behçet necatigil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
behçet necatigil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Haziran 2021 Çarşamba

"hatırası var"

 

Onunla tanışıp muhabbet etme bahtiyarlığına eriştiğimde ilkokulu yeni bitirmiş bir çocuktum. O kaç yaşındaydı bilmiyorum. Tok sesinde bir huzur, soğuk yüzünde insanı etkileyen bir gizem vardı. dökseniz kalbinizdeki sırları hepsini dinleyecek kadar sabırlı, sırrınızı kimseyle paylaşmayacak kadar güven telkin eden bir duruşun sahibiydi.

Nerede açmıştı dünyaya gözlerini, nerede çıkmıştı insan içine, nerelerde dolaşarak hangi uzak iklimlerden geçerek gelmişti de karşıma yollarımız kesişmişti, meçhul. Ne bir yorgunluk ne bıkkınlık oturduğu mekanda. Haydi, der demez yola çıkmayı reddetmeyen bir arkadaş; siz yorulmadan yürümeyi bırakmayan yoldaş... Dışarıdan duyulduğunda gürültüye benzeyen sesini yakınında iken müziğe çevirebilen bir sihirbaz... Ne kadar sert davranırsanız da incinmeyen, gücenmeyen bir kemal sahibi. Kalbinizin, zihninizin resmini en hızlı çizen ressam. Ona yakın olmak başka bir âlemle temas kurmak gibiydi, başka bir boyuta geçmek gibi.

Şanslıydım emsallerime göre.

Aradan geçen onca seneye rağmen bugün dahi düşündüğümde onunla geçen vakitleri, ona olan sevgimi, hüzünle karışık bir mutluluk gelip oturuyor kalbimin orta yerine. Ellerime bakıyorum, parmaklarımın uçlarına. Gözlerimi kapatıp onun sesini hatırlamaya çalışıyorum.  Uçup geliyor uzaklardan yorgun kuşlar gibi sarı teksir kağıtları masamın üzerine. Çocukluğum, ilk gençliğim el sallıyor uzaklardan. O zamanlar sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen şiirlerimi, kısacık hikayelerimi ilk görendi o. Sonraki zamanlarda hiçbir şey dolduramadı onun yerini.

Orta okul birinci sınıfta daktilografi dersinde tanıştım daktilo ile. Sınıfı, sınıfının kokusu bile başkaydı daktilo dersinin. Sınıfın kapısı önünde okul numaramıza göre sıraya girer, öğretmenin bizi içeriye almasını beklerdik teneffüs bitmeden. Uzun bir sınıf, karatahta yerine duvarda büyük bir klavye resmi, her öğrencinin önünde kalın bez bir örtünün altında kocaman daktilolar. Öyle hemen örtüleri kaldırıp kağıdı takarak yazmaya başlamamız istenmedi elbette. Önce daktilo örtüsünün nasıl kaldırıldığının ve katlandığının dersini aldık, sonra daktilo karşısında nasıl oturulması gerektiğinin. Bir karton parçasına çizdiğimiz F klavye resmi üzerinde günlerce parmaklarımızı alıştırdık harflerin yerine.

Birinci dönem sonuna geldiğimizde kağıt takma, kağıdın kenar boşluğunu ayarlama, satır aralığı seçme, şerit sarma derslerini geçerek nihayet yazma aşamasına ulaştık. Yazarken tuşlara bakmak yerine duvardaki klavye resmine bakmamız ve dik oturmamız, sol ayağımızı hafif ileride tutmamız gerekiyordu. Satır sonuna ulaşıldığında duyulan küçük zil sesi, şaryo sesleri, tuş sesleri, makara sesleri... Gözlerimiz karşıda, satır sonuna ulaştığımızda dahi daktilonun yüzüne bakmadan şaryoyu başa alarak yazdık... yazdık. Aslında tüm kağıtlara yazdığımız, harflerin yerini ezberleyebilmemiz ve parmaklarımızı klavyeden kaldırmadan yazabilmemiz için sıralanmış anlamsız bir cümle idi: Kara kara kartallar, karlı iyi tarla ararlar.

Mekanik tıkırtılarla doğaçlama müzik yapılan bir orkestra gibiydi koca sınıf.

Dilekçeler, tutanaklar, iş mektupları yazdık, sol tarafımıza konulan, dikey açılan küçük daktilografi kitabına baka baka. Bazen kısa mesafeli bir koşuya çıkar gibi karşımızda kronometre tutularak yazdık. Son demlerde aynı harflerden oluşan desen, çiçek çalışmaları bile yaptık. Başkalarını bilmem fakat benim için daktilografi, en keyiflisi idi derslerin, okul içinde başka bir dünyaya gezmeye gitmek gibiydi. Saymaya kalksam aynı sınıfta okuduğumuz orta okul arkadaşlarımı, çoğunun adını dahi hatırlayamam ama o okuldaki daktiloların sesleri, isimleri halen zihnimde: Robotron, Olivetti, Erika, Olympia...

Liseye daktilografi dersinin olmadığı başka bir okulda başladım. Çoğu zaman büroda, idareci odalarında uzaktan uzağa bir derin bir hasretle bakıştık ama hasret gideremedik. Ta ki herkesin daktiloları terk edip akın akın bilgisayara hücum ettiği yıllara kadar. Üniversite birinci sınıfta nihayet Olympia marka, çanta tipi, ikinci el bir daktilo ile kesişti yollarımız. Sanıyordum ki bir daktilom olsa sayfalar dolusu hikaye yazacağım. Sanıyordum ki bir daktilom olsa yazdıklarıma bir düzen vereceğim. Sanıyordum ki tuşlara dokundukça kendinden geçen bir piyanist gibi dünyanın en güzel ezgileriyle çınlatacağım odamın her yerini. Hayallerimdeki gibi değilse de yüklendi hevesimi, kahrımı, derdimi daktilom üç beş sene. Kanatsız kuşlar yolladım uzaklara, mektuplar yazdım onun sayesinde. Şiirlerimi küçük bir dosya halinle onun bana verdiği heyecanla dönüştürdüm. Öğretmenlikte lazım olur düşüncesiyle bir de şiir seçkisi hazırladım hatta onunla. Ta ki bana bir gün kırılıncaya kadar sürdü yoldaşlığımız, sırdaşlığımız. Ne ettim, kime gösterdimse derman bulamadım derdine. Yıllar yılı her ev taşımamızda taşındı bizimle o da dilsiz bir aile ferdi gibi. Bazen masamın yanında durdu, bazen kitaplarımın. Tozlandı, küstü, sesi uzaklaştıysa da kalbimden, hasreti silinmedi. Onunla kağıda aktardığım şiirler, yazılar kaldı kitaplar, defterler arasında ve kaldı on parmağımda yüzük gibi yadigar F klavyenin izi.

