Ahmet Hamdi Tanpınar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmet Hamdi Tanpınar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Haziran 2021 Pazar

yorgunluk kuşu

 

Günler birbirine benzemeye başladığında ve artık günlerin isimlerini karıştırır hâle geldiğimizde; ayların, haftaların peşinde koşmayı bırakıp onların bize doğru koştuğunu fark ettiğimizde, dört yanımızı saran boşluğun uğultusunun içimizde çınladığını duymaya başladığımızda, kıyının her geçen gün biraz daha uzaklaştığını hissettiğimizde, kocaman gölgesiyle bir kuş dönmeye başlar başımızın üzerinde. Başımızı kaldırıp bakamayız rengine, istesek de sağa sola kaçamayız. Koşmaktan bitkin düşmüş çaresiz bir av gibi kıvrılır bekleriz bulunduğumuz yerde, gelir ve kanatlarının efsunlu rüzgarıyla omuzlarımıza iner yorgunluk kuşu. Kirpiklerimizde, gözkapaklarımızda, parmak uçlarımızda dahi hissederiz onun ağırlığını lakin sesini duyamaz, yüzünü göremeyiz. Ne halimizi sorar ne yaşımızı konduğunda omuzlarımıza.  O andan sonra ne dünlerin sevinci kalır içimizde ne yarınların umudu. Uyuruz, ayakucumuzda uyur bizimle; uyanırız baş ucumuzda karşılar bizi. Ayrılmaz yanımızdan, içimizden. Dilimiz dönmese, dudaklarımız kımıldamasa da tek kelime gürültüyle yuvarlanır, yankılanır içimizde: Yoruldum. Çabaların, hayallerin, heveslerin bittiği yerde kalbin en derin köşesine yığılan tortudur yorgunluk.

Yorulmaktır cihan-ı köhneyi tamire uğraşmak.

(Keçecizade İzzet Molla)

Aslında dünyaya yorgun geliriz hepimiz ancak dünyanın rengi,telaşı; keser ağrısını ezelden içimize işlemiş yorgunlukların bir süreliğine. Uçmayı yeni öğrenmiş bir kuş gibi boşluğu kanatlarımızın altına, koşmayı yeni öğrenmiş bir tay gibi rüzgârı yelelerimize doldururuz. Gökyüzünün bize ait olduğunu zannederiz; yeryüzünün bize ait olduğunu. Sanırız ki her yokuşun arkası düzlük, sanırız ki her ayrılığın sonu vuslat, her gecenin sonu sabah. Çırpınır dururuz birkaç kulaç sonrasında huzurla dolu bir adaya ulaşabilmek hayaliyle dalgalar arasında. Ne dağlar biter ne dalgalar oysa. Hep aynı merdivende basamakları saymaktan, hep aynı yolda kanayan ayaklarla yürümekten yoruluruz. Yalnız yürümek, çırpınmak değildir yoran insanı. Çaresizce bir meçhulü beklemekten, sessizce hayatı izlemekten, iç çekmekten, düşünmekten, özlemekten de yoruluruz.

Dünyaya ait olmadığımızı anladığımızda ve dünyada hiç bir şeye sahip olamayacağımızı bildiğimizde çalmaya başlar yorgunluğun hazin şarkısı ruhumuzun derinliklerinde. Dünyayı yadırgamanın, dünyada suskun bir yabancı olmanın ilk adımıdır; ömür defterine en güzel cümleleri yazmayı ümit ederken kalem elde uyuyakalmanın adıdır yorgunluk.

Yorgunum ayna ayna bakınıp durmalardan

Dipsiz derin sularda boy vermekten yorgunum

(Hüseyin Akkaya)

Anlık cesaretlerle yahut kimi mecburiyetler yüzünden bıraksak da kendimizi hayatın hızla akan ırmağına, çabucak çekiliyoruz soluk soluğa sessiz bir kıyıya. Yorgunuz, gün boyu yorgunluklar biriktirerek dönüyoruz akşamları evimize ve yorgunluklar biriktirdiğimiz rüyalarla açıyoruz gözlerimizi yeni sabaha. Üşeniyoruz anlatmaya içimizi griye boyayan umutsuzlukları, anlatmak da istemiyoruz anlaşılmak da.

Yorgunuz bütün kıyılarından içe doğru çekilen durgun sular kadar, beslese de yağmurlar kalbimizi. Yorgunuz aynı bahçede sürekli toprağın bağrına yürüyen ya da göğe uzanan ağaçlar gibi, süslese de bahar gülüşlerimizi. Aynı şiiri dolamaktan dilimize, aynı rüyayı çağırmaktan uykumuza yorgunuz. Yorgunuz akvaryumun kenarına sığınan küçük balıklar gibi.

