8 Ağustos 2021 Pazar

tatil kitabı

 Yaz gelirdi, sobalar kaldırılırdı evlerden, sınıflardan. Yaz gelirdi, ayakkabılarımızdaki çamur, çoraplarımızdaki ıslaklık, sırtımızdaki eski gocuklar kaybolurdu birer birer. Yaz gelirdi ve okul önlerine dondurma niyetine renkli, şekerli buz parçaları satan amcalar gelirdi. Yaz gelirdi; kaymadan, düşmeden yürüyebilir, beyaz yakalıkların düğmesini açarak oynayabilirdik okul bahçesinde ve kavrulduğumuzda sıcaktan, suyu şişelerden değil musluklardan içerdik kana kana. Yaz gelirdi, biraz daha soldurmaya siyah önlüklerimizin rengini. 

Ardından yaz tatili gelirdi karnelerin beyaz kanatlarında. Karneler dağıtılır ve hayat birdenbire değişirdi hepimiz için. Kimilerinin çantasına saklayarak kimilerinin elinde sallayarak evine götürdüğü karnelerde öğretmenin dolma kalemle yazdığı her not, her kelime okunurdu tekrar tekrar ve ardından kaldırılırdı sandıklara, dolaplara, çekmecelere bir mektup, bir anı niyetine bu belge. Yaz tatili, derlerdi;  yaz tatilinde yaptıklarınızı anlatan bir kompozisyon yazın, derlerdi. Yaz’ı bilirdik ama tatilin ne olduğunu sorana hepimiz başka başka şeyler anlatırdık. 

Kimilerimiz için yaz tatili; mahalle pazarlarında poşet satmak, boş arabacılık yapmaktı. Bazılarımız için simit satmak, bazılarımız için şehrin işlek caddesinde ayakkabı boyamaktı. Kimilerimiz için köyde buğday tarlalarında ya da kuzularla geçecek üç ay demekti yaz tatili. Biraz şanslı olanlarımız, şehir dışındaki akrabalarına giderdi birkaç haftalığına. Kimilerimiz için yaz tatili, mahalle camisinde yaz boyu Kur’an kursuna devam etmekti. Çantalar bir mevsimliğine inerdi sırtımızdan, ne test bilirdik ne dershane ne de özel ders. Okulun; sınırların ardında bir ülkeye dönüştüğü, her şeye verilen birkaç aylık molanın adıydı yaz tatili. Yeniden eylül ayı gelip de okullar açıldığında ellerimizdeki nasır, yüzümüzdeki güneş yanığı, içine sığmakta zorlandığımız rengi soluk siyah önlüktü biraz da yaz tatili.

Yaz boyu okulu, dersleri unutmamız ve bir sonraki senenin derslerine hazırlıklı olmamız için bize sunulan tek seçenek vardı: tatil kitabı. Yıl sonu yaklaşıp artık karne, not işleri tamamlandığında örnek tatil kitaplarının yüzünü görmeye başlardık. Öğretmenler bu kitapları tavsiye eder, fiyatını ailelerimize bildirmemizi isterdi. Birkaç gün sonra ise bazı arkadaşlarımızın masasından, çantasından göz kırpmaya başlardı tatil kitapları. Ders kitabına, ansiklopedilere dahi masraf edilmeyen o yıllarda tatilin ne olduğunu bilmesek de tatil kitabının ne olduğunu bilirdik. Yalnızca öğretmenler önermezdi elbette bu kitapları. Okulların kapanmasına yakın kırtasiyelerin, kitapçıların vitrinlerine de kocaman harflerle yazılırdı: Tatil Kitabı Gelmiştir. 

Ders kitaplarına benzemezdi tatil kitapları; sınıf kitaplığının köşesinde mahzun bekleyen, kapağı kaybolmuş, sayfaları bantla tamir görmüş, hatta iple hoyratça dikilmiş hikaye kitaplarına da. Ebatı farklı olurdu onların; cildi, kağıdı hatta kokusu da. Ağabeyden, abladan, komşu çocuğundan miras kalmış, bir sene de bizim çantamızda yıpranmış, kenarları kıvrılmış ders kitaplarının yanında; kapağını açarken dahi heyecanlandığımız, belki merak ettiğimiz belki imrendiğimiz başka bir dünya vardı o kitaplarda. Her sayfa, başka bir âleme açılan kapı gibiydi; her resim dakikalarca kendimizi seyirden alamadığımız bir çizgi film. Bir fantastik eser, bilimkurgu kitabı, bir define haritası kadar gizemli gelirdi bizlere tatil kitaplarının dışı da içi de. Bu kitaplarda resmedilen insanlara, orada sunulan hayat tarzına öylesine uzaktı ki yaşadığımız dünya... Mesela köy resimleri olurdu metinlerin arasında, benzemezdi köyümüze; dede resimleri olurdu, benzemezdi dedelerimize. Hatta manzarayı tamamlamak için öylesine resme yerleştirilmiş kuşlar, kediler, ağaçlar bile benzemezdi bizim kuşlara, kedilere, ağaçlara. Bisiklet, uçurtma, olta resimleri... Dedesiyle  balık tutan; saçları uzun, pantolonu kısa, yanakları al al, mutluluğu yüzünden okunan çocuklar… Çiçekler ve ağaçlarla dolu kocaman bir bahçede, yere serilmiş rengarenk örtüler üzerinde, başlarında çiçeklerden yapılmış taçlarla kahvaltı yapan çocuklar... Ailesiyle hayvanat bahçesini gezen yahut lunaparka giden; mutluluğu ve heyecanı yüzlerinden okunan çocuklar... Kendisine ait odada, arkadaşlarıyla oyun oynayan veya sırt üstü uzanıp kitap okuyan çocuklar... Deniz kenarında kumdan kaleler yapan,  ormanda çadır kuran, kamp yapan çocuklar... Yaz, vardı; tatili ise herkes için başkaydı. En çok bu gerçeği fısıldardı tatil kitapları küçücük kalbimize. 