Bana pek sert vurmuşlar bir yerlerim ağrıyor

Ya gün boyu bastıran bu uyku

Sevincin sesi çıkmıyor

(Behçet Necatigil)

Ben daktiloyla öğrendim yazarken her harfin dahi zahmet gerektirdiğini, bir yanlışı düzeltmek için verilen emeği. O öğretti bana yazarken düşünmeyi, yazı disiplinini, yazarken hataları en aza indirgemeyi. Onunla bildim bir mısra, bir cümle için yalnız kalbin değil ellerin de çırpınmasının değerini. Sözün, yazının kâğıda düşmeden dünyaya inmediğini, kalbe değmediğini.

Herkesin ihtiyacına göre yanına vardığı, biraz sesi fazla çıksa da naz etmeden her işe koşan, hayatın tam merkezinde nefes alıp veren biricik kahramandı daktilo. Kiminin ekmek kapısıydı, kiminin iş yerindeki en büyük yardımcısı, kiminin can dostu. İşi yalnızca yazıyla, kelimelerle olanların yoldaşıydı. Kaç resmi yazışma onun sırtından geçti, kaç karar onun sesiyle kağıda döküldü, kaç eserin ruhu onunla vücut bularak görünür oldu bu alemde bilinmez. O, dünyanın her yerinde, yazı medeniyetinin son büyük temsilcisiydi. Markaları, modelleri hatta klavye dizimi başka başka da olsa daktilo; ruhumuzun, kalbimizin, hangi kapılarda çarık eskittiğimizin şahidiydi biraz da.

Bazıları tarafından işlevini yitirmiş bir eşya düşüncesiyle kaldırılmışsa da depolara, çatılara; onu yalnızca bir yazı aracı olarak görmeyip halen hürmet edenler de var onun hatırasına. Duvardaki solgun resim, defter arasındaki kuru çiçek, masa üzerindeki eski şamdan ne ise daktilo da odur aslında. Meydan savaşından çıkmış askerler gibi yorgun, yaralı daktilolar; hatıralarda yankılanan sesleriyle süslüyor vefalı evlerin, kıymet bilir otantik mekanların başköşesini. Varsın kiminin tuşları eksik, kiminin şeridi kurumuş, kiminin şaryosu bozuk olsun.

20 Ocak 2021 Çarşamba

eski

Yazılarının mürekkebi dağılmış eski bir defter, uzaklardan kulağımıza gelen eski bir nağme, herhangi bir yerde rastladığımız eski bir eşya, yıllardır yolumuzun düşmediği eski bir sokak, güçlükle ayakta duran ahşap bir evin penceresinden bize seslenen solmuş eski bir perde, ansızın haberini aldığımız eski bir dost çoğu zaman yetiyor gözlerimizin bulutlanmasına, uzaklara dalmasına. O anda eski bir kapı aralanıyor zihnimizden geçmiş zamana, gıcırtıyla. Âhlar, şükürler, pişmanlıklar solgun bir bahçeden uzaktan uzağa el ediyor sessiz. Ben de yaşamışım, diyoruz uzun hatırlayışların sonunda dönerken içinde bulunduğumuz zamana. Kapı kapanıyor ve eskiler öylece kalıyor yerinde, bir belirip bir kaybolan o kapının ardında.

Eskileri mi arıyoruz kayboluşların sokaklarında yoksa eskiler mi bırakmıyor peşimizi? Eskiler; yolumuzda, kalbimizde, zihnimizde düğüm, ayaklarımızda görünmez bir pranga. Eskiler, masum çocuk bakışı sararmış kartpostallarda.

Düzen böyle bu gemide

Eskiler yiter yenide

(Abdurrahim Karakoç)

Her şey eskimeye gelmiş gibi dünyaya. Eskiyor dokunduğumuz, baktığımız ne varsa zamanla. Eskiyor yazdığımız defter, parmaklarımız arasında kalem, okuduğumuz kitap; kitapta kelimeler, harfler. Eskiyor duvarda resim, resimde boya, masada bardak, pencerede perde. Her biri, ömrü kadar bile dayanmıyor zamana ve eskiyor yaşadığımız ev, evde eşyalar, evimize geldiğimiz yollar, evimizin bulunduğu sokak.

Değdiği dokunduğu her şeyi boyayarak kendi matlığına, usulca geçiyor zamanın fırçası üzerimizden her an. Bir maviye dönüyor gökyüzü, bir kızıla, bir siyaha. Toprağın örtüsü bazen yeşil bazen beyaz bazen sarı. Günler, haftalar eskiyor. Baharlar, yazlar eskiyor. Yıllar eskiyor. Dünya eskiyor ve biz de eskiyoruz şüphesiz onun üzerinde.

Bir fotoğrafta siyah birinde beyaz saçlarımız. Bir fotoğrafta hayat dolu birinde yorgun bakışlarımız. Düşüncelerimiz, kalbimiz, kelimelerimiz, sesimiz eskiyor. Hayallerimiz, ümitlerimiz, hüzünlerimiz, acılarımız, hasretlerimiz, yaralarımız hatta sevgilerimiz eskiyor. Saksıda çiçek, parkta ağaç eskiyor. Bir gün bırakıp gittiğimizde bile dünyayı, mezarda taşımız, toprakta bedenimiz eskimeye devam ediyor. Eskidiğimizi hissettiğimizde başlıyor etrafımıza, kainata, hayata yabancılık. Eskidiğimizi anladığımızda yolcu olmanın tedirginliği düşüyor yüzümüze, sesimize, yürüyüşümüze.

