semerkand dergisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
semerkand dergisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Temmuz 2020 Pazar

çay

biriniz birkaç yıldız taksın gökyüzüne / biriniz çay hazırlasın”

(Mevlâna İdris)

Siz ne zaman fark ettiniz onun ehemmiyetini?

Lise yıllarında, kalbinizin ritmini yakalamaya çalıştığınız arkadaş ve dost meclislerinde mi, yoksa geçmek bilmeyen saatleri birbirine uladığınız askerlik günlerinde mi? Belki kıramayacağınız birilerinin ısrarı ile dahil olduğunuz bir sohbet meclisinde, belki de sabaha kadar ders çalışmak zorunda kaldığınız uzun bir kış gecesinde… Belki de halen onun sizi götürdüğü diyarların, size açtığı kapıların farkında değilsiniz.

Hayatımızın kıyısına sessiz sedasız ilişen ve ancak kendisinden uzak düştüğümüzde kıymetini anlayabildiğimiz, tıpkı aşk gibi üç harflik bir kelimedir çay. Ve tıpkı aşk gibi ne vakti vardır bir bardak çayın ne sebebi ne de mevsimi.

Çay gelir, bütün makamlar, sıfatlar terk eder gider sahibini.

***

“vadilerden renkli yağmurlar gibi gelir / içtiğimiz çay”

(Sezai Karakoç)

Günler çay dolu bardaklarla kovalar birbirini, mevsimler çay dolu bardaklarla döner durur.

İlkbaharda güneşin ışıkları çiçeklerin yapraklarında nasıl kendi rengini bulursa, çay bardağının yüzünde dahi bambaşka bir ışıltıya dönüşür. Çay değil de bir yudum sabah aydınlığı, bahar tazeliğidir ruha dolan çay dolu bardaklardan. Ümit ve şükür çayın üzerinde buğudur, usul usul çayın ve ümidin sahibine yükselir.

Güneşin kavurduğu, sineklerin dahi kanatlarının kımıldamadığı yaz öğlelerinde buzlu suların, soğuk meşrubatların veremediği serinliğe bir bardak sıcak çayın araladığı kapıdan ulaşılır. Çay öyle bir kapıdır ki önünde durduğunuz vakte göre kâh serinliğe açılır kâh sıcacık iklimlere.

Mevsim sonbaharsa şayet, güneşin solgun yüzü düşer çay dolu bardaklar üzerine. İçtiğiniz çay ne kadar sıcak olursa olsun, uçuşan sarı yapraklar, yağmur çağıran bulutlar her yudumda faniliğin tadını bırakır damağınızda.

***

“Biraz çay soğuklarda / Ne kadar acı şu dünya”

(Behçet Necatigil)

Çayın ekmek kadar değerli, su kadar aziz olduğunu çoğunuz erkenden havanın karardığı uzun kış gecelerinde tecrübe etmişsinizdir. Ki o gecelerde çaydan bahanelerle yakın uzak cümle dostların kapıları çalınır, sohbet meclisleri kurulur. Bulutlar yaklaşır yeryüzüne sırf bu sohbetlerden nasibini almak için. Dağlara taşlara sükutun gölgesi düşer, ırmaklar durgunlaşır. Çaydan söze, sözden kalbe ince ince dokunur nakışları hikmetin, hakikatin.

Saatler, takvimler hükmünü yitirir,  zaman unutulur, dünya durur çayın sonsuz ırmaklardan bardaklarla doldurulduğu sohbetlerde.

Çayın demini alması ne birkaç dakikalıktır ne birkaç saatlik… Çay asırdan asıra, diyardan diyara dolaşırken hem süzülür hem alır demini, rengini. Ondan uzak duranlar, farkında olmasalar da telafisi nâmümkün bir ziyanın içindedirler.

***

“ama bu kente gelirsen unutma beni ara,

sana bir çay ve temiz yaralar ısmarlarım”

(Osman Konuk)

Dostlarla bir bardak çay içebilmek hatırına köylerin, kasabaların, şehirlerin gerilerde bırakıldığı da olur, otobüslerin, trenlerin kaçırıldığı da. Uykusuz ve uzun kış gecelerinin kâh mihmanı kâh mihmandarıdır çay dolu bardak. Onunla ısınır soğuk odalar, muhabbetler renklenir, dostluklar tazelenir. Dostluklar, muhabbetler gibi yalnızlıklar da onunla büyür kalbin en kuytu kenarında.

Bazen yağmurun, bazen usul usul başlayan karın tam ortasında düşer aklınıza onun yokluğu bir kıymık gibi. Gecenin en karanlık yerinde kendine çağırdığı da olur, ilk ışıklarıyla da sabahın sizi uyandırdığı da.

Çay hem ümittir hem hüzün hem gurbettir hem sıla.  Ressam için adı konulmamış bir renktir çay, şair için sessiz bir mısra.

Günün hangi vakti olursa olsun, bazen her yudum başka bir şükre dönüşür dudaklarınızda. Bardak parmaklarınızın arasında camdan bir tespih gibi dolaşır. Uzar gider göğe doğru bardağınızın üzerinden harfler, şekiller. Bir çocuk masumiyeti gelir, misafir olur yüzünüze.

***

“Es-sohbetü bilâ çay

Ke’s-semai bilâ ay”*

Çay olmadan bardağın bir mana ifade etmemesi gibi, bardak olmadan da çay bir mana ifade etmez. Masalar, ocaklar, mekânlar ya onunla değer bulur ya da değerine değer katar.

Yeryüzünün en bahtiyar bardağıdır çay dolu bardak. Zira bardağın yüzünü yalnızlığın, sevdanın, gurbetin rengine bezeyen yalnızca çaydır. Sihirli bir küreye benzer çay dolu bardak çoğu zaman. İçinde geçmişin karanlık dağları, geleceğin aydınlık ovaları ve koyu bir kalemle yazılmış kaderin harfleri dalgalanır durur. Onun misafir olduğu masadan tıpkı kırgınlıklar, kızgınlıklar gibi ağrılar, acıların dahi uzaklaştığı olur. Abartı değildir onunla şifa bulması bazı dertlerin.