Bizim köyümüzün, köyümüzdeki derenin, bostanın, pınarın, kuzuların, ineklerin resmi yer almazdı ne tatil kitaplarında ne başka kitaplarda. Toz toprak içinde ayakkabılarla tarladan dönen büyüklerimizin yüzündeki kederli tebessümün, yorgunluktan sedir kenarında uyuyan çocukların, süt sağan teyzelerin, kilim dokuyan annelerin resmi yer almazdı tatil kitaplarında. Yaz boyu küçücük elleri ile ayakkabı boyayan, pazarlarda çalışan, limonata veya simit satan, Kur'an kursuna giden çocukların, çocukluğumuzun resmi siyah beyazdı ve yalnızca kalbimizin sayfalarındaydı. Tatil kitabı, tatili olanların kitabıydı galiba.

Onca cazibesine, onca etkileyiciliğine rağmen mevsimlik çiçekler gibiydi bu kitaplar. Üç ay balkonları, bahçeleri süsleyen ardından sararıp kuruyan ve toprağa karışan mevsimlik çiçekler gibi. Sonbahar başlar başlamaz boynunu büken çiçekler gibi. Okullar kapanmadan önceki son hafta açan; rengiyle, kokusuyla bizi mest eden ve okullar açıldıktan sonraki ilk hafta yaprakları dökülen narin bir çiçek... Ders kitapları gibi ciltlenmez, etiket yapıştırılmaz; kardeşe, komşu çocuğuna miras da bırakılmazdı.

Yaz veda eder, güz gelirdi, durgun bir sarıya boyayarak her şeyi. Güz gelirdi; yağmurun sesine, çiğ tanelerinin nefesine tutunarak ve kurulurdu usul usul sobalar önce sofalara sonra büyük odalara. Güz gelirdi ve yeniden cıvıltıya, toza dumana boğulurdu okul bahçeleri. Güz gelirdi, okul önlerine küçücük arabalarda satılan tespih taneleri gibi dizilmiş alıçlar, tane işi satılan sarı ayvalar, ters çevrilmiş bir meyve kasası üzerinde kalem gibi dizilmiş meyan kökleri de gelirdi. Güz gelirdi ve dönerdik okula üç numaraya vurulmuş yahut baba makasından geçmiş saçlarla. Biz bir önceki seneden yarım kalmış bir defter ve eski bir kalemle dönerdik okula, bazı arkadaşlarımız tatil kitaplarıyla dönerdi. Güz gelirdi, kapanırdı tatil kitabının son sayfası. 


1 Ağustos 2021 Pazar

dünya

 hüseyn kaya

yine de bakıyorsun içine gözlerimin
bakar gibi perdeli bir camın arkasına
oysa çoktan kayboldum içinde bu gölgenin
ve karıştı ruhumun beyazı karasına

üzerinde yürümek bir kalbin nasıl da zor
söyleyemem efendim bunu ben başkasına
usul usul bir serçe ölüsüne dönüyor
sesine tutunmasam dünya avuçlarımda


2015

sabır

Her insan acemisidir kendi yazgısının, kaderinin ve dünya yolcusunu en çok yolun  nereye varacağını bilememek, yol ikiye ayrıldığında hangisinin huzura taşıyacağını hangisinin karanlığa sürükleyeceğini kestirememek yorar. Çıkmaz bir yola girip de aniden çarpınca bir duvara, karanlık bir kuyuya düştüğümüzde gündüzün en aydınlık vaktinde yahut dermansız bir derdin pençesinde dinmeyen sızılar kuşattığında ruhumuzu, bedenimizi; adına sabır denilen küçücük bir tohum kımıldar en derin yerinde kalbimizin . O tohumdan sızan ışıkla tahammül edilir her derde, belaya. O tohumdan kalbe üflenen umutla sayılır günler, haftalar, aylar mevsimler.  Biz sadece “sabır” desek de adına onun da bin bir türlüsü vardır.  Ayrılıklar için başka bir sabır gerekir, yalnızlıklar için başka bir sabır. Yoksulun sabrı başkadır zenginin sabrı başka. Birbirine benzemez elbette dertlinin, hastanın, düşkünün garibin sabrı. Her sabır, başka bir sabırla çatlatır kabuğunu,başka bir  sabırla dal budak verir ve başka bir sabırla mevyeye durur.