Silinmiyor, kaybolmuyor eskiler unutulsa da zaman zaman. Eski olan, eskide kalan ne varsa sureti uçarken yeryüzünden, manası içimize göçüyor ve saklanıyor bir köşesinde kalbimizin renksiz fotoğraf albümleri gibi. Ruhumuzun bir köşesi; eskiler biriktirdiğimiz, kendisine has kokusunu kapılar ardına kilitlediğimiz loş, mahrem bir oda. Zahiren eski de olsa her eşya, her hatıra, her his nefes alıp vermeye devam ediyor orda. Önceleri ara sıra uğradığımız, yâd ettiğimiz, hatırladığımız bu mekâna taşıyoruz hayatımızı günden güne, farkına varmadan. Tıpkı taşıdığımız eşyalar, nesneler, hisler gibi ömrümüz de bir parçasına dönüşüyor bu gizli odanın. Günlerimizi oraya yığıyoruz, aylarımızı, senelerimizi, kırgınlıklarımızı, sevinçlerimizi. Eski şiirleri, şarkıları, kitapları özlediğimizde; eski günleri, eski bayramları, eski dostları, eski mevsimleri özlediğimizde bu odanın muhayyel kapısının eşiğinde buluyoruz kendimizi. 

Eski defterlerde sararırmış yaprak.
Beni bana gösterecek anlamdı, almışlar.
(Behçet Necatigil)

Dün ile yüz yıl öncesinin aynı uzaklıkta olduğu renksiz ülkenin adıdır eski, açıp da atlastan yerini her buluşumuzda faniliğimizi fısıldar bize, yeryüzünde bir seyyah olduğumuzu. Kaçıp saklansak da en ücra köşesine hayatın, zamanın fırçasının mutlaka kalbimize, yüzümüze, ellerimize değeceğini hatırlatır. Hiçbir şeye sahip olamadığımızı ve olamayacağımızı vurur yüzümüze. Kaybedilenler ve kazanılanların, aynı çatı altında sergilendiği bir müze, yan yana gömüldüğü bir mezarlıktır eski. Her yakınından geçişimizde bu mezarlığın, sahip olduğumuz, içinde bulunduğumuz her şeyin akıbetini görmek, bir hayale, bir yalana inanmış olmanın verdiği acıyla çözer parmaklarımızı sımsıkı tuttuğumuz dünya gemisinden.

Eski, şahit olan ve olunandır. Ona dair ne varsa bize, bize dair ne varsa ona siner. Belki de bu yüzdendir onu terk edemeyişimiz, bu yüzdendir onun bırakmayışı peşimizi. Yüzümüzle eskitir yüzünü sırı dökük aynalar, alnımızla alnını eskitir seccade, ayakkabılarımızla eskir adımlarımız ve adımladığımız yollar. Eskimiz, amel defterimizdir.

Bir daha alınmamak üzere oyundan çıkarılan bir çocuktur eski, yaprakları dallarına küsmüş bir çınar, başına kuşların yuva kurmadığı, gövdesinde suların yürümediği bir meşe. Aldığımız her nefesin, gördüklerimizin, dokunduklarımızın, yaşadıklarımızın mazmunu ve mecazı eskimizde saklıdır.

Ömrün biricik ve mahrem kulesidir eskiler, eski zamanlar, eski dostluklar, anılar; havalandığında ruhumuz o kulenin en yükseğine görünür hayatın, dünyanın gerçek rengi. Fitili bitmiş bir lambadır eski, suyu çekilmiş bir kuyu. Faniliğin surette mührü, sonsuzluk özleminin şiiridir eski.

Her şeyin geçmişte daha iyi olması değildir bize eskiyi özleten, sevdiren; belki biraz alışkanlık, belki aşinalık. Bir kez daha yeniye veda etme yükünün altına girememe, manayı kaybetme korkusu biraz da. Eski, okumayı söktüğümüz bir alfabe; konuşmayı, düşünmeyi en iyi bildiğimiz lisandır; yeni, yabancısı olduğumuz yabancı bir ülke, başka bir dünya. Yalan da olsa sıladır eski asla bir daha yolumuzun düşmeyeceği, yalan da olsa gurbettir yeni, önümüzde durmadan uzayan, değişen.

Eski, yeninin son adı; yeni, eskinin ilk adıdır.

O değil mi hayatta tutunduğun en son dal

Eski saadetinle, geçmiş günlerinle kal

(Cahit Sıtkı)

Hızlı ya da yavaş, kendine ait bir ahenkle eskiyor eskimez bildiğimiz ne varsa. Mekânı, zamanı, hakikati aşıp dilsiz masallara dönüşüyor geride bıraktığımız her an, bütün hisler, eşyalar, yaşanmışlıklar. Saman isinin sindiği ekmeğin, billur pınarlardan yudumladığımız suyun tadı eskide kalıyor. Eskide kalıyor bağrımızı döven rüzgârlar; dizlerimizdeki, kalbimizdeki yaralar. Eskide kalıyor hayata dair hayaller, ümitler, zahmetler, çabalar. Çakıl taşlarına nasıl şekil veriyorsa akarsu öylece eskitiyor zaman hem bizi, hem gölgemizi. Git gide görülen geçmiş zamanlı fiillere tutunuyor cümlelerimiz. Ağırlaşan adımlarla yürürken zamanın bizi sürüklediği kıyıda, önümüze daha az; geriye daha çok bakıyoruz. Bunlar da eskiyecek nasıl olsa, eskisin diye yaşıyoruz kalan günlerini ömrümüzün ve arıyoruz kendimizi mazinin sisli yahut aydınlık sokaklarında, eski kitapların arasında, kalbimize dolanmış eski şiirlerin sesinde, zaman yangınından kurtarılmış anlık mutlu bakışların yansıdığı fotoğraf karelerinde, eski sandıkların küflenmeye yüz tutmuş köşelerinde. 

2021 ocak

 


18 Ağustos 2020 Salı

söz bahçesi

hüseyn kaya

 

Her şey bir kelimeyle başladı, öncesi büyük sessizlik...

Duyduk ve var olduk, duyduk ve inandık inanmamız istenen her şeye.

Hikâyemizin, yalnızlığımızın, ayrılığımızın sebebi de onlar; hüznün, gözyaşının, tebessümün zaman zaman gelip otağını içimize kurmasının da… Yeryüzünde hiç bitmeyen acemiliğimizin sebebi de onlar hiç geçmeyen yorgunluğumuzun da.

Telaffuz ettiğimiz ilk kelimeyle ineriz yeryüzüne, ilk kelimeyle aralanır kapısı dünyanın. İlk kelimenin ardından kopar ve düşeriz ait olduğumuz yerden. ilk kelimeden sonra başlar özlemler, gözyaşları.