***

“çay içiyoruz

mutlu bir sessizlik içinde”

(Cevat Çapan)

Tamam olan eksiğimiz, yarım kalan uykumuz, tazelenen ömrümüzdür bir bardak çay.

Öylesine vefalı bir dosttur ki o, hani uzak kalıversek kendisinden, unutur gibi olsak dünya telaşından, varamayacak olsak yanına, o bulduğu ilk fırsatta hatırlatır kendisini ve çıkar karşımıza. En zor, dar vakitlerde dahi bir yolunu bulup ulaşır bize. Ne kendisini tatsız bulup da şeker katanlara darılır, ne içine karanfil, tarçın atanlara. Ne yanına limon koyanlara küser ne de plastik, kâğıt bardaklarla sunanlara. Şehirlerarası otobüs yolculuklarında, terminallerde, istasyonlarda, uğultulu okul kantinlerinde, boğucu hastane koridorlarında, bir çay bahçesinde, kahvehanede bekleyişin karanlık duvarları onunla yıkılır, onun buğusuyla uçar gider başımızın telaşı, gönlümüzün darlığı. Onunla demlenir dünya, demlenir hayat.

Onun buğusuyla ulaşır göklere ahımız.

Bir bardak çayın kadrini, değerini bilmeyenler sohbetin, muhabbetin, dostun kadrini kıymetini de bilmez. Dönen çay bardaklarının sesleriyle süslenmeyen meclislerde dostluğun, yârin, yâranın izlerini aramak nafiledir.

Nerede kiminle hangi mevsimde, vakitte içiliyor olursa olsun, çay her meclisin öznesi, iyiliğin, sadeliğin hayatın resmidir.

Hayatımızın kıyısına sessiz sedasız ilişen ve ancak kendisinden uzak düştüğümüzde kıymetini anlayabildiğimiz, tıpkı aşk gibi üç harflik bir kelimedir çay ve tıpkı aşk gibi ne vakti vardır bir bardak çayın ne sebebi ne de mevsimi.

 

 

semerkand, haziran, 2013

*(Çaysız sohbet, aysız gökyüzüne benzer.)

 


9 Temmuz 2020 Perşembe

dostluk üzerine

 

Kendimizi ansızın tam ortasında bulduğumuz büyük ıssızlıkların, yalnızlıkların adıdır dünya. Bu ıssızlıkta yarım ve sahipsiz olmanın uğultusuyla savruluruz bir sağa bir sola. Her adımda, her bakışta kendimiz gibi olanı, bize benzeyeni ararız. Yüzümüzü bir yüzde, bakışlarımızı başkasının gözlerinde seyretmek isteriz. Bir ayna olsun isteriz kâh karşımızda kâh yanı başımızda. Bir ayna olsun ve hatırlatsın bize bizi, bir ayna olsun ve azaltsın kimsesizliğimizi…

Dibi yokmuş gibi uzayan karanlık bir kuyudur bazen hayat, nefes aldıkça düşer, düşerken tutunacağımız bir dal, gözümüzün önünde bir ışık olsun isteriz. Ömür ise çoğu zaman gümbürtüsü başımıza vuran uğultulu bir ormanı geceler gündüzler boyu dolaşıp durmaktır. Yanımızda bir ses olsun isteriz bu ormanda dolaşırken, adımları adımlarımıza karışan bir gölge… Uçsuz bucaksız bir çöldür yürüdüğümüz, her adımı bambaşka seraplarla, yanılgılarla dolu. Güneş tam tepemizdeyken, içimizde ve dışımızda büyüyen bu dünya çölünde duadan bir bulutun gölgesinde yürümek isteriz.

Önceleri adlandırmakta zorluk çeksek de, dört harfli bir kelimenin karşılığında saklıdır bunca müşkülümüzün çaresi. Dört harften ibaret bir kelimedir dost ve tıpkı aşk gibi o da tek heceden ibarettir.

“Geldim cihana garip oldum güle andelip

 Her dem ciğerim delip çağırıram dost dost”

(Niyazi-i Mısrî)

Ezberden bildiğimiz şiirlerin şarkıların redifi, sonu gelmeyen romanların, hikâyelerin, mesnevilerin eskimeyen, değerini yitirmeyen kahramanıdır dost. Ekmek kadar gerekli, su kadar azizdir dostun varlığı. Ne kardeşe benzer ne arkadaşa. Dostun kalbinden kalbimize uzayan yol; kardeşimizin, arkadaşımızın hatta annemizin babamızın dahi kalbinin kıyısından geçer. Dost dışındaki cümle tanıdıklarımız hayatın, dünyanın bir hatırası olarak yaşar ve kalır içimizde; ancak dostluk ezeli ve ebedi bir hatıranın tekrar tekrar yaşatmasıdır kendisini. Dostluğun ağır usul ve kendiliğinden kurulması, konuşmadan dahi dostlarla anlaşabilmemiz biraz da bu yüzdendir.

Her dostluğun bir lisanı vardır ezelde öğrenilmiş. Başkalarının bilmeyeceği, anlayamayacağı türden bir dildir dostluğun dili. Dost dilini bilenlerin dünyasında sözlükler anlamsızlaşır, tanımlar bir yığın ruhsuz cümleye dönüşür.

Tıpkı sohbeti, tebessümü gibi suskunluğu da derindir dostun ve kelimeler yalnızca muhabbet taşır bir kalpten diğerine.

Zahirde onlarca dostumuz olsa da, yalnızca bir tanesi gerçek dosttur onca kalabalık içerisinden. Yanlış anlayan dost, dost olsa da gerçek dost değildir mesela. Dostluk teslimiyet bahçesinde yedi yılda bir açan nazenin çiçeklerdendir, sorgusuz sualsiz anlaşmanın ve anlamanın beslediği. Gerçek dostluklar ne artar ne eksilir ne de solar zamanla. Zira dostluğun nakışı dünyanın ipliğiyle işlenmiş değildir.

Dostun gülü incitmez aslında; yalnızca başkasına incinmek istemeyen gönül incinir dostun gülüne.

***

Manası kişiye, zamana, medeniyetlere göre değişse de dostluk her daim aşkın kıyısında açan bir çiçektir.