***

Sabr ile malum olur esrâr-ı Hak

Sabr ile bilindi her müşkil sebak

Eşrefoğlu Rumî

Ömür bir sermayedir kuşkusuz azığımıza konulan ve bu sermaye var olduğu sürece heybemizde, hayaller kurarız yarınlar için, ümitler taşırız bir sonraki güne, haftaya, aylara yıllara dair. İmtihan, hep çalıştığımız yerlerden yapılacak sanırız ve çalışırız var gücümüzle. Sanırız ki mevsim hep bahar ve sanırız ki gökyüzü hep güneşli. Oysa dünyadır üzerinde yol aldığımız zemin ve durmadan döner, yer değiştirir ayaklarımız altındaki yeryüzü. Yürürken yolsuz kalmak da mümkündür yarınlara, konuşurken kalabalıklara unutmak da vardır bütün kelimeleri. Kavuştum, derken boşluğa düşmek de bizler içindir; kazandım, derken kaybetmek de.

Hiçbir lügatin karşılığını tam olarak veremediği herkesin tecrübesi kadarını tanıyabildiği büyük anlamlı birkaç kelimeden biridir sabır ki yoktur sabrın aslında dili, rengi… Saçındaki aklardan, yüzündeki çizgilerden, feri tükenmiş ama ümidi sönmemiş gözlerinden sezer, tanırsınız sabır sahibi insanları. Sözlerinde, seslerinde, yürüyüşlerinde hatta nefes alıp verişlerinde dahi sabrın acıyla örüp gerdiği incecik tülü görür gibi olursunuz biraz yaklaşınca onlara. Tahammül eşiğinden aşıp sakinliğin, huzurun bahçesine ulaşabilenlerdir ancak sabır sahibi olanlar.

Dünyanın dönüşüne, başkalarının hızına, kaderin ahengine saygı duymaktır sabır biraz da. Zaten en fazla bir kez geçebileceğimiz dünya tarlasında yavaş yürümeyi, etrafı izlemeyi öğrenmek ancak sabırla mümkündür. Sabrı olan kişi görebilir yoluna serpilen çiçekleri, sabırlı olan kişi duyabilir, kuşların, çekirgelerin sesini. Göğe bakanlar sabırlı olanlardır, ufuklara bakanlar sabırla bekleyenlerdir yalnızca. Sabır biraz da kabul etmektir dünyada yalnız yaşamadığımızı.

Ruhun en karanlık iklimlerde bile ışıyan kutup yılıdızı, en sert fırtınalarda bile sönmeyen kandilidir sabır. Çaresizliği yaşamak değil onu aşmak için içimizde taşıdığımız ümittir sabır, yangınını gözyaşıyla söndüme cesaretidir kimi zaman ve yarayı gül, acıyı bal eylemektir. Sabır sessizliğin ülkesidir, sabırsızlık feryadın ve figanın.

***

Ehl-i temkînem beni benzetme ey gül bülbüle

Derde yok sabrı anın her lâhza bin feryâdı var

Fuzûlî

Yalnızca insan değildir dünyada sabırla imtihan edilen. Esasında gözümüzün gördüğü her şey kainatta sabrı telkin eder, sabrı fısıldar gibidir aceleci ve asi insan yanımıza. Minik gövdesini topraktan dışarı çıkarmak ve rengarenk yapraklarını açmak için baharı bekleyen çiçek, mevye vermek için büyümeyi bekleyen ağaç, coşmak için yağmur çağıran ırmak kendisi için emredilen sabra teslim etmiştir ruhunu şüphesiz.

Dağlar sabırla durur kuruldukları yerlerde dünya var oldukça, ırmaklar sabırla akar sonsuza, sabırla tavaf eder gökkubeyi bulutlar. Ne usanır güneş dönmekten ne dünya ne ay… Usanmaz parlamaktan yıldızlar. Kuşlar sabırla öğrenir uçmayı, sabırla göç eder vakti gelince bir diyardan bir diyara. Taylar sabırla öğrenir koşmayı,  Örümcekler sabırla örer binbir desenli ağını, dallar mevyeya sabırla durur. Bahar, sabırla bekler kışın sırasının geçmesini. Sabır tahammülün ağabeyidir umudun küçük kardeşi…

Yerine göre kırkıncı odayı dahi açabilen anahtar yerine göre simyadır sabır. Aralanmayan demirden kapılar sabırla önünde beklenildiğinde bir gün açılır ardına kadar, bakır altına, kömür elmasa sabırla döner ve Yusuf’u karanlık kuyudan aydınlığa, Eyyüb’ün yolunu şifa suyuna, Yunus’u karaya ulaştıran iksir sabırdır yalnızca.

