hayatı sırtımızdan atarak omzuna başımızı koyabileceğimiz. Ne kabuslarımızı anlatacağımız billur bir pınar ne kalbimizdeki ağrıyı unutturacak derin bir uyku var.

İstemekten, koşmaktan, hayal etmekten, çarpmaktan, düşmekten yorgunuz.  İmtihanlardan, sorulardan, sonuçlardan, sınıfta kalmalardan yorgunuz. Kuyulara, rüzgarlara Yusuf'u, ceylanlara Leyla'yı sormaktan yorgunuz. Yorgunuz yıldızları saymaktan,  kalbimizde düşen kaleleri işaretlemekten, dostların zihnimizdeki resmini silmekten, gitmekten, gelmekten, bizden habersiz dökülen takvim yapraklarını yerlerden toplamaktan, dünleri unutmaktan, yarınlara ümit duymaktan.

Aynı istasyonda her gidene el sallamaktan da yorgunuz, aynı ufka gözlerimizi çivili bırakmaktan da. Hiç gelmeyecek o gemiyi beklemekten yorgunuz. Bir mana aramaktan yorgunuz anlamı değişen yorgun kelimelere. Pencere önünde yol gözlemekten gözlerimiz, sonu görünmeyen kıvrım kıvrım yollarda tükenmekten, bitmeyen yokuşları tırmanmaktan ayaklarımız yorgun.  Gözlerimizde taşıdığımız buluttan kirpiklerimiz, zoraki tebessümlerden yüzümüz yorgun. Sürekli yön değiştiren fırtınayla yarışmaktan, yel değirmenleriyle savaşmaktan yorgunuz.  Kalbimiz yorgun onarmaktan kırıklarını.

Yorgunluk nasır elimizde ayağımızda, gözlerimizin sönen nuru, omuzlarımızda yük, kalbimizde ağrı, başımızda duman.

Yorulduğumuzda anlıyoruz, yorulan yalnız biz değiliz yorgun dünyada. Çeşmeler akmaktan, serçeler uçmaktan yorgun. Mevsimler yorgun dolaşarak dünyayı, örtüsünü değiştirmekten yeryüzünün. Zaman yorgun, yürümekten hiçliğe. Çiçekler renk yorgunu, ağaçlar meyve.  Pervane dönmekten yorgun mumun etrafında, mum yanmaktan geceden sehere. Bulutlar yorgun süslemekten gökyüzünü ve yorgun denizler bir dalgalanıp bir durulmaktan. Dağlar yorgun dağ olmaktan, birbirine yaslanmaktan; çöller yorgun kavrulmaktan. Gece, siyahından yorgun; bülbül bitmeyen âhından. Trenler, istasyonlar, yollar da yorgun yolcular gibi. Yorgun, mezarların başında bekleyen taşlar bile. Gölgeler yorgun yürümekten sahibiyle. Hikayeler, masallar, ninniler yorgun; tekrar tekrar sesle vücut bulmaktan. Sevgiler, hicranlar, intizarlar, sözler yorgun.

Bütün şiirler, şarkılar, kıssalar yaşamaktan yorulduğumuz yerde buluyor ruhumuzdaki karşılığını. Yorulduğumuz yerde yıkılıyor hayatın camdan kuleleri. Yorulduğumuz yerde dökülmeye başlıyor ellerimiz, yüzümüz toprağa.

Ne yorgun inliyor sahilde sesin!

Ruhunun hicranı akşamla eş mi?

(Ahmet Hamdi Tanpınar)

Yorgunsun, kalkmıyor elin kolun uzanmak için hayata. Ağzına kan tadı geliyor konuşmaya kalkışsan. Saksıda solmayı bekleyen menekşe, dalında rüzgârı bekleyen yaprak gibisin. Okyanusu ararken kaybolmuş bir ırmağın durgunluğu sözlerinde. Damarlarındaki kanla yarışan doru atlar gibi koşamıyorsun kıyısında denizlerin, dolaşıyor ayakların birbirine. Dünyaya ait sevinçler, ümitler merhem olmuyor bastırdığın hiç bir yaraya. Kendinden dahi sıkılıyor, kendine gelmek istemiyorsun. Ruhun yorgun peronlarda dilsiz sızıları ağırlamaktan.

Aynadaki yüzüne her baktığında gördüğün bin yıllık yorgunluk. Asırlar evvel terk edilmiş bir evin, çiçek ölüleriyle dolu bir bahçenin sessizliği üzerinde. Bir bıkkınlık denizinde sağırsın bütün seslere. Acı suyla dolu iki dipsiz kuyu gözlerin, karanlık damlıyor kirpiklerinden. Durup durup kendini kendine uğurluyorsun, kendini hiçliğe. Derinleşiyor çizgilerin gölgesi gözlerinin altında, alnında. Parmaklarının farkı yok kuru bir ağaç dalından. Yorgunsun sahipsiz bir kıyıda sessiz ilahiler mırıldanmaktan. Yorgunsun çıkmayan rüyalarda titreyen kalbine rastlamaktan.