Aşkın aşkınlığı, kasırgası, fırtınası iniş çıkışları bazen sebepsiz kapanan gökyüzü, birden soluveren bahçesi vardır. Ancak dostluk daima aydınlık vakitlerin hazan görmeyen bahçesidir. Aşk dünyayı kısa bir süreliğine de olsa kendi rengine boyar; oysa dostluk kendi toprağına ayak basanları her zaman hakikatin rengiyle renklendirir.

Kimileri için dost, dünyayı katlanılır kılan kişi değildir de, dünya dostun hatırına uğranmış bir misafirhanedir.

“Dostum alem seninçün ger olur düşmen bana

Gam değil zira yetersin dost ancak sen bana”

(Fuzûlî)

Kırgınlıklar, küskünlükler, usanmalar, tahammülsüzlükler yeşermez dostluk bağında. Bir yangından ötekine düştüğümüzde, bir fırtınadan diğerine savrulduğumuzda, bir kuyudan ötekine atıldığımızda, hastalıklar, ölümler, ayrılıklar, sıkıntılar yolumuz üstünde sıralandığında; herkesin, dünyanın kıyısına vurduğumuzda yanımızda gördüğümüz, yüzünde yüzümüzü seyrettiğimiz, dualarına, sesine tutunarak yürüdüğümüz tek kişidir dost. Onun tesellisinden, tebessümünden sabah aydınlığı ve ümidi dolar ruhumuza. Dost, sesimizin çığlığımızın yankısı, cümle dualarımızın sessiz karşılığıdır. Dağın taşın, kurdun kuşun uykuya daldığı vakitlerde bizim için avuçlarını göğe açandır.

Dost odur ki kendisine gönderemediğimiz mektupları satır satır okusun bize, kendimize dahi sormaya korktuğumuz soruların cevabıyla çözsün kalbimizdeki düğümleri.

***

“Ben dost ile dost olmuşum

Kimseler dost olmaz bana.”

(Yunus Emre)

Dost tek ve tek heceli olsa da dostluklar başka başkadır.

Güneş yıldızlarla dosttur mesela ve ay gecenin karanlığıyla… Dağların dostu bulutlardır, denizlerin dostu kıyılar. Cuma ve cumartesi dosttur, pazar ve pazartesi… Gündüz gecenin dostudur; kış, sonbaharın… Kayalar, dost olmasa çiçeklerle, onların köklerini basar mıydı bağırlarına? Toprak insanı dost bilmese serilir miydi ayakları altına?

Ne görür ne duyarız etrafımızdaki binbir türlü dostluğu. Halbuki sessiz ve duru bir ırmak gibi yakınımızda akıp giden başkalarının yaşadığı dostluklardan dahi içimize dolan bir huzur vardır ve bu dostlukların bereketinden sessiz sedasız nasiplenir kavruk yüreğimiz.

***

Bu fani dünyada okuduğunuz kitapları, seyrettiğiniz filmleri, dinlediğiniz şarkıları paylaşacak bir dost bulamadıysanız; kaybolur sesiniz, çığlığınız mavi göğün altında, silinir şiirlerin ahengi, şarkıların ritmi, ufalanır toza döner zamanın çarkları arasında. Bir ömür fırtınalı karanlık okyanuslarda dünyanın yükü omuzlarınızda gezinir durursunuz, şayet cümle yükünüzü kabul edecek dost bir limanınız yoksa.

Bütün renkler gridir tek başınıza bakıyorsanız, bütün mevsimler hazandır, içinden yalnız geçiyorsanız.

Ansızın yakalandığınız bir yaz yağmurunda beraber ıslanacağınız bir dostunuz yoksa, hiçbir yağmurun bereketinden nasibinizi almamışsınızdır. Hiç değilse ömrünüz içinde bir kez karlı yollarda üşüyerek dolaştığınız bir dostunuz olmadıysa, kış kelimesinin karşılığı yarım kalmıştır lügatinizde.

Suyu acı, ekmeği katıdır, bir kez olsun dosta kurulmamış sofraların.

***

“Seyyah olup şu âlemi gezerim

Bir dost bulamadım gün akşam oldu”

(Kul Himmet)

Yeryüzünde kalbimizi en çok kanatan yara, sürekli yanımızda yakınımızda olmasa da çiçeklerin kaderinden, kelebeklerin ömründen, gülün renginden bahsedebileceğimiz yahut saatlerce birlikte susabileceğimiz bir dostun yokluğudur. Bir dost bulamayışımızdandır sendeleyişimiz, yarımlığımız, ürkekliğimiz ve adına hayat denilen oyunu hep kıyısından izleyişimiz. Zor zamanlarda iltica edilebilecek komşu ülkeler gibi hemen sınırların gerisinde duran, ağladığımızda susturmayan, suskunken konuşturmayan, vaktini bekleyen yağmurlar gibi yokluğunun duasını, varlığının şükrünü hatırlatan ve kalabalıklar arasından bizi kendine Hira huzuruyla çağıran bir dost bulamayışımızdan…

 

semerkand, temmuz 2013


yalnızlık

Dünyaya adımımızı attığımız andan itibaren gelir ve girer kolumuza yalnızlık; ancak biz onun farkına sadece onunla kalınca varırız. Kalbimizde henüz soğumamış bir cennet sıcaklığı, peşine düşeriz günlerin, mevsimlerin. Her çiçekte farklı bir renk, her meyvede farklı bir tat, her bakışta ayrı bir tebessüm bulur, inanırız gördüğümüz her şeye. İçimizde; ümitten, mutluluktan yana akan deli ırmaklar büyütürüz nefes alıp verdiğimiz her an. Hep kazanacağımızı ve hiç bitmeyeceğini sandığımız bir oyun zannederek hayatı dolaşır dururuz ömrümüzün sokaklarında. Zaman geçer, etrafımızda biriken kalabalıklar seyrelir, pencereler, aynalar bulanıklaşır… Bildiğimiz tüm isimler silinir usul usul zihnimizden, kelimeler manalarıyla beraber kuş olur uçar penceremizden. Harfler ve rakamlar karışır birbirine, sessizliğin ve boşluğun uğultusu kuşatır dört yanımızı. Ne ağlayacak bir omuz, ne yorgun başımızı koyacak bir diz, ne sığınacak bir liman kalır yakınımızda.