Sonsuz da olsa sabrın kaynağı kimi zaman zordur sabretmek, zordur beklemek. O demlerde kalplerimiz düğüm düğüm olur, ruhlarımız sonsuz bir karmaşanın içinde yorulur endişeden, koşmaktan, ağrımaktan. Beklemek, yalnızca duraklarda, istasyonlarda manasını kazanan bir kelime olur. Büyük hakikatlere bizi taşıyacak takat ve tahammül sıyrılır gider ellerimizden. Neyi kazanırsak kazanalım, kaybetmişizdir aslında sabıra tutunmadan, nereye ulaşırsak ulaşalım bir arpa boyu yol kat etmemişizdir sabır olmadan  çünkü sabır yeşermeyen dal ayazın biçtiği ecel gömleğine bürünür er ya da geç… Sabır vaktini beklemektir biraz da var olmanın, yeşermenin, çiçek açmanın.

***

Beklemek, bir sabahı bir akşamı beklemek,

Beklemek gelir diye o saat ağır ağır.

Ziya Osman 

Beklemek, ne kadar uzun bir kelime ise nefesi sayılı olanlar için sabır da o denli büyük bir erdemdir her şeyin hızla yer değiştirdiği dünyada. Bir ağaç gibi hep aynı iklimde, toprakta var olmak; koşmadan sağa sola, düşmeden vesveseye şüpheye, öylece kök salmak bulunduğun yere ve yaprak dökmek, sonra tekrar yeşermektir sabır ayakların yedi kat yerin altına inerken başın göklere doğru uzanmasıdır. Yolcuya gölge, kuşlara yuva olmaktır aynı zamanda.

Binlerce kapıdan çevrilip de bin birinci kapıya ümit bağlamaktır bazen sabır, bir dağa ulaşıp başka dağları görmek ardında… Bir kuyudan çıkıp diğerine düşmektir, ırmaktan çıkıp okyanuslara yönelmektir.

Yılları ah etmeden sele vermenin kırk yılda büyüttüğün çiçeği ele vermenin adıdır sabır.

Sabır bir daire kendi etrafımıza çizdiğimiz, kırgınlıklardan, kızgınlıklardan pişmanlıklardan ve yarım kalan her şeyin acısından uzaklaşmak için. Sabır, ömür kiliminde ilmik ilmik, rengarenk nakış. Sabır bir kale, bir sığınak, bir giysi.

Yeryüzüne düştüğümüz andan itibaren sabırdır aslında tutunduğumuz tek dal. Farkında olsun olmasın sabırla öğrenir insan sürünmeyi, ayakta durmayı, yürümeyi, konuşmayı, koşmayı. Sabırla öğrenir okumayı, yazmayı, düşünmeyi. Sabırla geçilir çocukluk, ilk gençlik yılları, sabırla kurulur yuvalar, sabırla geride kalır geçilmesi gereken çağlar ve dünyadan ayrılırken anlarız adına yaşamak dediğimiz şeyin kocaman bir sabırdan ibaret olduğunu.


 ağustos 2019


 

el-adl

Şüphesiz bu dünya imtihan dünyasıdır ve adalet, her imtihanın en büyük esası, olmazsa olmazıdır zira adaleti olmayan bir imtihan, imtihandan sayılmaz.

Kâinatı bizler için var eyleyip süsleyen ve dünyayı bir imtihan meydanı olarak düzenleyen, kalplerimizi donatıp, ömür sermayesini azık niyetine bedenimize sarıp bizi bu âleme gönderen sahibimizin her an ve her yerde tecelli eden isimlerinden biridir El- Adl.

Gündelik telaşların dağıttığı, körelttiği zihnimizle çoğu zaman farkına varmayız lakin ömür ve hayat, bu ismin tecellisi olarak hem taksim hem ikram edilir hepimize. Kimimiz zengin kimimiz fakir bir hayat geçirsek de bazılarımız az bazılarımız çok eğlensek de yeryüzünde kimimiz dağların bağrında kimimiz denizlerin kıyısında tamamlasak da ömrümüzü, nasibimize düşen her şey ince ve şaşmaz bir terazinin kefelerinde tartılarak düşer payımıza. Elemler, dertler, hastalıklar, sevinçler, ayrılıklar, vuslatlar, bayramlar, galibiyetler, mağlubiyetler, eskiteceğimiz günler yıllar ve dahi alıp vereceğimiz nefes sayısı hep aynı adaletin tecellisi ekseninde gerçekleşir. Bu tecelliyi hayatının her döneminde görebilen, hissedebilenler için dünya bir uğrak yeri, ömür göz açıp yumuncaya kadar geçen bir rüyadır. Onların lügatinde hayat karşısında şikâyet, sızlanma ve hırs kelimelerinin yerine yalnızca sabır ve teslimiyet yer alır.

Yalnızca dünyaya bakan bir göz, her yerde ve her çağda daima şikâyete meylettirir sahibini.  Bakmak başka, görmek başkadır şüphesiz ve görmek; anlamanın, anlamlandırmanın, yorumlamanın ilk durağıdır hikmet, hakikat yolculuğunda. Sabırlar, şükürler ancak görebilen bir kalbin fısıltısıdır uzletgahlarda terennüm edilen.