Kimileri; hayat, der içimizde gitgide ağırlaşan bu yüke, kimileri dünya. Oysa gittikçe ağırlaşan yükümüz yalnızca onlardır bu dünyada. Zihnimizde yeşerse de kökü kalbimizde yürür, büyür bütün kelimelerin.

Yolcusudur harfler kelimelerin ve kelimeler cümlelerin. Yolcusudur kelimeler, cümleler kalplerin, zihinlerin. Harfler kelimelerin duasıdır, kelimeler cümlelerin.

Sabah kelimelerle getirir aydınlığını başucumuza, akşam kelimelerle yayar yeryüzüne siyah saçlarını. Aylar, mevsimler kelimelerle kol kola gelir geçer kalbimizin üzerinden.

***

“Baharı koklayarak girelim kelimeler ülkesine.”

(Sezai Karakoç)

Tıpkı harfler gibi kelimeler de bizlere benzer. Onların da suskunu, konuşkanı, yaşlısı genci, zengini, fakiri vardır. Kimi kandırmaya meyyaldir, kimi içten pazarlıklıdır, kimini nereye isterseniz oraya çeker götürürsünüz öylesine saftır.

Göklere ya da karanlığa açılan bir pencere, ufka açılan kapı gibidir bazı kelimeler onların gösterdiğinden başkasına kör, onların fısıldadığından başkasına sağır olursunuz.

Biz mi açarız onca pencereyi, kapıyı duvarlarımıza yoksa kendileri mi beliriverir önümüzde bilemeyiz, biz mi rengini veririz kelimelere yoksa onlar mı renklendirir bahçemizi meçhuldür çoğu zaman.

***

"ey hep bir kelime arayan kalbim

sonra arayan tekrar arayan kalbim"”

(Erdem Bayazıt)

Kelimeler ararız durmadan bir şeyleri hatırlayabilmek, anlatabilmek için. Kelimeleri sobeler ve kelimelere sobeleniriz karanlık ormanlarda. Şarkılara, şiirlere, hikâyelere çağırırız onları; oysa her kelime yankısı içimizi titreten bir şiirdir, şarkıdır, hikâyedir başlı başına.

En beklenmedik vakitlerde gelir, dilimize kıymık gibi saplanırlar. Ya bir çiçeği soldururlar ya bir yarayı kanatırlar. Tuz ırmağı gibi akıp giderler kalbimizin üzerinden.

Bizler konuştuğumuzu, yazdığımızı sanırız oysa onlar bir türlü netleştiremediğimiz suretleriyle köşekapmaca oynuyorlardır zihnimizde, kalbimizde. Düşündüğümüzü sanırız oysa onlar bizim bilmediğimiz bir yolculuğa çıkmışlardır içimizde bilmediğimiz diyarlara doğru. Bazen uzaktan gemilerle geçerler de duymazlar sesimizi, dönüp bakmazlar el sallayışımıza, uğramazlar ıssız adamıza. Çağırırız gelmezler, göndermek isteriz gitmezler. Bazıları rüyalarımıza kadar takip eder bizi. Nereden geldiklerini, nereye gideceklerini bilemeyiz tıpkı ne zaman geleceklerini bilmediğimiz gibi.

Şairin, yazarın oyuncağı sanırız kelimeleri oysa onlar en değerli oyuncağıdır bütün kelimelerin. Kelimeler onlara tutunur, onlar kelimelere ve öylece dolaşırlar sarp kayalıklarında ilhamın.

Âlimler sendelediklerine hikmetin, hakikatin kıldan ince kılıçtan keskin köprüsünde, kelimelerin himmetiyle yürür geçerler karşı kıyıya.

Kimileri için ekmek kapısı olsa da yeryüzünün en faydasız uğraşlarından birisidir kelimeleri sınıflandırma çabası zira hiçbirini bulamazsınız bıraktığınız yerde. Yaramaz, huysuz çocuklar gibidir kelimeler ne avuca sığar, ne ele.

Herkesin aynasında başka bir resme, hakikate dönüşür kelimeler. Gökyüzündeki bulutlar, sahildeki dalgalar gibi durmadan şekilden şekle girerler lakin yine de kifayetsiz kalırlar çoğu zaman hâle tercüman olmaya.

Bir kelime sevdirmeye yeter bazı insanları, bazı şiirleri. Bir kelime küstürebilir bizi birilerine. İçinde geçen bir kelime yüzünden bir türkü ateş olur düşer içimize. Bir kelime yüzünden bir şiir çatlatır şairin kalbini geceler boyu… Belki bir kelime yüzünden başlayan, biten savaşlar da vardır yeryüzünde.

Karanlığa götüren de bir kelimedir cümlemizi aydınlığa götüren de.

***

“Kelimeler ve fikirler dünyayı değiştirebilecek güce sahiptir.”

(Ölü Ozanlar Derneği’nden)

 Yaprağa benzer bazı kelimeler, sararır ve düşer serin rüzgârlarla gözlerimizin önünde terk eder bütün manasını, boşunadır öyle kelimelerin ardından koşmak, onları tekrar düştüğü dalın ucuna yapıştırmaya çalışmak. Aylar sonra bir başka yaprak yeşerse aynı yerden, düşen o yaprağın yeri sonsuza kadar boş kalır. Kalbinizde bir ize, gözlerinizde fersizliğe dönüşür bu türden kelimelerin bıraktığı boşluklar.

Yağmur gibi ansızın pencerenizi tıklatan yahut yol ortasında sizi sırılsıklam bırakan kelimeler de vardır, renkli kelebekler gibi peşine takılıp dere tepe aştığınız kelimeler de. Hayal gibi, umut gibi görünüp görünüp kaybolanı yahut vehim gibi aslında olmayan ancak sizi varlığına çağıranı da vardır kelimelerin.

Bir de söz avcılarından yalnızca hikâyelerini dinlediğimiz lakin asla görmediğimiz duymadığımız kelimeler vardır, kimi kaf dağının ardında yedi yılda bir açar, kimi okyanusların ıssız derinliklerinde yaşar.

Kelimeler, bazen her şeyin müsebbibidir bazen hiçliğin sessiz karanlığı.

Rengini kalbimizden, kanımızdan alan tuğlalardır bazıları. Nerede, hangi şehirde yaşıyorsak yaşayalım o tuğlalarla inşa edilmiş kalenin duvarlarıyla sınırlıdır dünyamız.