İçinde yalnızlık geçen bütün şiirler bizim için yazılmış şarkılar bizim için söylenmiştir de farkına yeni varırız. Şiirler bizi okur, şarkılar bizi söyler bu demlerde.

***
“Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge.
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı.”
(Fuzûlî)

Anlamsız bir sahnede dilimiz lal, gözlerimiz buğulu ve titrek kalbimizle öylece bekleriz her şeyin dekor olduğunu bile bile. Merdiven dayadığımız burçlar devrilir kendiliğinden, bitmeyecek sandığımız yokuşlar uçsuz bucaksız ovalara dönüşür birden.

Yıldızlara bakar, onların da size baktığınızı görürsünüz, çiçeklere eğilir, onların da ruhunuza eğildiğini hissedersiniz. Aşina bir ses, tanıdık bir yüz olsun istersiniz yanınızda lakin duyduğunuz sesler de gördüğünüz yüzler de yabancıdır.

Yalnız geliriz dünyaya ve yalnız gideriz dünyadan. Boşunadır yalnızlığı unutmak, kendimizi ondan uzaklaştırmak için bulduğumuz oyunlar, eğlenceler. Vefası yoktur adına arkadaş, dost akraba dediğimiz kalabalıkların. Çocukluğumuz, gençliğimiz dahi vefa göstermeyip bizi terk ederken vefa umarız dünya çölünde, etrafımızda gördüğümüz herkesten.

Zamanla ne hayatın tutunacak bir ucu kalır ellerimizde ne dünyanın gerçekliği kalır zihnimizde. Kocaman bir boşluğun uğultusu yayılır içimizden dışımıza doğru. Gökyüzüne değil, toprağa bakarak yürümenin; hayata, dünyaya değil acıya sarılmanın ve geride kalan her şeyi yok saymanın adıdır yalnızlık. Biliriz koştuğumuz tüm sokakların çıkmazda düğümlendiğini, biliriz bir kez başladığımız yalnızlık oyunun sonunun gelmeyeceğini lakin yalnızlığın biteceğine dair bir umut solgun bahçemizde rengarenk kanatlarıyla dolaşan kelebekler gibi gelir, durmadan hatırlatır kendini.

Herkes, her şey yalnızdır aslında; ancak sadece yalnız kaldığının farkında olabilenler bilir bu durumu. Yalnızlığın büyük uçurumundan bir kez aşağı bakanlar için oyun ve eğlence olmaktan çıkar hayat. Varlığınızın bir gölge olduğunu fark ettiğinizde rüyalar ve hayaller kenar süsüne dönüşür yazgınızın. Öznesi de nesnesi de siz olurusunuz hayatınızın.Parantez içinde bir cümlesinizdir yapayalnız.
Dünyaya gelmek, yalnızlığın bize biçtiği libası giymektir aslında ve her yalnızlık hissi biraz sürgünlüğün hüznünü, biraz cennetten uzak kalmışlığın hasretini barındırır özünde. Herkesin ve her şeyin tenhasına düşen uzak bir ülke, haritalarda yeri olmayan bir şehirdir yalnızlık ki bazen bile isteye hicret ederiz o şehre, bazen sınırları aşar iltica ederiz o ülkeye.

Sevdanın, gurbetin, vuslatın, ayrılığın kapıları hep yalnızlığa açılır günü gelince. Yalnızlık, kalbimizin derinlerinde kaybolmuş ıssız bir bahçedir, sadece kaşiflerinin bildiği saklı bir ada… Yastıkta gözyaşıdır ve ıssızlığın, sessizliğin ansızın sobelemesidir sizi karanlık ormanlarda. Sobeleniriz ve başlar fırtına. Bahçemizdeki tüm ağaçlar yalnızlığın fırtınasıyla sökülür kökünden. Hüzün ve acı savurur harmanımızı. Gözlerimiz yanar, bütün eski yaralarımız sızlar tuzundan yalnızlık denizinin.

***
“Herkesin yalnızlığı duvarda asılıydı”
(Mevlana İdris)

Kimsenin yalnızlığı benzemez kimsenin yalnızlığına. Parmağımızdaki izler, avuç içimizdeki çizgiler gibi her birimizin yalnızlığı başka başkadır. Kimileri yalnızlığına ağlar, kimileri yalnız kalamadığına. Kimileri için kaybolmaktır dünya çölünde yalnızlık, kimileri için hiçliğin eşiğinde yeniden var olmaktır. Kimileri için tedavisi mümkün olmayan bir illettir, kimileri için nimet. Kimi yalnızlığa doğru yürür kimilerine yalnızlık kendiliğinden gelir. Kullanılmış eşyalar, giyilmiş elbiseler dahi başka bir dünyada kalır yalnızlık gelip de misafir olduğunda evimize. Yaşanmışlıklar ve yaşanmamışlıkların gölgesini terk ettiğimiz yerden filizlenir yalnızlığın sessiz bestesi.

Kardeşlerimizin bizi bıraktığı kuyu, şehirlerin ötesine inşa ettiğiniz külbe-i ahzan, tufanda sığındığınız gemi, cennetten sonra atıldığınız yeryüzüdür yalnızlığımız.

Bazen küçücük bir tercih bazen büyük bir mecburiyet bazen bir kaçış bazen bir sığınış götürür bırakır bizi yalnızlığın patikasına. Geniş, düz yolları ve kalabalıkları terk edip de yalnızlığın, yalnızların yoluna düştüğümüzde büyüsü bozulur dünyanın. Şiir ülkesi ancak yalnız yürüyenlere gösterir surlarını, hakikat ummanı ancak yalnız yürüyenlerin gözüne görünür. Yalnızlığımızdan devşirdiğimiz kelimelerle kanatlanır dualar. Dağların, göklerin, yıldızların ötesindeki özülkeye ancak yalnızların izinden yürünerek erişilir. Ruhumuzun yarım yanının anması, sürgünlüğün hasretiyle yanmasıdır yalnızlık. Kimilerinin yalnızlığı sığınılacak bir mabet, kimilerinin yalnızlığı unutmaya gelmeyen bir ibadetse biraz da bu yüzdendir.
Belki de yalnızlık, gürültülü dünyanın tam ortasında oturup cenneti özleyerek, cehennemden ürkerek gözlerimizi kapatıp, kulağımızı tıkadığımızda gelip kalbimizin üzerine tüneyen ve oradan bir daha hiç kalkmayan suskun, ürkek kuştur.