Hepimizin ruhunda endişe taşlarından örülü bir dert duvarı yükselir durur dünya hayatı boyunca. Öğrenci okuldan şikâyet eder, öğretmen hayatından… Doktor işinin çokluğundan şikâyet eder, esnaf bereketsizlikten. Çocuk, bir an evvel büyümediği için şikayet eder ihtiyar çabucak yaşlandığı için. Hayatımızın her aşamasında biraz daha yükseltiriz bu duvarı, ta ki bilinceye, anlayıncaya kadar her şeyin bir denge üzerinde seyrettiğini.

Yalnızca ilk sayfasını okuruz önümüze konulan imtihan kâğıdının. Telaşla ve karalayarak hiç düşünmeden, başkalarının kâğıtlarından gördüğümüz gibi doldururuz önümüzdeki sayfanın tüm boşluklarını. Dünyanın usulca gözlerimize taktığı tek boyutlu gözlüklerle okuruz kaderimizi, hayatımızı. Kazandım, dedikçe kazanma hırsıyla çırpındıkça kaybederiz. Kazanan neyi kazanmıştır, kaybeden neyi kaybetmiştir dünya imtihanında anlayamadan gelir geçer zaman.

Her şeyi tartan ilahi terazinin ahiret kefesi görünmez gözlerin çoğuna. Bu açıdan baktığımızda hayat; karmakarışık bir mücadeleye, dünya; güçlünün güçsüzü ezdiği bir mücadele alanına dönüşür ansızın. Kuşlar sahipsiz uçar gökyüzünde, ağaçlar sahipsiz salınır kasırgalarda… Çiçekler kar altında, yıldızlar gökyüzünde titrer durur endişe ile. Kış soğuğu ile zulmeder yaz sıcağı ile. Yağmur ve kar rahmet ve bereket olmaktan çıkar, kâbus olarak iner hayatımıza. Geceler bir inziva ve tefekkür vakti yerine yalnızca ürperti veren bir karanlığa dönüşür, gündüzler ise sonu gelmez bir yarışa başlamanın zamanıdır. Hastaların, yoksulların, biçare çocukların, yaşlıların ağlayıp inlemeleriyle dolu bir hüzün ormanıdır dünya ve bu ormanda her an bir musibete düçar olabilecek kadar aciz, çaresiz bir yolcudur insan. Mezarlıklar uzaklaşır şehirlerimizden, ölmüşlerimizi yâd etmeyi unutur, telaş ve hırsın zehirli iksiriyle arşınlarız yeryüzünü.

 Oysa görebilen bir göz ve hissedebilen bir kalp için ince bir mizan ve sonsuz bir adalet hâkimdir kâinatta. Kuşların uçması, balıkların yüzmesi, her sonbahar dünya ile vedalaşıp uykuya dalan çiçeklerin, ağaçların baharda tekrar dünyayı selamlaması bir âdil bir hükümdarın fermanı iledir.  Örümceğe nakış kabiliyeti, aslana güç, file cüsse veren, her bir yaratılmışı farklı bir yetenek ve vasıfla donatan El-Adl isminin kudretidir. Mevsimler bu ismin tecellisi ile dolaşır durur yeryüzünde. Gece yerini bu ismin gereği gündüze bırakır, kışlar bu ismin tecellisi olarak nazlanmadan bahara, baharlar yazlara bırakır yerini. Yağmur ve kar başıboş inmez dağlara taşlara. Güneş yalnızca emrolunduğu kadar gösterir yüzünü, yıldızlar yalnızca kendilerine verilen ömür kadar süsler gökyüzünü.

Mutlak bir adalet için ödül kadar ceza da elzemdir. En az bereketler, güzellikler, rahmetler kadar kıtlıklar, felaketler, musibetler de adaletin gereğidir dünyada. Bazen rüzgârın kasırgaya, rahmetin tufana dönmesiyle sağlanır adalet. Hastalıklar yoksulluklar, çaresizlikler o büyük terazinin bir kefesinde ise sıhhat, varsıllıklar, sevinçler diğer kefesindedir… Gençlik bir kefesindedir o terazinin, ihtiyarlık bir kefesinde ve nihayet dünya bir kefesindedir ahiret diğer kefesinde. Hayatın adaletini ölüm sağlar, gençliğin adaletini ihtiyarlık. Cennetin adaleti cehennemde saklıdır şüphesiz ve faniliğin adaleti beka ile sağlanır.

Hayatın, dünyanın, kâinatın adalet ile imar edildiğine iman etmek tüm kapıları açan, tüm imtihanların neticesini hayra çeviren bir iksirdir. Adl ismine tutunan İbrahim peygamber, bu isminin tecellisi ile ateş denizinin ortasında cennet bahçesine vasıl olur. Eyyüb peygamber Adl isminin gölgesinde şifa bulur dermansız dertlerine… Yusuf peygamberi karanlık kuyulardan, zindanlardan sultanlığa taşıyan da firavunu helak eyleyen de Adl ism-i azamının tecellisidir.

Altın altın ile tartılır, bakır bakır ile… İyilikler iyi neticelere varır fenalıklar fena neticelere.  İster ah ile vah ile geçsin ömrümüz ister şükür ile durduğumuz yer, varacağımız yerdir neticede. 