Yazgımıza serpiştirilmiş kelimeler en zor en uzun kelimelerdir. Dilimiz kâh döner kâh dönmez onları telaffuza, harf harf, hece hece durmadan okuturlar kendilerini. Rastladığımız tüm kitaplarda mahzun ve sahipsizdir bu kelimeler, yuvasını kaybetmiş kuşlar gibi uçuşurlar satır aralarında. Lügatler gereksiz, kocaman kağıt yığınlarına dönüşür bu kelimelerin karşısında.

 Görmeyenin ışığı, hastanın hekimi, bebeklerin, dilsizlerin kirlenmemiş cennetidir kelimeler. Dikkatle dinlediğimizde uzak diyarların özlemini, bilinmeyen dünyaların esrarını duyarız her kelimenin uğuldayan boşluğunda çünkü kelimeleri hiçbiri dünyaya ait değildir aslında. Harfler onları var etmek için bulunmuş şekiller değildir, harfler yalnızca terzisi ve cümleler elbisesidir onların.

***

“Kelimeler var seni anlatamadığım içinde deniz gibi boğulduğum”

(Behçet Necatigil)

Tıpkı harflere benzediğimiz gibi yeryüzüne serpiştirilmiş kelimelere de benzeriz biraz yahut içimizde taşıdığımız, içimize taşıdığımız kelimeler bizi benzetir kendilerine. Sesteş kelimeler gibi suretlerimiz aynı olsa da her birimizin mana aynasında başka başkadır yüzü. Tıpkı kelimeler gibi bir manasını ararız suretimizin, sesimizin ömür boyu. Ömrümüzü verir o manayı satın almaya çalışırız dünya pazarında.

Bir ömür kelimeleri taşırız içimizde, bir ömür kelimelere taşırız içimizi. Sözden bir bahçedir giderken bıraktığımız dünya çölünde. Hepsi budur dünyanın, hepsi bu kadardır hayatın.

aralık, 2013

27 Temmuz 2020 Pazartesi

kelimeler

hüseyn kaya

Onlarla başladı hikâyemiz; öncesi büyük sessizlik. Duyduk ve var olduk, duyduk ve inandık her şeye.

Yalnızlıklarımızın da ayrılıklarımızın da sebebi onlar; hüznün, gözyaşının, tebessümün zaman zaman gelip otağını içimize kurmasının da…

Kimileri; hayat, der içimizde gitgide ağırlaşan bu yüke, kimileri dünya. Oysa gittikçe ağırlaşan yükümüz yalnızca onlardır bu dünyada. Zihnimizde yeşerse de kökü kalbimizde yürür, büyür bütün kelimelerin.

***

“Baharı koklayarak girelim kelimeler ülkesine.”

(Sezai Karakoç)

Tıpkı harfler gibi kelimeler de bizlere benzer. Onların da suskunu, konuşkanı, yaşlısı genci, zengini, fakiri vardır. Kimi kandırır sürekli, kimi içten pazarlıklıdır, kimini nereye isterseniz oraya çeker götürürsünüz öylesine saftır. Gökyüzüne ya da karanlığa açılan bir pencere, ufka açılan kapı gibidir bazıları, onların gösterdiğinden başkasına kör, onların fısıldadığından başkasına sağır olursunuz.

Biz mi açarız onca pencereyi, kapıyı duvarlarımıza yoksa kendileri mi beliriverir önümüzde bilemeyiz, biz mi rengini veririz kelimelere yoksa onlar mı renklendirir bahçemizi meçhuldür çoğu zaman.

***

"ey hep bir kelime arayan kalbim

sonra arayan tekrar arayan kalbim"”

(Erdem Bayazıt)

Kelimeler ararız durmadan bir şeyleri hatırlayabilmek, anlatabilmek için. Kelimeleri sobeler ve kelimelere sobeleniriz karanlık ormanlarda. Şarkılara, şiirlere, hikâyelere çağırırız onları; oysa her kelime yankısı içimizi titreten bir şiirdir, şarkıdır, hikâyedir başlı başına.

En beklenmedik vakitlerde gelir, dilimize kıymık gibi saplanırlar. Ya bir çiçeği soldururlar ya bir yarayı kanatırlar. Tuz ırmağı gibi akıp giderler kalbimizin üzerinden.

Bizler konuştuğumuzu, yazdığımızı sanırız oysa onlar bir türlü netleştiremediğimiz suretleriyle köşekapmaca oynuyorlardır zihnimizde, kalbimizde. Düşündüğümüzü sanırız oysa onlar bizim bilmediğimiz bir yolculuğa çıkmışlardır içimizde bilmediğimiz diyarlara doğru. Bazen uzaktan gemilerle geçerler de duymazlar sesimizi, dönüp bakmazlar el sallayışımıza, uğramazlar ıssız adamıza. Çağırırız gelmezler, göndermek isteriz gitmezler. Bazıları rüyalarımıza kadar takip eder bizi. Nereden geldiklerini, nereye gideceklerini bilemeyiz tıpkı ne zaman geleceklerini bilmediğimiz gibi.

Şairin, yazarın oyuncağı sanırız kelimeleri oysa onlar en sevgili oyuncağıdır bütün kelimelerin. Kelimeler onlara tutunur, onlar kelimelere ve öylece dolaşırlar sarp kayalıklarında ilhamın.

Âlimlerin ayakları dolaştığında birbirine hikmetin, hakikatin kıldan ince kılıçtan keskin köprüsünde, kelimelerin himmetiyle yürür geçerler karşıya.

Kimileri için ekmek kapısı olsa da yeryüzünün en faydasız uğraşlarından birisidir kelimeleri sınıflandırma çabası zira hiçbirini bulamazsınız bıraktığınız yerde. Yaramaz, huysuz çocuklar gibidir kelimeler ne avuca sığar, ne ele.

Herkesin aynasında başka bir resme, hakikate dönüşür kelimeler. Gökyüzündeki bulutlar, sahildeki dalgalar gibi durmadan şekilden şekle girerler lakin yine de kifayetsiz kalırlar çoğu zaman hâle tercüman olmaya.

Bir kelime sevmeye yeter bazı insanları, bazı şiirleri. Bir kelime küstürebilir bizi birilerine. Bir kelime yüzünden bir türkü ateş olur düşer içimize. Bir kelime yüzünden bir şiir çatlatır şairin kalbini geceler boyu… Belki bir kelime yüzünden başlayan, biten savaşlar da vardır yeryüzünde.

Karanlığa götüren de bir kelimedir cümlemizi aydınlığa götüren de.