Ses vermez yalnızlığın kuyusu içine düşen taşa ve cevap vermez dağları kendisine haykıranlara.
Her şeyin herkesin vardır bir gölgesi; lakin yalnızların gölgesi dahi terk etmiştir sahibini. Ne dinleyebilecekleri bir masal vardır onların ne anlatabilecekleri bir hikaye. Baktığı yüzler anlamsız, aynalar ya paramparça ya boştur yalnızların.

Yalnızlık ruhumuzun üşümesidir yeryüzünde.

***
“Beni ağlan beni kim üstüme gelmez ölicek
Bir avuç toprağ atar bâd-ı sabâdan gayrı”
(Necatî)

Nerede, ne kadar, kimlerle bölüşürsek bölüşelim ömrümüzü; yılların, mevsimlerin, yolların, sevdaların, yarınların varacağı son duraktır yalnızlık.

Yalnızdır dağlar sıra sıra dizilse de karşımızda, yalnızdır sessizce akan ırmaklar okyanuslara ulaşsa da, ormanda ağaçlar, diyar diyar dolaşan kuşlar, mezarlarda yosun tutan taşlar yalnızdır. Bahçede açan çiçek, ormanda meşe ağacı, dalda meyve, dağda kurt yalnızdır.

Yeryüzünde misafir olan herkesin, her şeyin kaderine yalnızlıktan bir pay muhakkak verilmiştir ve bu pay, hayat boyu gerçekten sahip olabileceğimiz tek varlık, tek hakikattir.

 

 

semerkand dergisi, nisan 2015


22 Haziran 2020 Pazartesi

ayrılık resimleri

 İki ayrılık arasına sıkıştırılmış bir dünyada, misafir olduğunu unutmadan dolaşmaktır adına hayat dediğimiz şey. Ayrılıkla başladığımız hayata, ayrılıklarla veda ederiz. Bu yüzden ayrılığa yakılmış her türkü, ayrılık hüznüyle söylenmiş her şarkı ve yazılmış her şiir kaç yaşımızda ve nerde dinlersek dinleyelim titretir ruhumuzu.

Uzun bir ayrılıktır insan, kalbi kendi yalnızlığına gömülü.

***

Kalbine tutunarak yaşayan herkes için, beşiğin ardıyla başlar gurbet ve ayrılık. Bu ilk ayrılıktan sonra gelen her yeni ayrılık yalnızca ilkinin acısının yani insanlığımızın, sürgünlüğümüzün tekrar yaşanmasıdır ve her ayrılığa tahammül gücü veren bir de umut vardır kalbin kenarına sessizce büzülmüş.

Kısa olsun, uzun olsun tüm ayrılıklar bir hasretin önsözüdür ve bekleyişlere atılan ilk adımdır çoğu zaman. Hayat, içinde yüzenlere sabrı ve beklemeyi öğreten bir ırmak gibidir akrep ve yelkovan derisinin içinde kıymık gibi dönse de insanın. 

Ayrılıkları öğrene ezberleye geçer çocukluğumuz gençliğimiz. Öğrenemediğimiz ayrılıklardan ikmale kalır yeniden imtihan ediliriz vakti geldiğinde.

***

Birimiz ayrılığın ilk günü gibi her akşam kanıyor

(Mevlana İdris)

İlk küçük ayrılığı muhtemelen ilklerin mekânı ilkokulda yaşamışsınızdır. Anneden, babadan, evden, kardeşlerden ve oyuncaklardan ayrı kalmanın hüznü çoğu zaman gözyaşına döner, dökülür bir sınıfın arka sıralarına ya da herkesin sizi uyuyor sandığı bir gece vakti, üzeri işlemeli küçük yastığınızın üzerine.

Yıllar sonra anlarsınız o gün o gece yalnız sizin değil anne babanızın da gözlerinin çiçeklendiğini.

Rengi, adı değişse de ayrılığın, genzinizde bıraktığı ince sızı değişmez. Ablanız evlenir, kardeşiniz yatılı okul kazanır, siz şehir dışına gidersiniz üniversite okumak için... Biri biter diğeri başlar ayrılığın zira ortası yoktur, gitmek de ayrılıktır, gidilen yerden dönmek de. 

Ayrılıklar böyle böyle büyür kendiliğinden ve çiçeklenir her baharda yol kenarlarına dikilmiş akasyalar gibi.

Birden farkına varırsınız çocukluğunuzun sessiz beyaz bir kelebek gibi uçup gittiğini kalbiniz üzerinden. Su yerine gözyaşı serpseniz de ardından, ayrılmıştır; dönmez çocukluğunuz, gençliğiniz geriye.

Bir yaranın açılır üzeri ve hasret serin bir rüzgâr gibi değer geçer her şeye…

***

Yalnızlığa ve özlemeye açılan bir kapıdır önünde durduğunuz her ayrılık.  Ayrıldığınız her yerde bir parçanız kalır, ayrıldığınız her kişiyle gider bir tarafınız.

Dünlerde, önceki günlerde dolaşırsınız kim bilir kaç vakit. Eksik yanlarınızı daha çok hisseder dünyaya geldiğiniz ilk günkü yalnızlığa bürünürsünüz.

Lambalar söner, güneş tutulur, ay buluta, ayrılıklar sıraya girer. Anne babanın, eşin, çocukların, memleketin hatta bazen vatanın dahi uzağına savrulduğunuzda küçücük vuslat anlarının, ümitlerin ışığıyla kocaman bir bahçe yeşertirsiniz içinizde. Zahirde aynı gibi görünse de kimsenin ayrılığı kimseninkine benzemez, onlarca köşesi kıyısı, onlarca yüzü vardır ayrılığın da. Leyla’nın ayrılığı başkadır, Mecnun ayrılığı başka… Yusuf’un zindanı başkadır, Züleyha’nınki başka.

***

Sebebi ne olursa olsun, sonucu hep aynı dağın eteğine bırakır bizi ayrılıkların.