Ne bir ağaç var altında unutarak her şeyi, dünyanın kıyısına çekileceğimiz ne de bir dağ başı var hayatı sırtımızdan atarak omzuna başımızı koyabileceğimiz. Ne kabuslarımızı anlatacağımız billur bir pınar ne kalbimizdeki ağrıyı unutturacak derin bir uyku var.

İstemekten, koşmaktan, hayal etmekten, çarpmaktan, düşmekten yorgunuz.  İmtihanlardan, sorulardan, sonuçlardan, sınıfta kalmalardan yorgunuz. Kuyulara, rüzgarlara Yusuf'u, ceylanlara Leyla'yı sormaktan yorgunuz. Yorgunuz yıldızları saymaktan,  kalbimizde düşen kaleleri işaretlemekten, dostların zihnimizdeki resmini silmekten, gitmekten, gelmekten, bizden habersiz dökülen takvim yapraklarını yerlerden toplamaktan, dünleri unutmaktan, yarınlara ümit duymaktan.

Aynı istasyonda her gidene el sallamaktan da yorgunuz, aynı ufka gözlerimizi çivili bırakmaktan da. Hiç gelmeyecek o gemiyi beklemekten yorgunuz. Bir mana aramaktan yorgunuz anlamı değişen yorgun kelimelere. Pencere önünde yol gözlemekten gözlerimiz, sonu görünmeyen kıvrım kıvrım yollarda tükenmekten, bitmeyen yokuşları tırmanmaktan ayaklarımız yorgun.  Gözlerimizde taşıdığımız buluttan kirpiklerimiz, zoraki tebessümlerden yüzümüz yorgun. Sürekli yön değiştiren fırtınayla yarışmaktan, yel değirmenleriyle savaşmaktan yorgunuz.  Kalbimiz yorgun onarmaktan kırıklarını.

Yorgunluk nasır elimizde ayağımızda, gözlerimizin sönen nuru, omuzlarımızda yük, kalbimizde ağrı, başımızda duman.

Yorulduğumuzda anlıyoruz, yorulan yalnız biz değiliz yorgun dünyada. Çeşmeler akmaktan, serçeler uçmaktan yorgun. Mevsimler yorgun dolaşarak dünyayı, örtüsünü değiştirmekten yeryüzünün. Zaman yorgun, yürümekten hiçliğe. Çiçekler renk yorgunu, ağaçlar meyve.  Pervane dönmekten yorgun mumun etrafında, mum yanmaktan geceden sehere. Bulutlar yorgun süslemekten gökyüzünü ve yorgun denizler bir dalgalanıp bir durulmaktan. Dağlar yorgun dağ olmaktan, birbirine yaslanmaktan; çöller yorgun kavrulmaktan. Gece, siyahından yorgun; bülbül bitmeyen âhından. Trenler, istasyonlar, yollar da yorgun yolcular gibi. Yorgun, mezarların başında bekleyen taşlar bile. Gölgeler yorgun yürümekten sahibiyle. Hikayeler, masallar, ninniler yorgun; tekrar tekrar sesle vücut bulmaktan. Sevgiler, hicranlar, intizarlar, sözler yorgun.

Bütün şiirler, şarkılar, kıssalar yaşamaktan yorulduğumuz yerde buluyor ruhumuzdaki karşılığını. Yorulduğumuz yerde yıkılıyor hayatın camdan kuleleri. Yorulduğumuz yerde dökülmeye başlıyor ellerimiz, yüzümüz toprağa.

Ne yorgun inliyor sahilde sesin!

Ruhunun hicranı akşamla eş mi?

(Ahmet Hamdi Tanpınar)

Yorgunsun, kalkmıyor elin kolun uzanmak için hayata. Ağzına kan tadı geliyor konuşmaya kalkışsan. Saksıda solmayı bekleyen menekşe, dalında rüzgârı bekleyen yaprak gibisin. Okyanusu ararken kaybolmuş bir ırmağın durgunluğu sözlerinde. Damarlarındaki kanla yarışan doru atlar gibi koşamıyorsun kıyısında denizlerin, dolaşıyor ayakların birbirine. Dünyaya ait sevinçler, ümitler merhem olmuyor bastırdığın hiç bir yaraya. Kendinden dahi sıkılıyor, kendine gelmek istemiyorsun. Ruhun yorgun peronlarda dilsiz sızıları ağırlamaktan.

