sivas türküsü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sivas türküsü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Nisan 2022 Salı

kalbin kâğıda işlediği oya

 Önce ayrılıklar ayrıldı dünyamızdan, hemen ardından hasret terk etti kalbimizin ovalarını. Anadan, babadan, oğuldan, memleketten, dosttan, yârdan uzağa düşmenin sızısını duymaz oldu ruhlarımız. Sözlüklerde kaldı gurbetin, acizliğin, yoksunluğun, kimsesizliğin anlamı. Iraklar yakın oldu, yabanlar aşina  ve özlemler bitti, gurbetler bitti. 

Ahşap çerçeveleri ile odaları süsleyen solmuş resimlerin, bir bayram münasebeti ile uzak şehirlerden yollanmış kartpostalların izleri silindi duvarlardan. Çoğumuz için değeri kalmadı işlenmiş mendillerin, içli şiirlerin, manilerin, dağların yücesine baktıran türkülerin. 

Önce ayrılıklar ayrıldı dünyamızdan ve en sonunda mektuplar. Hasretin olmadığı dünyada mektuplar neye yarar? Saklanmaktan, okunmaktan yorulan ama eskimeyen mektuplar; hamaylı gibi döşte aylarca  taşınan mektuplar... 

Yalnızca kağıt, kalem, zarf ve puldan ibaret değildi muhakkak mektuplar. Mektup; zarfa konularak yollanan can parçası, çaresizliğin nişanesi, biraz göz nuru ve çokça yürek sızısıydı. Mektup, mahrem sığınağıydı imkansızlığımızın. Yolu beklenen, gelmeyince hüzünlendiren, gelince sevindiren, önce satır satır, cümle cümle okunan; ardından kelime kelime, harf harf ruha dokunan ümitlerin iksiriydi mektup. Sesini taşıyamasa da sahibinin, konuşurdu mektuplar gönderilen kişiyle başka bir dil, başka bir mecaz ile. Yalnızca selam, kelam, hâl, hatır değildi mektuplarla gönderilen, alınan. İçimizdeki dünyanın aralanan kapısı, açılan penceresiydi mektuplarda sıralanan her cümle, her kelime. Mektup bizden uzaklaştıkça kendimizden, kendimizle baş başa kalmaktan uzaklaştık, kendimizi seyretmekten beyaz sayfalar üzerinde yahut bir başkasının ruhunu dinlemekten mahrum kaldık. 

***

Mektup selam söyle benden sılaya

(Sivas Türküsü)

Sözün, takatin, sabrın, dünyanın bittiği yerde başlar mektup ve okuyan kadar yazana dahi bir teselli, bir merhem yaşamanın açtığı derin yaralar için. Mektup, bütün eksikliklerimizi, yarımlıklarımızı karşımıza alıp kanatmak kendimizi, deşmek yaralarımızı; bir büyülü ayna bir başkasını seyreder gibi seyrettiğimiz kendimizi. Mektup, dünya köprüsünden geçerken karşıya, altımızdan akıp giden zamanı durdurup başka bir mekana, kalbe sığınma arzusu; yüklerimizi üzerimizden bırakma isteği bir süreliğine olsa da. Uzletin köşesinde, kimseye anlatılamayacak ve tarifi yapılamayacak ağırılar sardığında kalbimizi, etrafımızdaki her şeyin kenarına düştüğümüzde, sesimiz bile bize yabancılaştığında, kelimeler gündelik anlamından sıyrılarak özüne döndüğünde içimizde, kağıt ve kalemin büyülü çağrısına edilen icabet mektup. Belki de bu yüzden ya gecenin en karanlık yerinde yazılır mektuplar yahut kimselerin görmediği sessiz bir kenarda. Kimseler görmesin isteriz mektup yazarken yüzümüzdeki, ellerimizdeki, bakışlarımızdaki efsunu zira mektup kadar mektubun içi kadar mektup yazmak da  mahrem bir hâldir. 

Elbette konuşmak da hafifletir yükünü insanın, dertleşmek, yürümek de. Bir türkünün nağmesine kapılmak, bir şiirin ahengine boyanmak, bir hayalin kanadına tutunmak teselli vermez olduğunda içimizdeki fırtınaya, sığındığımız son dulda kıyı, son limandır mektup. Konuşmanın değil, susmanın; ağlamanın değil yutkunmanın ülkesidir mektup yazdığımız mekan. 