Ayrılığın vakti geldiğinde her şey birbirinin yerini alır çünkü her şeye uzaklığınız aynıdır. Bu yüzden her ayrılık her hicret yeni bir başlangıçtır.

Belki de vedadan ziyade, terk etmek zorunda kaldığımız alışkanlıklarımızdır her ayrılıkta yüreğimizi burkan. Çocuklar kadar hisli, ömrünün kalan günlerini sayan yaşlılar kadar kırılganızdır böyle demlerde. Yollar, ufuklar hele de karlı dağlar yalnız ayrılık icat olsun diye var edilmiş gibidir.

     Titreyen kalbimiz, dolukan gözlerimiz ve nerede duracağını şaşıran ellerimiz, ne de çabuk kapılır ayrılık rüzgârına.  Her vedada biraz da çaresizlik gizlidir ve en çok bu yüzdendir ölümden acı gelmesi ayrılıkların.

Vedadır ayrılığın duası…

Elimizi uzatırız boşluğa, elimiz kanar… 

***

Ölüm ile ayrılığı tartmışlar

Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık

(Karacoğlan)

Türkülerde ölüm ile ayrılığın kıyaslanması boşuna değildir elbet. Ayrılık, her şeyi bırakıp gittiğimiz, her şeyin uzağına düştüğümüz küçük bir ölümdür, ölümün tadını dünyadayken hissetmektir biraz da. Bir çukura düşeriz ve kalakalırız öylece. Savrulduğumuz bahçeye yeniden kök salar, hayata tutunmaya çalışırız. Bağlandığımız, kök saldığımız kadar öderiz bedelini ayrılıkların. Kaybetmeyi, değer vermeyi, özlemeyi, tahammülü hatta vuslat sevincini ayrılıklardan öğreniriz.

Birbirine bakan aynalar gibi sayısız görüntüsü vardır ayrılığın. Oysa ayrılık bir tanedir ayrıldığımız mekânlar, insanlar başka başka olsa da.

Ayrıla ayrıla parçalara bölünür, yalnız kalırız dünyanın kıyısında tıpkı dünyaya ilk geldiğimiz gibi. Takvimler eskise yıllar geride kalsa da yaşımız; ayrıldıklarımız, ayrılabildiklerimiz kadardır ancak.

Her ayrılık kumdan kalelerimizi bir kez daha yıkar, bir kez daha boşluğu işaret eder dünya yorgunu gözlerimize. Hiçbir oyun susturamaz içimizdeki sessizliği... Yürüdükçe uzayan bir yol, söylendikçe ağrısı artan bir şarkıdır yalnızlık… Bir rüyayı yarım bırakır diğerine dalarız, bir kapıdan savrulur diğerinin eşiğine düşeriz.

Ayrılık belki de terminallerin, istasyonların kıyısında açmış dört mevsim solmayan hüzün renginde bir çiçeğin adıdır.

***

Vaizin nâr-ı cehennem dediği firkat imiş
(Usûlî)

Baştanbaşa koca bir ayrılıktır dünya. Yalnızca biz değiliz aslında ayrılıklarla sınanan. Ayrılıklar üzerine kurulu bir dünyadır üzerinde yaşadığımız. Baktığımız her yerde bir ayrılık masalı yaşanır yenibaştan ve aralıksız. Her şey az gider uz gider… Ağaçlar yapraklarından ayrılır, yağmur bulutundan… Tohumlar, bitkilerinin gövdesinden uzaklara savrulur hep. Bahardan, yazdan ayrılır dünya, geceden gündüzden… Tren; istasyondan, vapur; limandan ayrılır ve kuşlar yuvalarından, balıklar ırmaklarından…

Ayrılık, aynı hikâyeyi yaşadığımız bir neyden kalbimize üflenen hüzündür ve tamamı aynı redifle, yazılmış bir şiir gibi okutur kendini ömrümüzün her deminde.


dağların türküsü

En az ırmaklar, denizler, bulutlar kadar dağları da sevmeli, özlemeli insan. Bir dost yüzünü hatırlar gibi aralayıp perdeleri uzun uzun onları seyretmeli ve sessizce dertleşmeli dağlarla uzaktan da olsa; zira dağların kederinden biraz keder, kaderinden kader düşmüştür muhakkak hepimizin payına.

Dağlar da bize benzer, cümlesi suskun görünse de uzaktan, her birinin ayrı lisanı, her birinin ayrı mizacı, derdi vardır. Kiminin bağrında serin dereler çağlar kiminin yücesi daima borandır, kardır. Kimi yol vermez geçit vermez, kiminin yüreği yufkadır. Bazı dağlar yalnızlığını bulutlarla paylaşır bazıları eteğinde misafir ettiği kurtla kuşla söyleşir. Mor koyunlar mor dağlarda dolaşır, ulu dağlar bulutlarla yarışır. Bazıları kardan yorganlarla sarılıdır, bazıları yemyeşil ormanlarla. Bilirler ki insan kavuşsa da insana dağ dağa kavuşmaz… Onların yazgısı beklemek, özlemek, bir ulu bilge gibi öylece suskun kalmaktır yeryüzünde. Bilirler ki nasıl berkitildilerse toprağa, günü gelince öyle de yürüyecek, savrulacak, eriyecekler.

Biz de biliriz aslında bu hakikati ancak yine de tüm ayrılıklarda sitemimiz onlaradır, tüm gurbeti onlardan bilir, hasretlerin vebalini onların sırtına yükleriz. Memleketin, ana babanın, yârin, evladın hasreti gönle dolduğunda ondan yol ister ona sitem ederiz.

***

Karlı dağlar karanlığın kalktı mı

(Sivas Türküsü)

Ne kadar bağrından geçen yollara müsaade ederse etsin her dağ biraz kafdağı’dır aslında. Her dağın yücesinde bir Anka kuşu muhakkak yuva kurmuştur ve bizler yalnızca bir yüzünü görsek de dağların her dağın arkasında başka başka dünyalar saklıdır. Günler ve mevsimler dağların zirvesinden yuvarlanarak iner düze. Güneş önce dağlara göz kırpar ufuklardan ve gece siyah saçlarını önce dağların eteklerine döker. Bahar, rengarenk fırçasıyla önce dağlara çizer sevincini, heyecanını ve kış en çok ona misafir olur. Rüzgarın, yağmurun, karın, dumanın ana ocağı; kurdun kuşun, çiçeğin böceğin öz ülkesidir dağlar ve tavşan dahi küsse ona, incinir kalbi.