Aynadaki yüzüne her baktığında gördüğün bin yıllık yorgunluk. Asırlar evvel terk edilmiş bir evin, çiçek ölüleriyle dolu bir bahçenin sessizliği üzerinde. Bir bıkkınlık denizinde sağırsın bütün seslere. Acı suyla dolu iki dipsiz kuyu gözlerin, karanlık damlıyor kirpiklerinden. Durup durup kendini kendine uğurluyorsun, kendini hiçliğe. Derinleşiyor çizgilerin gölgesi gözlerinin altında, alnında. Parmaklarının farkı yok kuru bir ağaç dalından. Yorgunsun sahipsiz bir kıyıda sessiz ilahiler mırıldanmaktan. Yorgunsun çıkmayan rüyalarda titreyen kalbine rastlamaktan.

 

5 Ağustos 2020 Çarşamba

elimdeki dünya kolumdaki mutsuzluk

hüseyn kaya

Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner

(Ahmet Hamdi Tanpınar)

Onu kolunuza takıp da ilk ne zaman yürüdünüz yollarda?

İlk ne zaman elini tuttunuz?

Ya her şeyinizi ona emanet edip, sonra da onsuz yapamayacağınızı ne zaman fark ettiniz?

***

İlkokul birinci sınıfa yeni başlamıştım ve muhtemelen eylül ayıydı ilk kez bir çanta elime tutuşturulduğunda. İlk seferinde içinde ne olduğunu dahi bilmeden sıkı sıkıya kulpuna yapışarak sahiplendiğim çantamı tam üç yıl taşıdım evden okula, okuldan eve ve o çantanın ağırlığını değilse de resmini taşımaktayım halen hayal defterimde.

Otomatik kurşun kalemlerin en azından bizim memlekette henüz bilinmediği, silgi yerine zaman zaman ilaç şişelerinin lastik kapaklarının kullanılmaya yeltenildiği, bu gün çoğu zamane çocuklarına gençlerine mizah malzemesi olarak anlatılabilecek o değişik ve siyah beyaz dünyada ne büyük bir şanstı öyle renkli bir çantaya sahip olmak. Şanslı olduğumu ve çantanın ben yaşlardaki bir çocuk için ne derece önemli olduğunu biliyordum.

Sınıfıma, yaşıma göre oldukça büyük, turuncu ve koyu kırmızı renklerden oluşan iki kilitli çantamın, üç beş yıl kullanır fikriyle öyle boyumdan büyük alınmış olabileceğini düşündüğümde, çocukluk günlerim çoktan geride kalmış, çantam emekliye ayrılmıştı.

Her şeyden bir neticeye varmak niyetindeki vakti bol büyüklerin işi gücü bilhassa okul zamanı çocukların geleceğine dair kehanetlerde bulunmaktı ve çocuğun kalem hatta çanta tutuşundan dahi geleceğin karanlık sislerini aralayıp o çocuğun istikbali hakkında fikir yürütebiliyorlardı. Çantayı ters tutan bir çocuk kesinlikle tembeldi ve okumakta gözü yoktu. Tüm varlığının taşıdığı çantadan ibaret olduğunu bilen ve gerektiğinde iki eliyle onun kulpuna sıkı sıkı yapışan, altını suya çamura değdirmeyen, onu taşımayı ahenkli bir oyuna dönüştürmeyi başarabilen çocuklar ise gelecek vaat eden çocuklardı. Mahsus mu yaparlardı bilinmez; ama sırada duruşları, merdiven çıkışları, uzaktan onları görenlere mutlaka hep iyi şeyler söyletirdi. Onlar mutlaka adam olurlardı.

Naylon poşetlerin henüz piyasaya çıktığı ve yırtılıncaya kadar kullanıldığı o demlerde, okula çanta niyetine kullanılan poşetlerle gelen akranlarımız ise bu sınıflandırmadan muaf tutuldukları için en rahat çanta taşıyanlarımızdı.

Hele bir de kış aylarında, buz tutmuş yokuş aşağı bir yol görünce dayanamayıp çantasıyla kaymaya yeltenen tipler vardı ki büyükler nazarında bu çocuklar hepten kaybedilmiş sayılır öğrenciden bile sayılmazlardı.

Çocukluğunu benimle aynı zamanlarda yaşayan tüm akranlarım gibi mavi kaplı defterler ve kırmızı kaplı kitaplarla o çantaya kocaman bir dünya, bir hayat sığdırdım. Kaynamış yumurta, simit, peynir, zeytin ve somun kokuları ağırlığını en az hissettiğim yüklerimdi.