***

“kelimeler, bazıları tüyden bazısı demir”

(İsmet Özel)

 Yaprağa benzer bazı kelimeler, sararır ve düşer serin rüzgârlarla gözlerimizin önünde terk eder bütün manasını, boşunadır öyle kelimelerin ardından koşmak, onları tekrar düştüğü dalın ucuna yapıştırmaya çalışmak. Aylar sonra bir başka yaprak yeşerse aynı yerden, düşen o yaprağın yeri sonsuza kadar boş kalır. Kalbinizde bir ize, gözlerinizde fersizliğe dönüşür bu türden kelimelerin bıraktığı boşluklar.

Yağmur gibi ansızın pencerenizi tıklatan yahut yol ortasında sizi sırılsıklam bırakan kelimeler de vardır, renkli kelebekler gibi peşine takılıp dere tepe aştığınız kelimeler de. Hayal gibi, umut gibi görünüp görünüp kaybolanı yahut vehim gibi aslında olmayan ancak sizi varlığına çağıranı da vardır kelimelerin.

Bir de söz avcılarından yalnızca hikâyelerini dinlediğimiz lakin asla görmediğimiz duymadığımız kelimeler vardır, kimi kaf dağının ardında yedi yılda bir açar, kimi okyanusların ıssız derinliklerinde yaşar.

Kelimeler, bazen her şeyin müsebbibidir bazen hiçliğin sessiz karanlığı.

Rengini kalbimizden, kanımızdan alan tuğlalardır bazıları. Nerede, hangi şehirde yaşıyorsak yaşayalım o tuğlalarla inşa edilmiş kalenin duvarlarıyla sınırlıdır dünyamız.

Yazgımıza serpiştirilmiş kelimeler en zor en uzun kelimelerdir. Dilimiz kâh döner kâh dönmez, harf harf, hece hece durmadan okuturlar kendilerini. Rastladığımız tüm kitaplarda mahzun ve sahipsizdirler, yuvasını kaybetmiş kuşlar gibi uçuşurlar satır aralarında. Lügatler takatsiz düşer, kocaman defter yığınlarına dönüşür bu kelimelerin önünde.

 Görmeyenin ışığı, hastanın hekimi, bebeklerin, dilsizlerin kirlenmemiş cennetidir kelimeler. Dikkatle dinlediğimizde uzak diyarların özlemini, bilinmeyen dünyaların esrarını duyarız her kelimenin uğuldayan boşluğunda çünkü kelimeleri hiçbiri dünyaya ait değildir aslında. Harfler onları var etmek için bulunmuş şekiller değildir, harfler yalnızca terzisi ve cümleler elbisesidir onların.

***

“Kelimeler var seni anlatamadığım içinde deniz gibi boğulduğum”

(Behçet Necatigil)

Tıpkı harflere benzediğimiz gibi yeryüzüne serpiştirilmiş kelimelere de benzeriz biraz yahut içimizde taşıdığımız, içimize taşıdığımız kelimeler bizi benzetir kendilerine. Sesteş kelimeler gibi suretlerimiz aynı olsa da her birimizin mana aynasında başka başkadır yüzü. Tıpkı kelimeler gibi bir manasını ararız suretimizin, sesimizin ömür boyu. Ömrümüzü verir o manayı satın almaya çalışırız dünya pazarında.

Bir ömür kelimeleri taşırız içimizde, bir ömür kelimelere taşırız içimizi. Hepsi budur dünyanın, hepsi bu kadardır hayatın.


aralık, 2013

12 Temmuz 2020 Pazar

çay

biriniz birkaç yıldız taksın gökyüzüne / biriniz çay hazırlasın”

(Mevlâna İdris)

Siz ne zaman fark ettiniz onun ehemmiyetini?

Lise yıllarında, kalbinizin ritmini yakalamaya çalıştığınız arkadaş ve dost meclislerinde mi, yoksa geçmek bilmeyen saatleri birbirine uladığınız askerlik günlerinde mi? Belki kıramayacağınız birilerinin ısrarı ile dahil olduğunuz bir sohbet meclisinde, belki de sabaha kadar ders çalışmak zorunda kaldığınız uzun bir kış gecesinde… Belki de halen onun sizi götürdüğü diyarların, size açtığı kapıların farkında değilsiniz.

Hayatımızın kıyısına sessiz sedasız ilişen ve ancak kendisinden uzak düştüğümüzde kıymetini anlayabildiğimiz, tıpkı aşk gibi üç harflik bir kelimedir çay. Ve tıpkı aşk gibi ne vakti vardır bir bardak çayın ne sebebi ne de mevsimi.

Çay gelir, bütün makamlar, sıfatlar terk eder gider sahibini.

***

“vadilerden renkli yağmurlar gibi gelir / içtiğimiz çay”

(Sezai Karakoç)

Günler çay dolu bardaklarla kovalar birbirini, mevsimler çay dolu bardaklarla döner durur.

İlkbaharda güneşin ışıkları çiçeklerin yapraklarında nasıl kendi rengini bulursa, çay bardağının yüzünde dahi bambaşka bir ışıltıya dönüşür. Çay değil de bir yudum sabah aydınlığı, bahar tazeliğidir ruha dolan çay dolu bardaklardan. Ümit ve şükür çayın üzerinde buğudur, usul usul çayın ve ümidin sahibine yükselir.

Güneşin kavurduğu, sineklerin dahi kanatlarının kımıldamadığı yaz öğlelerinde buzlu suların, soğuk meşrubatların veremediği serinliğe bir bardak sıcak çayın araladığı kapıdan ulaşılır. Çay öyle bir kapıdır ki önünde durduğunuz vakte göre kâh serinliğe açılır kâh sıcacık iklimlere.

Mevsim sonbaharsa şayet, güneşin solgun yüzü düşer çay dolu bardaklar üzerine. İçtiğiniz çay ne kadar sıcak olursa olsun, uçuşan sarı yapraklar, yağmur çağıran bulutlar her yudumda faniliğin tadını bırakır damağınızda.

***

“Biraz çay soğuklarda / Ne kadar acı şu dünya”

(Behçet Necatigil)

Çayın ekmek kadar değerli, su kadar aziz olduğunu çoğunuz erkenden havanın karardığı uzun kış gecelerinde tecrübe etmişsinizdir. Ki o gecelerde çaydan bahanelerle yakın uzak cümle dostların kapıları çalınır, sohbet meclisleri kurulur. Bulutlar yaklaşır yeryüzüne sırf bu sohbetlerden nasibini almak için. Dağlara taşlara sükutun gölgesi düşer, ırmaklar durgunlaşır. Çaydan söze, sözden kalbe ince ince dokunur nakışları hikmetin, hakikatin.