Her şehrin, kasabanın, köyün kıyısında bir ve bu dağa giden kıvrım kıvrım bir yol olmalı. Etrafında dağ bulunmayan şehirlerin, kasabaların, köylerin resimlerde, fotoğraflarda dahi eksiktir daima eksiktir bir yanı.

Dağları görmeyen, bilmeyen, zirvesine ulaşmak için ter dökmeyen, ne yüceliği anlayabilir ne acziyeti. Ruhumuzun karşısına dikilmiş bir ayna gibi onlarda kendimizi seyreder, kendimizle söyleşiriz onlarla göz göze geldiğimizde. Tıpkı sevda gibi, yağmur gibi şairin kalbine kelimeler fısıldayan bir dili vardır dağın. Şairler dağlardan ilham alır, ressamlar meftundur dağların duruşuna. İlham, dünyanın yaratıldığı günden beri dağlarda yankılanan bir aks-i sedadır duyabilenler için.

Yeryüzünün neresinde dolaşırsak dolaşalım yalnızca dağ başlarında kendimizin farkına varır, kendimiz oluruz. Bildiğimiz tüm türküler, şiirler gelir dolanır dilimize. Suların, rüzgârın, kuşların, böceklerin sesi açık bir yaraya değer gibi dokunur ruhumuza. Bulutlara, yıldızlara yaklaşmak, rüzgârlarla sarmaş dolaş olmak arındırır bizi dünyanın tozundan kirinden. Ezeli ve ebedi bir ahengi duyar, onun coşkusuyla bakarız ayaklarımız altına serilen toprağa. Hayretin, hürriyetin ve şükrün eşiğidir zirveler.

***

Erenlerin hepisin gördüm bir dağ içinde

(Yunus Emre)

İnsanlardan, şehirden ümidimizin bittiği yerde her şeyin aşağılarda kalacağı bir ülke ararız, o vakit, sıyrılmamız için kalabalıklardan, ayaklarımız bizi sürükler bir dağ yoluna… Yürüdükçe, tırmandıkça azalır şehrin omuzlarımızdaki yükü. Yürüdükçe kalbimize biraz daha yaklaşırız. Yürüdükçe gelir ve bulur bizi içinde dağ geçen her türkü.

Herkesin, her şeyin yüzünden perdelerin sıyrıldığı vakit dağlar gel eder, bize ve çağırır kalbimizi hürriyete, sadeliğe. Bu yüzden; suskun Yunus için menzildir dağ, kan ter içinde kazma sallayan Ferhat için ümit… Yakup Aleyhisselam için eteğine kurduğu hüzün evidir, Musa Aleyhisselam için vuslat yeri. İsa Aleyhisselam için çileden kurtuluşun mekanıdır dağ, Nuh Aleyhisselam için yeni bir dünyanın eşiği ve Peygamberimiz için inziva diyarı, kutlu selamın, kelamın yeryüzünde yeniden karşılandığı mübarek mekandır dağ.

***

Baktığın dağların düşüncesi bile ağlatır beni

(Cahit Zarifoğlu)

Kalbimiz yorulduğunda, kırıldığında, kelimeler lal olduğunda, ruhumuz daraldığında bir dağ arar gözlerimiz ve her dağa bakışımızda bir vahiy aydınlığı dolar onun duruşundan, halinden dünyamıza.

Ezeli bir aşinalıktır dağlar dağların ruhumuzda uyandırdığı yankı. Merhametin, bereketin, kudretin ve azametin resmidir yeryüzüne sıra sıra serpilen dağlar. Eline kalem kâğıt tutuşturulan her çocuğun, tebessüm eden bir güneşin hemen altına dağ resimleri çizmesi boşuna değildir şüphesiz ve yine sebepsiz değildir çocukların; annelerini, babalarını dağlar kadar sevmesi.

Dağ, dünyadır. Suyumuz onun bağrından süzülerek gelir avuçlarımıza, yiyeceğimiz onun duldasında yetişir. Onun sinesinde güvende hissederiz kendimizi, onun eteklerine kurarız evlerimizi. Onun toprağını, taşını adımlayarak uzanırız gökyüzüne, yıldızlara. Tıpkı evlerimizin duvarları gibidir dağlar; güveni, huzuru ancak dağların arasında yaşar, hissederiz. Dağları olmasaydı dünyanın denizleri de olmazdı ırmakları da… Dağları olmasaydı dünyanın kurtları da yuvasız kalırdı kuşları da…

***

bir dağ bir dağa nasıl söylerse derdini
biriktir şarkıları içinde sen de bir dağı bekle

(Hüseyin Alacatlı)

Boşuna dağ gibi, demeyiz dostumuza, babamıza, gönül ustamıza. Dağların sükunetini, sadeliğini, güvenini ararız baktığımız her surette. Dağlar olmasa derdimizi kime söyleriz, hasretimizi, dünya sürgünlüğümüzü kiminle böleriz. Dağlara olmasa kime yaslanır, yoksulluğumuzla, yalnızlığımızla kime sesleniriz. Dağlar olmasa kim yanar bize kim ağlar, kim karşılık verir feryadımıza. Dağların bunca yüceliği bizim onlara yüklediğimiz dertten, elemdendir biraz da. Dağlar kabullenir cümle yükü, kahrı, sitemi. Dağlar her zaman hazırdır dinlemeye içimizden geçen türküleri.

Önümüzde perdedir dağlar kimi zaman; ayrılığın, gurbetin perdesi. Dağların ardındadır bütün sevdiklerimiz, bütün hasretlerin biteceği sıla. Ümitler de dağların ardındadır yalnızlıklar da. Kimimizin sevdası, kimimizin vedası, kimimizin yası saklıdır dağların heybetinde.

***

Ki nesi kalır dünyanın
Dağları çeksen aradan?

(Arif Nihat Asya)

Hayat, ömür bir dağdır eteklerine bırakıldığımız. Zaman, bizi üşüten, savuran rüzgar… Nefesimiz, gücümüz tükenene kadar yürürüz yokuşlarda.