 

3 Aralık 2020 Perşembe

yürümek

 

Pek çok şeyi olduğu gibi yürümeyi de unutturdu bizlere hayatın hızı. Bir akşamüzeri yahut bir sabah vakti, hiçbir yere yetişme çabası içerisinde olmadan bahşedilen her günün yeni bir gün, yürünen her yolun yeni bir yol olduğunun farkına vara vara; baktığımız gökyüzünün dünkü gökyüzü, uzaktaki dağların dünkü dağlar olmadığını düşüne düşüne attığımız adımlar, yerini telaşlı ve aceleci bir sürüklenişe bırakalı çok oluyor. Caddeler, yollar boğulsa da insan seliyle yürüyüşlerimiz yalnızca bir yerden başka bir yere taşıma çabası gövdemizi, yalnızca yakalama çabası kaçtığına inandığımız zamanı. Kilitli bir oda kapısı yürümek, anahtarını nereye koyduğumuzu unuttuğumuz.

Belki de yürümeyi unutturmadı dünyanın hızı bize, her şeyi ezberlettiği gibi ezberletti. Bebekken kocaman bir cesaretle düşe kalka attığımız küçücük ilk adımları unuttuk ezberledikçe yürümeyi. Çocuklar gibi yürümeyi unuttuk. Görmez olduk yürüdükçe kıpırdadığını dünyanın ayaklarımız altında. Unuttuk hiçbir şeye tutunmadan, hiç kimseden yardım almadan; sağa sola, geriye öne bakmadan bir kelebeğin, bir kedinin ardından yürümeyi. Düşmeyi de unuttuk doğrulmayı da ve unuttuk her adımda kendi mayamızdan bir şeye, kendimize dokunur gibi basarak toprağın bağrına yürümeyi.

Kendi içine yürümek ve saatler boyu kimselere rastlamamak...

İşte erişilmesi gereken şey bizler için.

(Rainer Maria Rilke)

Susarak içimize doğru ve dinleyerek hiçliği, sessizliği attığımız adımlar, çocukluğumuz gibi kaldı uzaklarda. Her sabah hayatın, dünyanın acemisi olduğumuz hissinin yerini; dünlerden kalan bayat işlere teslim etmek bağımlılığına kaptırdık. Yürümek artık yük ayaklarımıza; bedenlerimiz, ümitlerimiz, hayallerimiz gibi ağır bir yük. Kafesinden çıkmak istemeyen evcil, ürkek bir kuş gibi benliğimiz. Yürümekten korkuyoruz, yürürken unutmaktan dünyayı, yürürken geç kalmaktan dünyaya, yürürken kaybolmaktan içimizin sokaklarında korkuyoruz. Bir şiirin gelip kalbimizin ucuna konmasından, bir şarkının dilimize takılmasından, bir duanın, ayetin içimizi aydınlatmasından, yanından geçtiğimiz bir ağacın selamını duymaktan, bir karınca sürüsü ile tanışmaktan, kuşların neşesini, çiçeklerin davetini duymaktan yahut ansızın yağmura, fırtınaya yakalanmaktan korkuyoruz. Yanlış istasyonlarda, yanlış duraklarda bekleyerek erteliyoruz yürümenin sunduğu hürriyeti. Esiriyiz durmanın, beklemenin, kalabalıklar arasında iki ayağımız üzerinde sürüklenmenin, yürüyememenin. 

Oysa yürümek, insanoğluna bahşedilen nimetlerin en büyüğü. Bütün dertlerin, acıların en büyük ilacı. Yalnız geldiğimiz dünyada aslında hep yalnız olduğumuzun hatırlatıcısı. İnsanın, kainatın ve kalbinin ahengine eşlik edebilmesi için verilmiş bir iksir.

Yürümek, fıtri bir lisanı anlamak, o lisanın manasına boyanmak biraz da. Bu lisanı hecelerken fark ederiz; bulutlar yürür, dağlar yürür; yıldızlar, ırmaklar, rüzgâr yürür. Ağaçta dal, çiçekte yaprak yürür. Kalpte hasret, damarda kan, yanakta gözyaşı yürür. Gecede ay, gündüzde gün yürür. Karanlık aydınlığa, kış yaza yürür. Tohum toprağa, toprak bahara… Hep aynı yerde durduğunu sandığımız ağaçlar dahi yürür hem göğe hem yere hem çiçeği hem meyveye. Bildiğimiz bütün harfleri, kelimeleri, cümleleri unuttuğumuz, değil konuşmak düşünmekten bile uzağa düştüğümüz yerde başlar yürümenin gerçeği.