 

 


zamanın kıyısında bir mekân: aliağa camii

 

Şehirler değişiyor durmadan, yollar, parklar, binalar değişiyor… Aşinası olduğumuz sokaklarda dahi acemiliğimiz hiç bitmiyor yaşadığımız şehirde. Hani birazcık dolaşayım desek bir ikindi vakti caddelerde, sokaklarda; eskiye dair bir hasret göğüs kafesimizin altına bağdaş kurup daraltıyor içimizde bir yerleri. Fotoğraflar eski rüyaların dilsiz şahitleri, hatıralar hayal âleminde yaşanmış gibi.

En az büyük şehirler kadar küçük şehirler hatta ilçeler, kasabalar dahi aynı hızla değişiyor ve siliniyor her geçen gün hafızamızdan sokaklar, mekânlar. Albümlerde dahi kalmıyor geçmiş zaman manzaraları.

Çocukluğunun, gençliğinin geçtiği şehirlere yıllar sonra dönenler hep aynı kaybolmuşluğu hissediyor yeni sokaklarda, beton binalar arasında.

Ne bir deprem yaşadı Sivas yakın zamanlarda ne de yeniden Moğol istilasına maruz kaldı ancak orta yaşı geçmiş çoğu Sivaslı için artık bu şehir de yeni ve yabancı.

Çocukluğumuzu, ilk gençliğimizi yaşadığımız sokaklardan hatta okuduğumuz okullardan, önünde sıra beklediğimiz tatlı su çeşmelerinden, karanlık çökünceye kadar misket, ceviz, gazoz kapağı oynadığımız boş arsalardan, istasyon caddesinde kuş cıvıltılarıyla süslenmiş akasyalardan, mahalle aralarında kurulan pazarlardan ne bir iz kaldı ne hatıra.Şehir usul usul kaybetti hafızasını ve bizler usul usul kaybettik hatıralarımızı.

Neyse ki gözler görse de ellerin ilişmediği, ilişemediği mekânlar da var her şehirde ve ancak bu mekanlar sayesinde geride kalan yıllarımızın bir rüya olmadığına inandırıyoruz kendimizi. Camiler, hanlar, medreseler, türbeler her şeyin berisinde, mahzun ve yorgun bakışlarla, biraz da sıranın kendilerine geleceği endişesiyle izliyorlar etraflarında yaşanan köşe kapmaca oyununu. Her şey değişse de şehirlerde; onların yeri, taşları, duruşları değişmiyor ve kendilerine aşina buldukları her çehreye aynı tebessümle açıyorlar kapılarını ardına kadar.

Şehrin tam da ortasında etrafındaki onca gürültüye telaşa rağmen suskunluğunu ve sakinliğini muhafaza eden ve belki biraz da fark edilmemek için yolların, caddelerin  aşağısında kalmış küçücük bir düşler ülkesi Aliağa Camii ve bahçesi. Eski Sivas’ı arayanlar için küçücük bir sığınak, ruha şifa arayanlar için mütevazı bir uzletgah…

Aliağa Camii; bahçesindeki yıllanmış çınar ağacıyla şehrin merkezine kurulmuş olsa da dünyanın kıyısında bir mekan…  Bir zamanlar belki de şehrin her yerinden görülebilen minaresi dahi üzerine üzerine yürüyen beton yığınları arasında çoktan kaybolmuş, öz yurdunda garip kalanların halinden bir hal, duruşundan bir duruş sinmiş suretine Aliağa Camiinin. Belli etmemeye çalışsa da her hali hüzün, kubbesi melal içinde ve her taşı yorgun… Yerini yadırgayan ama halen hayata tutunmaya çalışan solgun çiçeklere, yaşadığı şehri bırakıp gitmeye çoktan niyetlenmiş ama bir türlü kök saldığı topraklardan kopamamış; yabancı, ürkek insanlara benzer biraz…  Sanki bir kasaba, köy için inşa edilmiş de sonradan bulunduğu yere getirilmiş.

Ne hemen aşağısındaki Afyon Sokağına kestirmeden ulaşabilmek için pürtelâş içinde merdivenlerinden inip bahçesinden savuşup gidenlere gönül koyar Aliağa Camii ne de bahçesindeki ağacın yapraklarını yol üzerinden kopararak geçen ve kendisinden bir selamı esirgeyenlere; zira bahçesinde hal ehli üç beş ihtiyar daim keyfini sürer çınar gölgesinde sonsuzluğa uzanan su ve kuş seslerinin. Saatler yavaşlar, zaman uzar, şehir uzaklaşır, gönül cümle dertlerden azade olur Aliağa Camiinin bahçesinde ve içinde.

Aliağa Camii her mevsim farklı bir güzellikle saklansa da şehrin ortasında ona en çok sonbahar yakışır. Küçücük bahçesi sarıya boyanır kocaman çınar yapraklarıyla. Güvercinler misafir olmasa da avlusuna, sarı yapraklar kanat çırpar esen her rüzgârla kah sağa, kah sola…

Sivas'a ilk defa gelen herkes medreseleri, Ulu Camiyi, Meydan Camiini ziyaret eder de beş yüz yıllık bu cami ile tanışmadan, selamlaşmadan ayrılır gider şehirden. Nasip meselesidir şüphesiz onun dinginliğine ulaşmak, sükûtunda başka âlemlere kapılar aralamak.