Kervanlar dolusu hediye neyse uzaklardan gelen, satırlar dolusu mektup da odur bekleyen için. Yazılmak ve okunmak değildir mektubun her zaman muradı; ulaşmak haber taşımak da değildir bir diyardan bir diyara. Mektup; çiçek gibi, ağaç gibi canlıdır; nefes alıp verir, büyür, serpilir, çoğalır, çiçek açar ama solsa da yazıları kurumaz. Kokusu, ruhu, kalbi de varsa mektupların bu yüzdendir. Kalemin mürekkebinden, kağıdın rengine; harflerin şeklinden, cümlelerin sıralanışına kadar hep bir şeyler saklar, sezdirme çabasını taşır mektup ki yazılandan ziyade yazılmayan, söylenenden ziyade söylenemeyen çoğaltır mektubu, değerli kılar. Kendine susup başkasına konuşmanın adıdır mektup bazen. Mektup, gerçekten dokunmasıdır bir kalbin başka bir kalbe ve ruhların sarılması en çok mektuplarla mümkündür belki de. Mektupta yazılı olanlar değil, mektubun kendisidir aslolan. Mektup; kalbin, ömrün bir parçasıdır zarfa konularak yollanan. 

Harflerin sesli, sesiz, ünlü ya da ünsüz diye ayrılmadığı ancak noktanın virgülün dahi tek tek sayıldığı, okuyanına  ve yazanına göre değişen özge bir alfabesi, lisanı vardır mektupların. Kelimelerin anlamının sonsuzluğuna, yazının söz gibi uçup gitmeyeceğine bizi en çok inandıran mektuplardır belki de. Gece okunduğunda anlattığı başkadır mektupların, gündüz okunduğunda başka ve kelimeleri her okunduğunda yer değiştirir, libas değiştirir. Yazanın parmak izi, okuyanın içinde çiçeklenen gizidir mektuplar. 

Sabrı, beklemeyi, hasreti tanısak da yaşarken; tahammülü ve ümidi bize mektuplar öğretir. Kalemin ve kağıdın azizliğini mektuplar fısıldar bütün acılardan geçip de vurduğunda sükunetin sahiline ruhumuz. Fakirin, zenginin; sultanın, kölenin eşitlendiği ender makamlardandır bir mektubun eşiği.  Titreyen parmaklarla bir mektuba başlamak, bir zarfı açmak heyecanla, umutla yahut beklenmeden gelen bir mektubun büyüsüne kapılmak ve bir mektup geç kaldığında endişeye kapılmak hâlen hayatta olduğumuzun, hayata inandığımızın ispatıdır biraz da. 

Dünyaya uğramışlığımızın, hâlden hâle boyanmışlığımızın anısı ve eskimeyen gerçeğidir mektuplar;  ellerimizle, kalbimizle dokunabileceğimiz. Mektup; dünyamızdan dünyaya düşen mahrem bir gölge ve kederimizin, sevincimizin, ümidimizin, hayal kırıklığımızın mahcup şahidi, bizi bizden sonrakilere taşıyan büyülü bohça.

***

Kalemin kağıda işlediği kalp oyası, zarflarla diyardan diyara uçan, sahibine varıp varamayacağı bile meçhul ürkek bir güvercindi mektup kim tarafından kime gönderilmiş olursa olsun. Kiminin ucu yanmış ayrılığın ateşinden kiminin kenarında kurumuş birkaç damla gözyaşı... Yazanın parmağıyla, bakışıyla işlenmiş diye her harf, her cümle; koklanırdı, katlanıp zarfının içinde saklanırdı, açılıp tekrar tekrar okunurdu. Vefanın uzakta parlayan solgun yıldızı, sevginin ve ümidin karanlık köşelerde solmayan çiçeğiydi mektup birilerine gönderilse de gönderilmese de. 

***

Kime yazıyorsun bu mektubu? Elinde hiçbir adres yok...

(Cemil Meriç)

Kendine yazdığın ve okuduğun uzun bir mektuptu kalbin, rutubetli bir sandığa kilitli. Adını ve adresini unutarak okudun hiçliğini ömrünün kıyısında. Kelimeler, cümleler işledin yazgına acının oyasından, vakitsiz yağmurlarla yazıları birbirine karışan. Varlığından bir nişan, yokluğundan bir mecaz saydığın özlemlerin ve boğazına düğümlenen çığlığın mezarı oldu rüzgara bıraktığın her sayfa. Dilin varmıyor söylemeye, elin uzanamıyor artık kaleme. Yazdığın mektupları kıyısız bir denize bıraktın, yazamadığın mektupların dalgasında boğulurken kalbin. 