Dışı birbirine benzemese de çantalarımızın içinde hep aynı şeyleri taşıdık senelerce; boyanmış fasulyeler, ucuzundan bir sulu boya takımı, kullanılmaktan kısalmış farklı boylarda kalemlerden oluşan bir kuru boya takımı, gerektiğinde dayak yemek için öğretmene uzatılan tahta cetvel, abaküs, renkli olmasa da resimli incecik masal kitapları, Baki Kurtuluş’un ansiklopedileri, ilk sayfaları kaybolmuş sözlükler, yorgan iğnesiyle sayfaları dikilmiş atlaslar…

Sahip olamadığımız zaman zaman sırf bu yüzden kendimizi mahcup hissettiğimiz onca şeye rağmen zamane çocuklarından şanslıydık çünkü henüz beslenme çantası icat edilmemişti ve okula ikili sıra halinde girerken sırf yanımızdaki arkadaşımızın elinden tutmak için bir elimiz boşta kalıyordu.

***

Elbette, yalnız ben değildim çanta taşıyan. Öğrencilerden başka sünnetçilerin, doktorların, demiryolcuların,  müfettişlerin, bir de işini fazla önemsediği her halinden belli bazı öğretmenlerin ve memurların her daim yanlarında taşıdıkları çantalar vardı ki hepsinin mesleğini çantalarından tanımak ayırt etmek mümkündü.

Çoğunlukla çocukları korkutmak için alaycı bir ima ile her ortamda gösterilen sünnetçi çantaları, dik olarak üst tarafından açılabilen, alta doğru genişleyen tuhaf bir görünümde idi. Demiryolcularınki ise içinde sefer tası, gaz ocağı, fener gibi malzemelerin de sığabileceği bavula yakın biraz da bakımsız bir define sandığını anımsatan ahşap çantalardı. Müfettiş çantaları ise o dönemde ancak filmlerde görebildiğimiz çoğu şifreli bond tipi diye adlandırılan çantalar sınıfındaydı.

Meslek gereği taşınanlar dışındaki çantaların neredeyse birçoğu şaibeliydi ve genellikle ne iş yaptığı belli olmayan şüpheli şahıslar tarafından taşınırdı. Uzaktan göz ucuyla bu kişilerin gelip geçtiği saatlere dikkat eden, kaybolduğu sokakları izleyen birileri mutlaka olurdu.

***

İlkokulu iki çanta eskisiyle geride bırakarak ortaokula başladığımda artık yepyeni çantalar çıkmıştı piyasaya. Öğrenciliğim boyunca heveslendiğim; ama asla sahip olamadığım bond tipi şifreli çantalara hep iç çekerek baktım. Çantadan ziyade büyülü bir dünya gibiydi o şifrelerin altındaki görüntü benim için. Bilhassa hali vakti yerinde ailelerin biraz konu komşuya varlıklarını ima biraz da okula pek hevesi olmayan çocuklarını öğrenciliğe ısındırma niyetiyle aldıklarını düşündüğüm bu çantaları karşı kaldırımdan bile görür, taşıyan çocukların yüzlerindeki basit tebessümlerin aksine çantaların mutsuzluğunu her halükarda hissederdim.

Liseye başladığımda, üzerinde isimlerini dahi telaffuz edemediğimiz bir yığın popçunun, film oyuncusunun resimleri bulunan renkli klasörler, çantaların tahtını çoktan sallamaya başlamıştı. Yağmurda ve karda içindekileri korumakta yetersiz kaldığı gibi soğuk havalarda taşıması da ayrı bir eziyete dönüşen klasörleri, üzerlerindeki resimlerin de sorgusuz sualsiz her eve her okula rahatça girmesine vesile olduğu için sevemedim.

O zamanlar ancak matbaalarda yaptırılan, içine her ders için farklı bir defter formasının yerleştirildiği, mukavva kapaklı, kalın büyük defterler ise ne çantaya ne de klasöre ihtiyaç hissettiriyordu. Yalnız benim değil bir neslin elinden alınan çantanın yerine ilginç klasörler, ciltsiz kitaplar ve yalnız yarısı doldurulabilen kalın defterler tutuşturuldu birkaç sene içerisinde. Gerçi ilkokul öğrencilerinin sırtlarında ellerinde değişik, rengarenk ve bazıları tekerlekli çantalar, beslenme çantaları, resim çantaları, proje çantaları yine var fakat galiba bizim taşıdığımız dünya yok o çantaların içinde.

***

Yıllar sonra fark ettim ki değişik maksatlarla kullanılıyor olsalar da, çantalar; içlerindeki dünyalarla birlikte yalnız bizim değil annelerimizin, babalarımızın ellerinden de sıyrılmış ve bir yerlere kaldırılmış, bir yerlerde kaybolmuştu. Kulpları defalarca onarılan ve biraz pijama desenini andıran pazar çantaları; içine bırakılan veresiye defteriyle birlikte yollarda çocukların zaman zaman sürüyerek yürüdükleri, dibi ekmek kırıntıları ve kepekle dolu ekmek çantaları; yolculuğa çıkan konu komşuya akrabaya emanet edilen seyahat çantaları tüm renkleriyle birlikte dünyamızdan ayrılmıştı.