Saatler, takvimler hükmünü yitirir,  zaman unutulur, dünya durur çayın sonsuz ırmaklardan bardaklarla doldurulduğu sohbetlerde.

Çayın demini alması ne birkaç dakikalıktır ne birkaç saatlik… Çay asırdan asıra, diyardan diyara dolaşırken hem süzülür hem alır demini, rengini. Ondan uzak duranlar, farkında olmasalar da telafisi nâmümkün bir ziyanın içindedirler.

***

“ama bu kente gelirsen unutma beni ara,

sana bir çay ve temiz yaralar ısmarlarım”

(Osman Konuk)

Dostlarla bir bardak çay içebilmek hatırına köylerin, kasabaların, şehirlerin gerilerde bırakıldığı da olur, otobüslerin, trenlerin kaçırıldığı da. Uykusuz ve uzun kış gecelerinin kâh mihmanı kâh mihmandarıdır çay dolu bardak. Onunla ısınır soğuk odalar, muhabbetler renklenir, dostluklar tazelenir. Dostluklar, muhabbetler gibi yalnızlıklar da onunla büyür kalbin en kuytu kenarında.

Bazen yağmurun, bazen usul usul başlayan karın tam ortasında düşer aklınıza onun yokluğu bir kıymık gibi. Gecenin en karanlık yerinde kendine çağırdığı da olur, ilk ışıklarıyla da sabahın sizi uyandırdığı da.

Çay hem ümittir hem hüzün hem gurbettir hem sıla.  Ressam için adı konulmamış bir renktir çay, şair için sessiz bir mısra.

Günün hangi vakti olursa olsun, bazen her yudum başka bir şükre dönüşür dudaklarınızda. Bardak parmaklarınızın arasında camdan bir tespih gibi dolaşır. Uzar gider göğe doğru bardağınızın üzerinden harfler, şekiller. Bir çocuk masumiyeti gelir, misafir olur yüzünüze.

***

“Es-sohbetü bilâ çay

Ke’s-semai bilâ ay”*

Çay olmadan bardağın bir mana ifade etmemesi gibi, bardak olmadan da çay bir mana ifade etmez. Masalar, ocaklar, mekânlar ya onunla değer bulur ya da değerine değer katar.

Yeryüzünün en bahtiyar bardağıdır çay dolu bardak. Zira bardağın yüzünü yalnızlığın, sevdanın, gurbetin rengine bezeyen yalnızca çaydır. Sihirli bir küreye benzer çay dolu bardak çoğu zaman. İçinde geçmişin karanlık dağları, geleceğin aydınlık ovaları ve koyu bir kalemle yazılmış kaderin harfleri dalgalanır durur. Onun misafir olduğu masadan tıpkı kırgınlıklar, kızgınlıklar gibi ağrılar, acıların dahi uzaklaştığı olur. Abartı değildir onunla şifa bulması bazı dertlerin.

***

“çay içiyoruz

mutlu bir sessizlik içinde”

(Cevat Çapan)

Tamam olan eksiğimiz, yarım kalan uykumuz, tazelenen ömrümüzdür bir bardak çay.

Öylesine vefalı bir dosttur ki o, hani uzak kalıversek kendisinden, unutur gibi olsak dünya telaşından, varamayacak olsak yanına, o bulduğu ilk fırsatta hatırlatır kendisini ve çıkar karşımıza. En zor, dar vakitlerde dahi bir yolunu bulup ulaşır bize. Ne kendisini tatsız bulup da şeker katanlara darılır, ne içine karanfil, tarçın atanlara. Ne yanına limon koyanlara küser ne de plastik, kâğıt bardaklarla sunanlara. Şehirlerarası otobüs yolculuklarında, terminallerde, istasyonlarda, uğultulu okul kantinlerinde, boğucu hastane koridorlarında, bir çay bahçesinde, kahvehanede bekleyişin karanlık duvarları onunla yıkılır, onun buğusuyla uçar gider başımızın telaşı, gönlümüzün darlığı. Onunla demlenir dünya, demlenir hayat.

Onun buğusuyla ulaşır göklere ahımız.

Bir bardak çayın kadrini, değerini bilmeyenler sohbetin, muhabbetin, dostun kadrini kıymetini de bilmez. Dönen çay bardaklarının sesleriyle süslenmeyen meclislerde dostluğun, yârin, yâranın izlerini aramak nafiledir.

Nerede kiminle hangi mevsimde, vakitte içiliyor olursa olsun, çay her meclisin öznesi, iyiliğin, sadeliğin hayatın resmidir.

Hayatımızın kıyısına sessiz sedasız ilişen ve ancak kendisinden uzak düştüğümüzde kıymetini anlayabildiğimiz, tıpkı aşk gibi üç harflik bir kelimedir çay ve tıpkı aşk gibi ne vakti vardır bir bardak çayın ne sebebi ne de mevsimi.

 

 

semerkand, haziran, 2013

*(Çaysız sohbet, aysız gökyüzüne benzer.)

 


22 Haziran 2020 Pazartesi

"evlerin dışı pencere duvar"


Ne zaman işe, okula gitmek için ayrılsanız ondan, siz uzakta sokak aralarında kayboluncaya kadar binbir endişe ile ardınızdan size bakar farkında olmasanız da. Gün boyu gözleri yolda dönüşünüzü bekler, bilmezsiniz… Soğuk kış günlerinde anne şefkatiyle, baba merhametiyle etrafınızı kuşatır, ısıtır sizi. Kalbinde bir oda da sizin için ayırmıştır, paylaşmak için yalnızlığınızı. Hiçbir dosta anlatamadığınız kederleri dertleri sizinle birlikte o da içine atar, duvarlarının sağırlığı dilsizliği en çok bu yüzdendir.  Zaman geçtikçe, yaşınız ilerledikçe ona nasıl alıştığınızı, bağlandığınızı fark edersiniz.  Zordur onca alışkanlığı unutarak ondan ayrı düşmek, ayrı yaşamak. Bazen gurbet; her şeyden olduğu gibi biraz da ondan ayrı kalmak, onu özlemektir. Başkaları için bir şeyler ifade etmese de sizin için annenizin sıcaklığına, babanızın merhametine kardeşlerinizin mutluluğuna ve sizin çocukluğunuza dair siyah beyaz hatıralarla dolu bir fotoğraf albümünün kapağını aralamak gibidir onun kapısını aralamak ya da kapayarak ondan ayrılmak.
En az evsiz insanlar kadar, insansız evler de mutsuzdur.