22 Haziran 2020 Pazartesi

ayrılık resimleri

 İki ayrılık arasına sıkıştırılmış bir dünyada, misafir olduğunu unutmadan dolaşmaktır adına hayat dediğimiz şey. Ayrılıkla başladığımız hayata, ayrılıklarla veda ederiz. Bu yüzden ayrılığa yakılmış her türkü, ayrılık hüznüyle söylenmiş her şarkı ve yazılmış her şiir kaç yaşımızda ve nerde dinlersek dinleyelim titretir ruhumuzu.

Uzun bir ayrılıktır insan, kalbi kendi yalnızlığına gömülü.

***

Kalbine tutunarak yaşayan herkes için, beşiğin ardıyla başlar gurbet ve ayrılık. Bu ilk ayrılıktan sonra gelen her yeni ayrılık yalnızca ilkinin acısının yani insanlığımızın, sürgünlüğümüzün tekrar yaşanmasıdır ve her ayrılığa tahammül gücü veren bir de umut vardır kalbin kenarına sessizce büzülmüş.

Kısa olsun, uzun olsun tüm ayrılıklar bir hasretin önsözüdür ve bekleyişlere atılan ilk adımdır çoğu zaman. Hayat, içinde yüzenlere sabrı ve beklemeyi öğreten bir ırmak gibidir akrep ve yelkovan derisinin içinde kıymık gibi dönse de insanın. 

Ayrılıkları öğrene ezberleye geçer çocukluğumuz gençliğimiz. Öğrenemediğimiz ayrılıklardan ikmale kalır yeniden imtihan ediliriz vakti geldiğinde.

***

Birimiz ayrılığın ilk günü gibi her akşam kanıyor

(Mevlana İdris)

İlk küçük ayrılığı muhtemelen ilklerin mekânı ilkokulda yaşamışsınızdır. Anneden, babadan, evden, kardeşlerden ve oyuncaklardan ayrı kalmanın hüznü çoğu zaman gözyaşına döner, dökülür bir sınıfın arka sıralarına ya da herkesin sizi uyuyor sandığı bir gece vakti, üzeri işlemeli küçük yastığınızın üzerine.

Yıllar sonra anlarsınız o gün o gece yalnız sizin değil anne babanızın da gözlerinin çiçeklendiğini.

Rengi, adı değişse de ayrılığın, genzinizde bıraktığı ince sızı değişmez. Ablanız evlenir, kardeşiniz yatılı okul kazanır, siz şehir dışına gidersiniz üniversite okumak için... Biri biter diğeri başlar ayrılığın zira ortası yoktur, gitmek de ayrılıktır, gidilen yerden dönmek de. 

Ayrılıklar böyle böyle büyür kendiliğinden ve çiçeklenir her baharda yol kenarlarına dikilmiş akasyalar gibi.

Birden farkına varırsınız çocukluğunuzun sessiz beyaz bir kelebek gibi uçup gittiğini kalbiniz üzerinden. Su yerine gözyaşı serpseniz de ardından, ayrılmıştır; dönmez çocukluğunuz, gençliğiniz geriye.

Bir yaranın açılır üzeri ve hasret serin bir rüzgâr gibi değer geçer her şeye…

***

Yalnızlığa ve özlemeye açılan bir kapıdır önünde durduğunuz her ayrılık.  Ayrıldığınız her yerde bir parçanız kalır, ayrıldığınız her kişiyle gider bir tarafınız.

Dünlerde, önceki günlerde dolaşırsınız kim bilir kaç vakit. Eksik yanlarınızı daha çok hisseder dünyaya geldiğiniz ilk günkü yalnızlığa bürünürsünüz.

Lambalar söner, güneş tutulur, ay buluta, ayrılıklar sıraya girer. Anne babanın, eşin, çocukların, memleketin hatta bazen vatanın dahi uzağına savrulduğunuzda küçücük vuslat anlarının, ümitlerin ışığıyla kocaman bir bahçe yeşertirsiniz içinizde. Zahirde aynı gibi görünse de kimsenin ayrılığı kimseninkine benzemez, onlarca köşesi kıyısı, onlarca yüzü vardır ayrılığın da. Leyla’nın ayrılığı başkadır, Mecnun ayrılığı başka… Yusuf’un zindanı başkadır, Züleyha’nınki başka.