Eşya; medeniyettir ve eşyanın, kendisini kullanan hakkında çok sözü vardır zamana söyleyecek.

***

            Son zamanlarda yeniden ve çok sık görmeye başladım onu.

Başka başka kişilerin kollarında, ellerinde dolaşırken, bambaşka bir eda sezdim halinde.

Adeta çantasız kimse kalmasın düşüncesiyle piyasaya sürülmüş, her ihtiyaca yönelik ve türlü boyda üretilmiş çantaları masum ve iyi niyetli görmediğimden hep uzak durmaya çalışsam da kendimi onların cazibesinden kurtaramadım.

Herkes gibi gitgide kalabalıklaşan ceplerimi rahatlatmak ve lazım olanı aradığım vakit bulabilmek hevesiyle aldığım, her ortamda taşımaya müsait bir çantayla çıkıyorum dışarıya artık. Zira aklım dâhil, her şeyim ona emanet.

Küçük olmasına rağmen çantamın gitgide ağırlaştığının, yükümü hafifletirken kalbimi ağırlaştırdığının farkındayım. Bu halimle her geçen gün yavrusunu cebinde taşıyan kanguruya ya da evini sırtında taşıyan kaplumbağaya ne çok benzediğimin de farkındayım.

Telefon, kalem, çakı, mendil, bozuk para, çakmak, kimlik, kitap, defter… Ağırlık yapacak ne varsa bu dünyada hepsini taşıyorum çantamda. Yalnız huzura yer kalmıyor onun gözlerinde, bir de umuda. Bu eksiklikler yüzden olsa gerek çoğu zaman kendimi sokaklarda tembel öğrenciler gibi çantamı ters taşırken yakalıyorum.

Bazı yerlerde unuttuğum da oluyor onu, hatırlayıp almak için döndüğümde yüzünde hep o alaycı eda…


bahar şarkısı

hüseyn kaya

 

Hava birdenbire değişir, bulutları kendi aralarında garip bir telaş alır ve başınızı göğe kaldırdığınızda ansızın bir damla düşüverir göklerden yüzünüze, sonra bir damla elinize, bir damla daha… Yağmurun başladığını fark ettiğinizde artık çok geçtir. Sağa sola bakıp sığınacak bir yer arasanız da yakalanmışsınızdır bir kez yağmura. Şen ve oyun düşkünü küçücük bir kız çocuğu gibi siz kaçtıkça ondan, o habire kovalar sizi. Ya bu oyuna kendinizi kaptırır tamamen ıslanmayı göze alır ve şaşkın bakışlar arasında ıslanarak ve etrafa tebessümler dağıtarak ilerlersiniz yollarda ya da tüm işlerinizi unutup bir saçak altına sığınarak yağmurun sesiyle uzaklara dalarsınız dakikalarca.

***

Gökyüzünden değil de başka bir dünyadan düşüyor gibidir her bir yağmur damlası. Mağaza önlerinde, otobüs duraklarında onlarca insan birbiriyle konuşmadan, birbirinin yüzüne dahi bakmadan öylece bakakalır yollara, boşluğa. Yağmur yıkar götürür tüm gürültüleri, sesleri. Arabaların sesi azalır, etraftan yükselen müzik sesleri duyulmaz olur ve yalnız yağmur konuşur. O konuştukça rahmetle aydınlanır şehrin yüzü. Yüzlerce mısra üşüşür şairlerin kalbine, anneler çocuklarına şefkatle sarılır, toprak usulca kımıldar, ağaçların dallarına can yürür, serçeler bahar sarhoşluğuyla zikre hazırlanır çatı aralarında ve herkesin bildiği içinde yağmur geçen tekerlemeler usulca kalbinize kendini fısıldayarak akıp uzaklaşır zihninizden.

Yağmur dinip bulutlar dağılmaya yüz tuttuğunda sizden geriye küçük bir çocuk kalır ve yağmurun hediyesi rengarenk bir ebemkuşağı arar gözleriniz uzaklarda. Yağmur aslında en çok çocuklar için yağar ve en güzel çocuklar karşılar onu kapı önlerinde, pencere önlerinde. Vakit geceyse hisli ninnileri uzaklardan fısıldayan bir annedir yağmur.