Şehrin onca şairine, edibine rağmen bu caminin adı ne bir şiirde geçer ne de bir hikâyede, romanda. Hâlbuki cami bahçesindeki hazirede romancı bir oğlun şair babası medfundur. Çoğu kişi tarafından bilinmese de Peyami Safa’nın babası şair İsmail Safa’nın kabri Aliağa Camii haziresindedir ve sürgün geldiği Sivas’ta sürgünlüğü başka türlü devam etmektedir.

Beş yüz yıllık bir ömrün hikâyesi kazılıdır kesme taşlardan örülü duvarlarında. Hangi alınlar secdeye değmiştir, hangi gözler pişmanlıkla, ümitle yeşermiştir bu camide, hangi bedenler ebedi yolculuğa bu limandan uğurlanmıştır bilinmez.

Her geçen gün biraz daha unutkanlaşan şehrin unutmamaya çalıştığı üç beş mekandan birisi Aliağa Camii. Tenhalaşan, kaybolan, gölgede kalan, betonlar arasında sıkışan Aliağa  Camii değil de şehrin kendisi aslında. Çocukluğumuzdan, gençliğimizden bir iz yok artık yaşadığımız mekânlarda ve bu yüzden bütün şehirler aynı bizler için, ekmeğini yediğimiz, suyunu içtiğimiz, dağlarına bakıp içlendiğimiz, ırmaklarında çimdiğimiz şehirler uzak bir masal ülkesi…


2015

kötülük üzerine

 Dünya imtihanı daima iki seçenekten ibarettir: biri zor ve çaba gerektiren diğeri kolay ve hiçbir şey yapmayı gerektirmeyen iki seçenek... Aslında bütün hikayeler, romanlar, masallar, filmler, destanlar, efsaneler, kıssalar yalnızca iki şey üzerine kuruludur; iyilik ve kötülük. Farkında olarak ya da olmayarak kendimize mutlaka bir taraf seçeriz okurken, dinlerken, izlerken. Çünkü insan ıssız bir adada, yalnız başına dahi tamamlasa ömrünü, hikayesi sadece iki temel üzerinden ilerleyecektir ve sona erecektir; iyilik ve kötülük… İyiliği görmek, tanımak, anlamak, yaşamak kolaydır ve çoğu zaman farkına dahi varılmaz, varılmamalıdır iyiliğin. Zor olan kötülüğü görmek, sezmek, hissetmek, bilmek; ondan uzak durmak ona sabretmektir.

Kimilerinin maruz kalmaktan ve işlemekten korktuğu, kimilerinin ise bilerek yahut bilmeyerek kendisine bir düstur olarak benimsediği ama her halükarda dünyada, dünyamızda sürekliliği olan bir fiil kötülük. Kimilerinin yanından kovmaya çalıştığı bir gölge kimilerinin her gün sulayıp büyütmeye çalıştığı kökü en dipsiz bataklıklara salınmış bir sarmaşık. Sabra, tahammüle tutunanlar için toprak altında bekleyen sessiz, küçük bir tohum kötülük; acının ruhu ve bedeni ısırdığı  çaresiz anlarda çoğu insanda az ya da çok kendini hissettiren zehirli iksir.

Kötülük yolunun çamuruna basma ki ayağını yıkamak zorunda kalmayasın.

(Ali Fuat Başgil) 

Aslında dünyaya inanmaya başladığımız yerde başlıyor kötülük, her şeyi dünyadan ibaret bildiğimiz eşikte başlıyor. Çok değer verdiğimiz bir şeyi kaybettiğimize inandığımızda, daha fazlasına ulaşamayınca bir şeylerin, bile isteye birilerinin üzerimize geldiğini düşündüğümüzde, kabul edemeyeceğimiz bir sonuca maruz kaldığımızda, canımız sıkıldığında, düştüğümüzde, tökezlediğimizde, elendiğimizde bütün sebeplere karşı içimizde bir tortu birikir, içimizde bir yerler acır. İşte o acının zehrinin dışarıya doğru sızdığı andan itibaren artık iyilik ve kötülük birbirine karışmaya başlar. Ömrün faniliğine olan inanış terk ettiğinde kalbimizi, aklın dünyaya sahip olmak, kazanmak, öne geçmek için fısıldadığı şarkılardır kötülük. İlahi adalete sığınamadığımız, kadere rıza gösteremediğimiz karanlık anların, karanlık sığınağıdır kötülük ki imtihanı reddederek düşülen daha büyük bir imtihandır eşiğinde durduğumuz.