***

Sebebi ne olursa olsun, sonucu hep aynı dağın eteğine bırakır bizi ayrılıkların.

Ayrılığın vakti geldiğinde her şey birbirinin yerini alır çünkü her şeye uzaklığınız aynıdır. Bu yüzden her ayrılık her hicret yeni bir başlangıçtır.

Belki de vedadan ziyade, terk etmek zorunda kaldığımız alışkanlıklarımızdır her ayrılıkta yüreğimizi burkan. Çocuklar kadar hisli, ömrünün kalan günlerini sayan yaşlılar kadar kırılganızdır böyle demlerde. Yollar, ufuklar hele de karlı dağlar yalnız ayrılık icat olsun diye var edilmiş gibidir.

     Titreyen kalbimiz, dolukan gözlerimiz ve nerede duracağını şaşıran ellerimiz, ne de çabuk kapılır ayrılık rüzgârına.  Her vedada biraz da çaresizlik gizlidir ve en çok bu yüzdendir ölümden acı gelmesi ayrılıkların.

Vedadır ayrılığın duası…

Elimizi uzatırız boşluğa, elimiz kanar… 

***

Ölüm ile ayrılığı tartmışlar

Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık

(Karacoğlan)

Türkülerde ölüm ile ayrılığın kıyaslanması boşuna değildir elbet. Ayrılık, her şeyi bırakıp gittiğimiz, her şeyin uzağına düştüğümüz küçük bir ölümdür, ölümün tadını dünyadayken hissetmektir biraz da. Bir çukura düşeriz ve kalakalırız öylece. Savrulduğumuz bahçeye yeniden kök salar, hayata tutunmaya çalışırız. Bağlandığımız, kök saldığımız kadar öderiz bedelini ayrılıkların. Kaybetmeyi, değer vermeyi, özlemeyi, tahammülü hatta vuslat sevincini ayrılıklardan öğreniriz.

Birbirine bakan aynalar gibi sayısız görüntüsü vardır ayrılığın. Oysa ayrılık bir tanedir ayrıldığımız mekânlar, insanlar başka başka olsa da.

Ayrıla ayrıla parçalara bölünür, yalnız kalırız dünyanın kıyısında tıpkı dünyaya ilk geldiğimiz gibi. Takvimler eskise yıllar geride kalsa da yaşımız; ayrıldıklarımız, ayrılabildiklerimiz kadardır ancak.

Her ayrılık kumdan kalelerimizi bir kez daha yıkar, bir kez daha boşluğu işaret eder dünya yorgunu gözlerimize. Hiçbir oyun susturamaz içimizdeki sessizliği... Yürüdükçe uzayan bir yol, söylendikçe ağrısı artan bir şarkıdır yalnızlık… Bir rüyayı yarım bırakır diğerine dalarız, bir kapıdan savrulur diğerinin eşiğine düşeriz.

Ayrılık belki de terminallerin, istasyonların kıyısında açmış dört mevsim solmayan hüzün renginde bir çiçeğin adıdır.

***

Vaizin nâr-ı cehennem dediği firkat imiş
(Usûlî)

Baştanbaşa koca bir ayrılıktır dünya. Yalnızca biz değiliz aslında ayrılıklarla sınanan. Ayrılıklar üzerine kurulu bir dünyadır üzerinde yaşadığımız. Baktığımız her yerde bir ayrılık masalı yaşanır yenibaştan ve aralıksız. Her şey az gider uz gider… Ağaçlar yapraklarından ayrılır, yağmur bulutundan… Tohumlar, bitkilerinin gövdesinden uzaklara savrulur hep. Bahardan, yazdan ayrılır dünya, geceden gündüzden… Tren; istasyondan, vapur; limandan ayrılır ve kuşlar yuvalarından, balıklar ırmaklarından…

Ayrılık, aynı hikâyeyi yaşadığımız bir neyden kalbimize üflenen hüzündür ve tamamı aynı redifle, yazılmış bir şiir gibi okutur kendini ömrümüzün her deminde.


dağların türküsü

En az ırmaklar, denizler, bulutlar kadar dağları da sevmeli, özlemeli insan. Bir dost yüzünü hatırlar gibi aralayıp perdeleri uzun uzun onları seyretmeli ve sessizce dertleşmeli dağlarla uzaktan da olsa; zira dağların kederinden biraz keder, kaderinden kader düşmüştür muhakkak hepimizin payına.