***

Varsın bahçelerde rüzgâr gezinsin,

Yağmur ince ince toprağa sinsin

(Ahmet Hamdi Tanpınar)

Yazın da yağmuru vardır, güzün de ve her vakit yağan yağmurun güzelliği başka başkadır; fakat yağmurun kendi mevsimi bahardır. Öteki mevsimlerin beklenen ya da beklenmeden kapıyı vuran telaşlı misafiridir o.

Bahar geldiğinde dağ, taş, toprak, ağaç, kurt, kuş yüzünü göğe döner ve kutlu bir misafiri bekler gibi onu bekler. Bilirler ki o gelmeden bahar da gelmiş sayılmaz. Vakit gelip yağmurun eli toprağı okşadığında bahar; bayrama dönüşür, hasret; vuslata.

***

Nasıl ki güz; yaprak diliyle, kış; kar diliyle konuşur, bahar da yağmur diliyle selamlar yeryüzünü ve toprağa yağmurla söyler şarkısını. Yağmur; biraz hasretle, hüzünle; fakat en çok ümitle kendini bırakır toprağın bağrına. Sevinçten çığlık çığlığa toprağa düşen her yağmur damlasının ayrı bir sesi, ayrı bir hikayesi vardır ve her biri kendi hikayesinin duyulmasını ister. Dışarıda olmadığımız vakitlerde pencerelerimizi tıkırdatıp kaçan yağmur tanelerinin tek niyeti de budur aslında. Yağmurun hikayesi biraz da insanın hikayesidir ve ciğerlerimizi patlatırcasına içimize çekmekten huzur duyduğumuz yağmur kokusu; farkında olmasak da kendi kokumuzdur.

***

İyi ki bilmiyor kalabalıklar

Yağmura bakmayı cam arkasından

(Sezai Karakoç)

Yalnız toprağı değil düşlerimizi, hayallerimizi, çocukluğumuzu, insan yanımızı uyandırandır yağmur. Dünyada olduğumuzu, yalnızlığımızı onunla hatırlar; biraz da onu elimizde, yüzümüzde, gözlerimizde hissettikçe yaşadığımızın, rahmetten mahrum yaşayamayacağımızın farkına varırız.

Hiçbir yağmur üşütmez yalnızca içimizi titretir aslında.

Tıpkı yağmur duası gibi yağmurun da bir duası vardır yalnızca kendisini tanıyanların bildiği, duyduğu. Bu yüzden kadrini, kıymetini bilmeyenlere, duasını duymayanlara bazen küstüğü de olur yağmurun ve özletir kendini. Onun yüz çevirdiği, az uğradığı yahut uğramadığı baharlarda, şehirlerde hep bir şeyler yarım, eksik kalır; yürekler kasavetten daralır, çiçeklerin yüzünde durgunluk, ağaçların yapraklarında hüzün okunur. Suyu azalan ırmakların sinesinde balıklar endişeyle dolaşır ve nihayet kuşanılan çocuk safiyetiyle yağmur için yağmurun sahibine el açılır, dua edilir. Kalpler; kuru, çatlak topraklar gibi onun gökten inmesini beklerken; o, göğün rahmani bir dokunuşuna dönüşür ve düşer kendisi için açılmış avuçlara. Yağmur gökleri üzerimizde durdurandan umut kesmemeyi öğretir bekleyenlerine böyle zamanlarda.

Kim bilir, kimin göğe doğru açtığı avuçlar hatırına kabul olmuş birer duadır; kaldırımlara, yeni yeşermiş yaprakların uçlarına dökülen küçücük yıldızlardır üzerimize rahmet serpiştirerek geçen yağmur tanecikleri.

***

İçimdeki şarkıyı bazan dinleten bana

Bazan da gözyaşıma ayak uyduran yağmur

(Cahit Sıtkı Tarancı)

Yağmur dindiğinde çiçekler, ağaçlar, kuşlar şükranla el sallar onu getirip bırakan bulutlara. Toprağa günler sonra ilk kez ayak basan Nuh’un heyecanı, umudu ve dünyanın arınmışlığıdır aslında her yağmur sonrası kalbimizde hissettiğimiz sıcaklık. Sulara karışarak uzaklaşır bizden yüzümüz, ellerimiz, kalbimiz, cümle ağırlıklarımız ve içinde boğulduğumuz karanlık dünyamız. Gözleri ve kalbi neşeyle parıldayan ıslak bir çocuğa çevirir bizi, şayet ona yakalanmışsak bu oyunda.