 İyilikler yavaştır ne bekletir ne beklenilir çoğu zaman ve sonraları ortaya çıkar iyinin, iyiliğin değeri. Oysa kötülük her zaman anidir, acelecidir ve hiç beklemediğimiz anlarda beklemediğimiz kişilerden gelerek incitir, acıtır ya da önümüzde anlık bir tercih olarak beliriverir ve tutup çeker içinde bulunduğumuz girdaptan kendi karanlık girdabına. İnciten, acıtan, yaralayan biz oluruz. İyilik her gün altında yürüdüğümüz, altında yaşadığımız gökyüzü gibidir, kötülük ise aniden tutulduğumuz, güneş tutulması. İyilik her gün aklımıza hiçbir şey getirmeden açıverdiğimiz kapı, kötülük bize müsaade edilmeyen bir kapı önünde içeriye girme telaşı. Kötülük libasını giyinmiş iyiliği zamanla tanırız, iyilik libası giymiş kötülüğü ise yalnızca telaşından, aceleciliğinden.

Hastalıklı bir tercihtir, dünyalık kayıpların ve ebedi kazançların önünde kara yahut sihirli bir perdedir kötülük insanın kendi elleriyle çektiği. O perde sayesinde kurulan karanlık bir dünyada acısız ve pişmanlıktan uzak nefes alıp verme çabasıdır. Yalnızca kendi ruhunu izler o perdeye bakan, yalnız kendi varlığını görür ve onu devam ettirme arzuyla yaşar şuursuzca. İnsan en zayıf yönüne, en aciz tarafına yeniden, tekrar tekrar gönüllü bir köle olarak satar kendisini kötülüğe her meylinde. Tükenir, tüketir zira gücünü yokluktan alır, yokluğa çıkarır bütün yolları. En büyük kötülükler bile küçücük iyiliklerin karşısında çoğu zaman tarumar olur.

İyilikle kötülük, günahla masumiyet bu dünyanın içinde el ele yürür.

(Oscar Wilde)

Kötülüğün yüzü mütebessim, sözleri samimi, duruşu sağlam gelir başlangıçta. İyilerin korkak, kötülerin cesur olduğu düşünülür böyle demlerde. Adım adım ilerler kötülükle adalet sağlama hissi. Bu yüzden en çok ezildiğini, aldatıldığını, haksızlığa uğradığını düşünen insanların bünyesinde neşvünema bulmaya müsaittir. Vicdandan, kalpten öte kendisini kendisine hapsetmiş aklın çocuğudur kötülük. Ona kanmak ya da kanmamak elimizde değildir daha önceden yaşanmış bir tecrübemiz, sağlam bir irademiz yoksa onun cazibesi karşısında. Kötü olduğunun farkında olmamak ve kötülüğü çözüm olarak düşünmek ise artık kötülüğün taht kurduğu zihinlerin işidir. Kötülük ya iyilikle beslenir ya kullanır iyiliği yeri geldiğinde. Herkes söylese de iyi olduğunu ve çoğunluk kötülük yaptığını kabul etmese de ancak maruz kaldığımızda ya da yıllar sonra farkına varırız gerçek iyiliğin de kötülüğün de. Zira bünyesinde niyet muhafaza eden kimi iyilikler kötülüklere yürür kimi kötülükler de iyiliklere.

Cemiyette kimsenin üzerine almadığı libas, kullanmadığı maske gibidir kötülük zira kötülüğün yönü iyilik gibi net ve tek değildir, yalın ve yalnız değildir. Durmadan çoğalma, durmadan bir başka kötülüğe yaslanma açlığı taşıma, bulaşma, etki altına alma çabası kötülüğün mayasında saklıdır. Yine de yetmez tanımlar, tarifler, tecrübeler kötülükle iyiliği keskin ve sonsuz sınırlarla birbirinden ayırmaya üzerinde yaşadığımız dünyada çünkü iyiliği inşa edenler kötülüğe yol açmaz belki ancak kötülüğü inşa edenler iyiliğin arayıcılarını, taliplerini de çoğaltır istemeden.

Bugün kötü ne kadar huzur içinde olursa olsun, yarın pişman olur azap çeker.

(Yusuf Has Hacib)

Tanımlar, tarifler, tecrübeler farklı farklı olsa da kötülükle iyiliğin keskin ve sonsuz sınırlara birbirinden ayrıldığı bir dünya değil üzerinde yaşadığımız. Tıpkı yüzlerimiz, parmak izlerimiz, sesimiz gibi kötülükler de türlü türlüdür iyilikler de. İyiliğin azlığı, eksikliği kötülük, kötülüğün azlığı ve eksikliği ise iyiliktir. Çok şey yapabilecekken hiçbir şey yapmamak yeterlidir bazen büyük kötülükler için. Bazen esirgenen küçücük bir iyiliktir en büyük kötülük ki onu ölçmek, tartmak, onun sınırlarını, etkilerini belirlemek mümkün değildir.

İlla ki birilerine acı çektirmek, birilerinin canını yakmak değildir  kötülük, mesela beklenilen bir selamı esirgemek  kötülüktür. Mesela bir gülü görmemek yol üzerinde, kötülüktür. Bir gün doğumunu kaçırmak ve bir günü ziyan etmek hem güne hem kendimize yaptığımız kötülüktür. Bir çiçeği saksıda kurutmak da kötülüktür, onu su ile çürütmek de…

İster gizli yapılsın ister aşikar, dönüşlü fiillerin en etkilisi ve öğretici olanıdır kötülük; bizde başlar ve bize döner, biz dönerken dünyadan.


2019