Dağlar da bize benzer, cümlesi suskun görünse de uzaktan, her birinin ayrı lisanı, her birinin ayrı mizacı, derdi vardır. Kiminin bağrında serin dereler çağlar kiminin yücesi daima borandır, kardır. Kimi yol vermez geçit vermez, kiminin yüreği yufkadır. Bazı dağlar yalnızlığını bulutlarla paylaşır bazıları eteğinde misafir ettiği kurtla kuşla söyleşir. Mor koyunlar mor dağlarda dolaşır, ulu dağlar bulutlarla yarışır. Bazıları kardan yorganlarla sarılıdır, bazıları yemyeşil ormanlarla. Bilirler ki insan kavuşsa da insana dağ dağa kavuşmaz… Onların yazgısı beklemek, özlemek, bir ulu bilge gibi öylece suskun kalmaktır yeryüzünde. Bilirler ki nasıl berkitildilerse toprağa, günü gelince öyle de yürüyecek, savrulacak, eriyecekler.

Biz de biliriz aslında bu hakikati ancak yine de tüm ayrılıklarda sitemimiz onlaradır, tüm gurbeti onlardan bilir, hasretlerin vebalini onların sırtına yükleriz. Memleketin, ana babanın, yârin, evladın hasreti gönle dolduğunda ondan yol ister ona sitem ederiz.

***

Karlı dağlar karanlığın kalktı mı

(Sivas Türküsü)

Ne kadar bağrından geçen yollara müsaade ederse etsin her dağ biraz kafdağı’dır aslında. Her dağın yücesinde bir Anka kuşu muhakkak yuva kurmuştur ve bizler yalnızca bir yüzünü görsek de dağların her dağın arkasında başka başka dünyalar saklıdır. Günler ve mevsimler dağların zirvesinden yuvarlanarak iner düze. Güneş önce dağlara göz kırpar ufuklardan ve gece siyah saçlarını önce dağların eteklerine döker. Bahar, rengarenk fırçasıyla önce dağlara çizer sevincini, heyecanını ve kış en çok ona misafir olur. Rüzgarın, yağmurun, karın, dumanın ana ocağı; kurdun kuşun, çiçeğin böceğin öz ülkesidir dağlar ve tavşan dahi küsse ona, incinir kalbi.

Her şehrin, kasabanın, köyün kıyısında bir ve bu dağa giden kıvrım kıvrım bir yol olmalı. Etrafında dağ bulunmayan şehirlerin, kasabaların, köylerin resimlerde, fotoğraflarda dahi eksiktir daima eksiktir bir yanı.

Dağları görmeyen, bilmeyen, zirvesine ulaşmak için ter dökmeyen, ne yüceliği anlayabilir ne acziyeti. Ruhumuzun karşısına dikilmiş bir ayna gibi onlarda kendimizi seyreder, kendimizle söyleşiriz onlarla göz göze geldiğimizde. Tıpkı sevda gibi, yağmur gibi şairin kalbine kelimeler fısıldayan bir dili vardır dağın. Şairler dağlardan ilham alır, ressamlar meftundur dağların duruşuna. İlham, dünyanın yaratıldığı günden beri dağlarda yankılanan bir aks-i sedadır duyabilenler için.

Yeryüzünün neresinde dolaşırsak dolaşalım yalnızca dağ başlarında kendimizin farkına varır, kendimiz oluruz. Bildiğimiz tüm türküler, şiirler gelir dolanır dilimize. Suların, rüzgârın, kuşların, böceklerin sesi açık bir yaraya değer gibi dokunur ruhumuza. Bulutlara, yıldızlara yaklaşmak, rüzgârlarla sarmaş dolaş olmak arındırır bizi dünyanın tozundan kirinden. Ezeli ve ebedi bir ahengi duyar, onun coşkusuyla bakarız ayaklarımız altına serilen toprağa. Hayretin, hürriyetin ve şükrün eşiğidir zirveler.