***

Ben nerede yağmur yağarsa orada şemsiye kırmanın kitabıyım

(Mevlana İdris)

Her annenin çocuğuna yağmurlu gecelerde anlatacağı, içinde melek ve yağmur bulunan bir yağmur masalı olmalı. Her şairin, içinde yağmur geçen bir şiiri mutlaka olmalı ve her bestekâr içinde yağmurun sesini duyabileceğimiz bir şarkı bırakmalı yaşadığı dünyadan giderken. Yağmurlu bir günün resmini çizmemişse, çizmeyi düşünmüyorsa eğer bir ressam, resim çizmeyi bırakmalı ve yağmurlu günlerde şemsiye satışları, şemsiyeyle sokağa çıkmalar yasaklanmalı. Yalnızca yağmurun yağdığı vakitlerde yürümek için kaldırımlar, parklar, yollar inşa edilmeli bütün şehirlerde. Her yağmurdan evine kuru dönenler kapıdan içeri alınmamalı çünkü insan her bahar en az bir kez tepeden tırnağa ıslanmalı ve yağmur yağarken dünya ile ilk kez merhabalaşan tüm bebeklerin adı yağmur konulmalı.

3 Ağustos 2020 Pazartesi

oyun bahçesi

hüseyn kaya

 

Çıkamaz çocukluğundan dışarı

Kimse.

Bundandır sevmemiz

Kiraz ağaçlarını.

(Fazıl Hüsnü Dağlarca)

 

Hepimizde aynı şeyleri çağrıştırır bir yaz akşamı ara sokaklarda tüm hücreleriyle kendilerini oyuna kaptırmış çocukların şen çığlıkları, bağırışları. Kaç yaşımızda olursak olalım böyle bir manzaranın büyüsü hepimizi aynı ülkenin, çocukluğumuzun ülkesinin kapılarına taşıyıverir birdenbire.

Zaman geriye gider, mekân ve renkler değişir. Ya her oyunu kenardan seyreden fakat hiçbir oyuna dâhil olamayan, elbisesinin pis olmaması için toz toprak içindeki sokakta oturacak yer beğenemeyen boynu bükük, mahcup bir çocuksunuzdur ya da dizleri yırtık pantolonunuz, bilyelerle gazoz kapaklarıyla oynamaktan çatlamış ellerinizle, tüm cephanesi balonlaşmış ceplerinde saklı, mahalleyi fethe çıkmış asil bir hükümdar…

Neredeyse hepimizin cezbesiyle kendimizden geçtiğimiz bir oyun ve kendimizden bir parça bildiğimiz ya senelerce sakladığımız yahut doyamadan kaybettiğimiz bir oyuncağımız olmuştur.

Aslında ne oyundur bizleri kendisine davet eden, ne de oyuncaklardır bizi büyüleyen. Kocaman dünyanın ve kocaman insanların arasında unutmak isteriz yalnızlığımızı. Her şeyi unutmak ve kendimizden geçmek isteriz…

Yeni her oyun ve her oyuncak bize dünyayı unutturmak için keşfedilmiştir biraz da.  Dünya; hayat ağusunu ancak biz oyundayken doldurur bardağımıza.

Düş içinde sürekli kendini tekrarlayan bir oyundan ibaret gibidir hayatımız, uyanmak acı verir. Düşlerimiz gerçeklerimizi peşinden sürükler; ama bunu biz isteriz. Aynı renkte düşler benzer oyunlarla halka halka çoğalır, azalır. Bazen ne oynadığımız önemli değildir, kiminle oynadığımız önemlidir. Bazen her şeyin bir oyun olduğunu düşünmek anlamsızlaştırır gördüğümüz düşü. Böyle vakitlerde sıkıntımızı giderecek sabır oyunları buluruz kendimize.

***

Elele bir oyun bugün ve yarın

(Ahmet Hamdi Tanpınar)

Oyunun kıyısında, kenarında durmak da hüzünlü, tek kişilik bir oyundur aslında. Oynayabildiğimiz kadar bakar dünya yüzümüze ve dünya oynayabildiğimiz kadar gösterir bize tebessüm eden yüzünü. Oyunculuğumuz kadar fark ediliriz dünyada çünkü hayatın en ciddi ve ezeli kuralıdır oynayabilmek.

Başladığı yerde bitmez hiçbir oyun; her oyun bir başka oyunun içinde biter ve yalnız yorgunluğu kalır biten her oyunun. Çocukluk bir oyundur, gençlik bir oyun ve yaşlılık artık bütün oyunların ustası olmak ama hiçbir oyuna dahil olamamak oyunudur. Oyunlarla büyümeyiz oyunlar büyütür bizi. Bir avuç kum ve derin bir nefestir bütün oyunların kazancı.