Zorlamadan mesafeyi,

Yolları sıkmadan yürü!

(Arif Nihat Asya)

Her ne kadar kuşlara bulutlara imrensek de içten içe, insanın kanatları ayaklarıdır. Duvarların, tavanın, ayak bastığımız yerin, etrafımızdaki nesnelerin ve hareketsiz her şeyin prangalarından kurtulmaktır adım atmak bir ileriye. Terk ederken her şeyi, kendine yönelmek; ayrılırken her şeyden kendine yaklaşmaktır yürümek ve kaç yıl yaşarsak yaşayalım dünyada aslında adımlarımızın yönü, izi kadar nasibimizi almışızdır hayattan.

Tıpkı sesimiz, konuşmamız, sevinçlerimiz, hüzünlerimiz gibi yürüyüşümüz de bize hastır ve bize dair çok şey söyler etrafımıza zira insan yürüyüşünde gizlidir biraz da. Hızlı ya da yavaş, ahenkli yahut ahenksiz, ürkek veya emin her yürüme tarzı bir ruh halinin aynasıdır dışa yansıyan. Adımlarımız parmak izlerimiz, avuç içlerimizdeki çizgiler gibidir okumayı bilenler için.

Yürümek; kalbi çıkararak dünya kafesinden toprağa bırakmak,  zihnin surlarını yıkmak, düşünceleri yıkamaktır. Dünya telaşsının dolaşık bir yumağa çevirdiği kalp ve düşünceler ancak suskun atılan adımlarla çözülür. Suskun adımlarla yırtılır gözümüzdeki perde. Alnımızın ortasını her gün döven çekiç, her sabah gözümüzü açtığımızda içine düştüğümüz iğneli fıçı ancak adımlarla uzağımıza düşer. Doğrudur içimizi titreten şiirlerin, yürürken gönlüne düştüğü şairlerin.

Adım attıkça geride kalır dünya nereye, nerede yürürsek yürüyelim. Adım attıkça geride kalır ve küçülür bütün büyük sıkıntılar, kederler.  Yürüyerek çözülür bağı dilimizin, dizimizin. Yürüyene açar bağrını geçit vermeyen dağlar, kayalıklar. Zannedilenin aksine dünyada iz bırakmak için değil dünyanın içimizdeki izini silmek verilmiştir yürümek nimeti en çok. Yürüyene sırrını ifşa eder kainat. Yürüdükçe dökülür kalbimizden, ruhumuzdan, parmaklarımızdan ağrı, yürüdükçe yenilenir toprağımız. Belki de bu yüzden hastalar yürüye yürüye varır sağlığa, mahpuslar volta ata ata eritir dört duvar arasında katılaşan zamanı.

Bu dehr-i fenada düşme figane

Bir fenasız gülsitane var yürü

(Erzurumlu Emrah)

Zamansızlığın ve mekânsızlığın sınırlarını zorlamaktır tek başımıza çıktığımız her yürüyüş, hep içinde dönüp durduğumuz daireden firar ederek bilinmeyen bir yola düşmektir ki aslında yol da yoktur ortada. Durmak kolaydır, yürümek zor. Durmak çürümektir, yürümek yenilenmek.

Yürümek türlü türlü, yürümek başka başka. Her şeyi öteleyerek, erteleyerek çıkarıp dünya gömleğini sırtımızdan yürümek…  Ağaçlar, taşlar, çalılar içinde yürümek; yolda, kaldırımda, sahilde yürümek; dağda, ovada yürümek ve bir kalpte yürümek. Gece yürümek, gündüz yürümek, baharda, kışta, güneşte yürümek. Bir kitabın sayfalarında, bir şiirin mısralarında yürümek. Kelimelere sığmayan dualarla, gözyaşlarını savura savura, hıçkırıklara boğula boğula yürümek. Sıradanlığın, ezberlerin ayakkabılarını çıkararak hatırlamak için yürümek, unutmak için yürümek, bulmak için yürümek, kaybetmek için yürümek… Uykudan uyanarak bilmediği bir âleme düşmüş gibi yürümek. Yürüyemeyenin rüyası, hastanın duası, yürüyebilenin farkına varmadığı hazine yürümek, mağlupların, kaybedenlerin, yıkılanların düşenlerin âsası. Bir ırmağı takip ederek, bir yıldıza bakarak yürümek, rüzgârlara bırakıp ellerimizi, gölgemizi dahi terk ederek yürümek. Yürümek yola teslim etmektir ayakları ve cümle varlığı.

kasım, 2020