***

Erenlerin hepisin gördüm bir dağ içinde

(Yunus Emre)

İnsanlardan, şehirden ümidimizin bittiği yerde her şeyin aşağılarda kalacağı bir ülke ararız, o vakit, sıyrılmamız için kalabalıklardan, ayaklarımız bizi sürükler bir dağ yoluna… Yürüdükçe, tırmandıkça azalır şehrin omuzlarımızdaki yükü. Yürüdükçe kalbimize biraz daha yaklaşırız. Yürüdükçe gelir ve bulur bizi içinde dağ geçen her türkü.

Herkesin, her şeyin yüzünden perdelerin sıyrıldığı vakit dağlar gel eder, bize ve çağırır kalbimizi hürriyete, sadeliğe. Bu yüzden; suskun Yunus için menzildir dağ, kan ter içinde kazma sallayan Ferhat için ümit… Yakup Aleyhisselam için eteğine kurduğu hüzün evidir, Musa Aleyhisselam için vuslat yeri. İsa Aleyhisselam için çileden kurtuluşun mekanıdır dağ, Nuh Aleyhisselam için yeni bir dünyanın eşiği ve Peygamberimiz için inziva diyarı, kutlu selamın, kelamın yeryüzünde yeniden karşılandığı mübarek mekandır dağ.

***

Baktığın dağların düşüncesi bile ağlatır beni

(Cahit Zarifoğlu)

Kalbimiz yorulduğunda, kırıldığında, kelimeler lal olduğunda, ruhumuz daraldığında bir dağ arar gözlerimiz ve her dağa bakışımızda bir vahiy aydınlığı dolar onun duruşundan, halinden dünyamıza.

Ezeli bir aşinalıktır dağlar dağların ruhumuzda uyandırdığı yankı. Merhametin, bereketin, kudretin ve azametin resmidir yeryüzüne sıra sıra serpilen dağlar. Eline kalem kâğıt tutuşturulan her çocuğun, tebessüm eden bir güneşin hemen altına dağ resimleri çizmesi boşuna değildir şüphesiz ve yine sebepsiz değildir çocukların; annelerini, babalarını dağlar kadar sevmesi.

Dağ, dünyadır. Suyumuz onun bağrından süzülerek gelir avuçlarımıza, yiyeceğimiz onun duldasında yetişir. Onun sinesinde güvende hissederiz kendimizi, onun eteklerine kurarız evlerimizi. Onun toprağını, taşını adımlayarak uzanırız gökyüzüne, yıldızlara. Tıpkı evlerimizin duvarları gibidir dağlar; güveni, huzuru ancak dağların arasında yaşar, hissederiz. Dağları olmasaydı dünyanın denizleri de olmazdı ırmakları da… Dağları olmasaydı dünyanın kurtları da yuvasız kalırdı kuşları da…

***

bir dağ bir dağa nasıl söylerse derdini
biriktir şarkıları içinde sen de bir dağı bekle

(Hüseyin Alacatlı)

Boşuna dağ gibi, demeyiz dostumuza, babamıza, gönül ustamıza. Dağların sükunetini, sadeliğini, güvenini ararız baktığımız her surette. Dağlar olmasa derdimizi kime söyleriz, hasretimizi, dünya sürgünlüğümüzü kiminle böleriz. Dağlara olmasa kime yaslanır, yoksulluğumuzla, yalnızlığımızla kime sesleniriz. Dağlar olmasa kim yanar bize kim ağlar, kim karşılık verir feryadımıza. Dağların bunca yüceliği bizim onlara yüklediğimiz dertten, elemdendir biraz da. Dağlar kabullenir cümle yükü, kahrı, sitemi. Dağlar her zaman hazırdır dinlemeye içimizden geçen türküleri.

Önümüzde perdedir dağlar kimi zaman; ayrılığın, gurbetin perdesi. Dağların ardındadır bütün sevdiklerimiz, bütün hasretlerin biteceği sıla. Ümitler de dağların ardındadır yalnızlıklar da. Kimimizin sevdası, kimimizin vedası, kimimizin yası saklıdır dağların heybetinde.

***

Ki nesi kalır dünyanın
Dağları çeksen aradan?

(Arif Nihat Asya)

Hayat, ömür bir dağdır eteklerine bırakıldığımız. Zaman, bizi üşüten, savuran rüzgar… Nefesimiz, gücümüz tükenene kadar yürürüz yokuşlarda.

Dağ, en açık mecazıdır dünyanın, ömrün ve hayatın. Hem gözlerimizin önünde yükselir sıra sıra hem kalbimizde, ruhumuzda. .