***
Evler de tıpkı içinde yaşayan insanlar gibi konuşur, gülümser, kederlenir. Onların da hastası, düşkünü, yetimi, yardım bekleyeni, mütevazı olanı, kibirle kasılanı vardır. Kendi aralarında bazen bir zalim eline düşmüş olmaktan, bazen kendisini inşa eden ustanın beceriksizliğinden, bazen içinde yaşanan huzurdan mutluluktan bahseder dururlar ve onlar da hatıralar biriktirirler yaşadıkça dünya üzerinde. Eski sahiplerinin nasıl onları uzaktan görünce yüreği burkulur, gözleri dolarsa; onlar da aynı hüznü hisseder eski sahiplerini görünce, onların dahi gözleri dolar. Yalnızca kendi aralarında değildir elbet konuştukları; halden anlayan, dillerini bilen insanoğluna da aynen kapılarını açtıkları gibi söz kapılarını açarlar ve mahallenin, şehrin, geçmişin unutulan, üzeri örtülen hikâyelerini fısıldarlar kendilerini dinleyenlere.
***
Evlerimizden bize, bizden evlerimize sinen çok şey vardır tıpkı eşiğinden içeri adım atar atmaz sizi karşılayan, her evin kendine mahsus kokusu gibi.
Yaşadığımız şehirden, bulunduğumuz mahalleden nasıl mayamıza karışan adı konulmamış renkler kokular varsa; duvarları arkasında kendimizi pek çok şeyden emin hissederek ömrümüzü geçirdiğimiz evlerimizden de daha onunla tanıştığımız andan itibaren ruhumuza sinen renkler kokular vardır. Onun tavanının yüksekliğinden pencerelerinin genişliğinden kapısının ve duvarlarının boyasından, malzemesinin türünden hatta bahçesindeki ağacın cinsinden, kapısındaki merdivenden pek çok şey siner kişiliğimize. Toprak ve ahşap evlerde faniliği, beton evlerde griye çalan bir soğuğu, yalnızlığı teneffüs eder kalbimiz.
Ne evleri inşa edenler ne de bizi büyütenler farkındadır dünyaya merhaba dediğimiz bu mekânda üzerimize günün düştüğü pencerenin, seyretmek zorunda kaldığımız tavanın, duvarların bebek ruhumuza, yıllarca silinmeyen ve anlamını asla bulamayacağımız desenler bıraktığının.
Sevincimiz, kederimiz, konuşmamız hatta yürüyüşümüz dahi evimizde şekillenir, kendini bulur.
***
 Şu fakir mahallede bir göz evim olsaydı
Nasıl sevinç içinde çıkardım şu yokuşu
(Ziya Osman)
Evlerimizden bize, bizden evlerimize sinen çok şey vardır ve bu yüzden zordur, hazindir bir evden bir eve göçmek, göç taşımak. Her şeyi taşımak mümkündür ancak hatıralar orada öylece kalır. Haftalarca sırt üstü yatırılarak seyrettiğiniz tavan, içinde ilk kez adım attığınız oda, takılıp düştüğünüz eşik orada öylece kalır. Bahçede ağaç, ağaçta salıncak ve salıncakta çocukluğunuz öylece kalır. Duvarlara sinmiş çocuksu kahırlarınız, sevinç çığlıklarınız, bir akşam sofrasında yemeye başlamak için babanızın işten dönüşünü bekleyişleriniz, okula gittiğiniz ilk gün, kalktığınız ilk sahur öylece kalır. Hatta ilk gönül yarasının kabukları dahi yumruklanan duvarların dibinde sır olarak orada öylece kalır. Kapanır sayfalar… Tren kaçırmış yahut yanlış durakta inmiş gibi olursunuz. Ayaklarınız yabancısıdır yürüdüğünüz yolların. Vakit hayatı temize çekme vaktidir. Ne kadar geniş ne kadar ferah olursa olsun bir odası eksik kalır yeni evinizin.
Açtığınız hiçbir yeni kapının ardında bulamazsınız daha çocukluğunuzu, gençliğinizi. Geride bıraktığınız her şey kaybolur ve silinir siz ondan uzaklaştıkça. Yıllar sonra bir yaz akşamı çocuklarınızla birlikte eski evinizin önünden geçerken, mahzun ve fark edilmeyi bekleyen eda ile gözlerini sizden öteye çevirmeye çalışan binayı işaret edip de çocuklarınıza; bakın benim çocukluğum da şu evde geçti,  dersiniz; o anda, çocukluğunuz geçer oradan.
***
Çocukluğumuzu, gençliğimizi başka başka mekânlarda bırakarak, habire yer değiştiriyoruz dünya üzerinde. Ayrıldığımız mekânlar silindikçe, değiştirildikçe, hatıralarımız hayale dönüşüyor ve hayallerimiz de uçarak dağılıyor zamanın rüzgârıyla kalbimizden zihnimizden. Mekân bizimle irtibatını kesiyor, kokusu kalmıyor evlerimizin.
 Kökünden sökülerek, filizlendiği topraklardan çok uzaklara taşınan, parklara bahçelere dikilen fidanlar gibi her yeni mekânda toprağın, suyun ve güneşin yeniden acemisi oluyoruz. Kuşlar ürkerek geçiyor üzerimizden. Bu yüzden sararıyor bir yanımız.

***
 Babam, annem evimiz, bahçem çitlembiklerim
Sizler rüya mıydınız, sizler yaşadınız mı?
(Ziya Osman)
Tıpkı St. Petersburg'un sokaklarında dolaşarak evlerle konuşan, onların derdini dinleyen Beyaz Geceler’in hayalperest genç kahramanı gibi bazı akşamlar benim de sırf evlerle dertleşmek, onları dinlemek için sokağa çıktığım oluyor. Belki de artık yaşlandığımdan, hangi evin yüzüne baksam, hangisinin önünde dursam ya keder ya kibir görüyorum. Dinliyorum; hiç birinin ağzını bıçak açmıyor…