***

Hayat ile hakikat arasında, arkasına masaldan dünyalar gizlediğimiz incecik perdelerdir aslında oyuncaklarımız. Bazen de bir ömür boyu hayatın korkunç çıplaklığına bakmamak için önümüze yığdığımız, hayalleriyle uykuya daldığımız yahut hiç yanımızdan ayıramadığımız bitmez tesellilerin kaynağıdır onlar.

Hayatın ve dünyanın önsözü oyunlarda, oyuncaklarda gizlenmiştir de farkına yolun yarısından sonra varırız bu gerçeğin.  Arzularımızın, insan yanımızın ilk uyanışı oyuncaklarla oyunlarla başlar. Sahip olmayı ya da olamamayı oyuncaklarla tadar; kaybetmeyi de unutmayı da onlarla tecrübe ederiz. Mağlubiyet korkusunu oyunlarda tadar mağlubiyeti oyunlarda yaşarız, öğreniriz önce. Kazansak da kaybettiğimiz, kazandıkça kaybettiğimiz hakikatini de oyun bitimlerindeki hüzünler işler küçücük kalplerimize.

Sobeler ve sobeleniriz. Yâreni, dostu karşı safta görmenin kahrını oyunlarda yaşarız önce. Dostun da düşmanın da oyunlarıyla, oyunlarda yüz yüze gelmemiz bir rastlantı değildir elbette.

Yıllar sonra yaşayacağımız hayal kırıklıklarına, uzun ayrılıklara alışmamız içindir ellerimizden düşüp de kırılması en sevdiğimiz oyuncağımızın.

Kurulan her oyun keşfedilen bir dünya, yenibaştan kurulan bir ülkedir ki orada medeniyet oyuncaklarla inşa edilir. Yeni bir ülke uğruna, bazen büyük savaşlar yaşamışızdır büyüklerle, büyük fedakârlıklarda bulunmuş, büyük acılara katlanmışızdır körpe yüreklerimizle… 

Hayata geç kalmışlığımız eve geç kalma alışkanlığımız kararan havaya rağmen bırakıp da eve gidemediğimiz oyun günlerinden kalmadır biraz da…

Büyüyen ellerimizde küçülen oyuncaklarımız,  bin yıl yaşasak da dünya üzerinde, ömrümüzün bir kısacık gün olduğunun ilk habercileridir aslında ve bu yüzden eski oyuncaklarımızla baş başa kalmak hüzün verir bizlere…

Çocuklar; anne, baba olmadan bilemezler onların da gözyaşlarının şahidi, en hisli vakitlerinin sırdaşı bir oyuncağın mutlaka olduğunu. Nihayet sona yaklaştığımızda anlarız, yeryüzünde, koca bir ömür içinde sahip olduğumuz ya da olduğumuzu sandığımız dünyaya ait tek varlığın oyuncaklarımız olduğunu ki onlar da bu dünyaya ait değillerdir aslında. Onları bambaşka bir dünyada önce tüm safiyetimizle var ederiz, hayallerimizle süsler sonra ruhumuzdan ruh üfler, nihayetinde varlığımızla bütünleştirir ve canımızdan can veririz onlara. Kırılan her oyuncak kırılmış bir çocuk kalbiyse, bu yüzdendir…

İlkgençlik yıllarımızda dura dura hecelediğimiz hayat alfabesini oyunlar, oyuncaklar öğretir bize çocukluğumuzda.

Sürgünlüğümüzün, dizkapaklarımızdaki dirseklerimizdeki yaraların tek ilacıdır bir oyuna dâhil olmak. 

Her oyun bir kapıdır ve oyuncaklar anahtarıdır o kapıların…

***

Kalbimiz ve zihnimiz; çocukluğumuzun güneşi batmayan bahçesini, akşamı geç gelen sokağını hep yaşatır bir köşesinde. Hayal atları, rüya kuşları, hüzün bulutları getirip bırakır bizi bu bahçenin kapısına, sokağın ucuna. Karanlık ya da bunaltıcı günlerimizde o serin ve aydınlık bahçeye inmek, çocuk sesleriyle şen o sokağın başında durup kendimizi uzaktan seyretmek içimizi aydınlatır ve kazansak da kaybettiğimizi, kazandıkça kaybettiğimizi hatırlatır dünya yorgunu ruhumuza.

Sürekli kendini tekrarlayan bir oyun bahçesidir dünya dediğimiz ve bu bahçede daima düşlerimiz, hayallerimiz gerçeklerimizi peşinden sürükler çünkü gerçeğimiz en ağır yüküdür kalbimizin. Bu yüzden dünleri, bugünleri ve yarınları; oyunlar, oyuncaklar üzerine kurarız hep.