Dağ, en açık mecazıdır dünyanın, ömrün ve hayatın. Hem gözlerimizin önünde yükselir sıra sıra hem kalbimizde, ruhumuzda. .

 


bir ömür iki hece


Hangi dilde olursa olsun bazı kelimelerin kalbe, zihne düşürdüğü şeyler birbirine benzer. Baba; bu tür kelimelerden biridir çocukluğunu geride bırakmış çoğu kimse için.
Babam hep, baba olunca anlarsın, derdi anlayamadığımı düşündüğü durumlarda. Yıllar sonra bir kez daha onun haklı olduğunu görmek hüzünle karışık bir güzelliği yaşatıyor kaç zamandır bana. Baba oldum ve baba kelimesi yeniden yeşerdi, yer belirledi kendine zihnimde.
Yıllardır belki de göremediğim için ihmal ettiğim bir çocukluk bahçesini; babamı, hece hece yeniden yazıyorum kalbimin kuytu duvarlarına ve benim için her geçen gün daha da dokunaklı geliyor bu iki hecelik kelimeyi telaffuz etmek ya da başkalarından duymak.
Bazen babama hissettirmeden yüzünde yüzümü arıyorum, o konuşurken sesinde sesimi duymaya, bulmaya çalışıyorum. Anakaradan kopmuş küçük, ıssız bir ada gibi hissediyorum o zaman kendimi… Issız ve uzak bir ada.

Baba Kokusu Yahut Gizli Sevda
Şair, Hayatta ben en çok babamı sevdim, diyor ya ben de hayatta en çok babamı sevdim ve biliyorum siz de her vakit itiraf edemeseniz de babanızı sevdiniz en çok.
Bir kez bile yüzüne karşı sevdiğimizi söyleyemediğimiz, kaç kez niyetlendiğimiz, belki provasını yaptığımız ancak bir türlü dilimizin dönmediği, kelimelerin hep kifayetsiz kaldığı gizli bir sevdadır baba sevgisi çoğumuz için, uzaktan öylece yaşarız bir ömür.
Ne başımız yerde yanına yaklaşıp boynuna sarılabilirsiniz ne de kendinizi onun kollarına bırakabilirsiniz… Serin bayram sabahlarında yahut gurbet dönüşlerinde hasretten çok bu arzu yaşartır gözlerinizi kimseye belli etmeseniz de. Hep yarım kalmış bir sarılmak acıtır kollarınızı.
Resmini cüzdanınızda taşısanız da, çıkarıp bir tenhada bakamazsınız her vakit. Duvarınıza astığınız siyah beyaz fotoğrafıyla göz göze gelmekten dahi çekindiğiniz vakitler olur. Kurtulmak için ağırlığından başkalarına dağıtırsınız onun için biriktirdiğiniz gözyaşlarını, şiirleri. Oysa kime ne kadar ağlarsanız ağlayın, babanızın omzuna dökülmek için üç beş damla gözyaşı hep kalacaktır gözpınarlarınızda ve kime ne kadar sarılırsanız sarılın kollarınızda hep kalacaktır babanıza sarılamayışın ağırlığı.
Bir bahçedir babanızın ömrü sizin ayaklarınız altına serilmiş. O bahçede büyür, olgunlaşır, o bahçeyi süslersiniz. Aydınlık yaz günleriniz ve çocukluğunuz, küçük hatırasıdır o bahçenin.

Her Çocuğun Yarası
            Her çocuğun, kabuğunu ne zaman kavlatsanız kanayan ve asla iyileşmeyen yarasının adıdır baba. Yavru kuzular gibi ayakta durmaya, adım atmaya çalışırken, küçücük elimizin tütün kokan avucunda kaybolduğu koca çınardır baba. Küçük dünyamızdaki tüm çocukların babasını dövebilecek güçte bir kahraman, tüm sorulara cevap verebilecek bilgedir filmler, kitaplar bizi kandırıncaya kadar. Saçımıza değen ilk makastır baba. İlk güreş tuttuğumuz, bayramlarda elini ilk öptüğümüz, sert sakalları çizse de yüzümüzü, sesimizi çıkarmadan nazlı kediler gibi habire yanağımızı yüzüne uzattığımızdır o.
Bir akşam sofrasında işten gelişi tüm aile tarafından her gün aynı heyecanla beklenilendir, azıcık eve geç kalsa körpe kalplerimizi küçücük serçelerin kalbine çevirendir baba.
Bizi en çok anlayan, bizi hiç anlamayan ilk gençlik yıllarımızda yufka yüreğiyle eğilip ağrılı kalbimize bakmaktan çekinen ve uçurumların kenarından bizi çekendir baba. Kalbimizde patlayan ilk azar onun kalın sesidir unutulur içinde aktığımız ırmaklar duruldukça.
Yarası hiç kabuk bağlamayanlarımız da vardır elbet ömrü boyunca. Sevdayı yalnız filmlerden, kitaplardan bilenler gibi babasını daima başkalarından dinlemek zorunda kalanlarımız, siyah beyaz resimleri kalbinde renklendirip duvarlarına asanlarımız vardır ve biliriz; babasız evlerde akşam erken olur, bayramlar hep bir eksik yaşanır. Babasız çocukların yüreği bedeninden önce büyür, babasız kuşlar biraz geç öğrenir uçmayı…

Çoğalan Yalnızlık
Yorgun gemiler nasıl özlerse açık denizlerde limanlarını, baba da öyle özlenir kendisinden uzakta.
Boğazınızda öylece kalan bir türlü yutkunamadığımız koca bir düğümdür ondan uzakta olmak.
Seneler geçse de bazen geriye döner döner ararsınız yolun karşısına geçerken, okula, bakkala giderken arkamızdan bakan şefkat dolu gözleri.
Evlenip de ayrıldığımızda evimizden ya da uzak şehirlere gittiğimizde türlü sebeplerle; kocaman bir çınarın gölgesinden, bir dağın kuytusundan ayrıldığınızı hisseder, üşürsünüz.
Uzun yolculuklarda, ayrılıklarda yanınızda büyüdükçe büyür babanızın yokluğu ve içine düşmekten korktuğunuz karanlık koca bir uçuruma dönüşür. O yoksa yanınızda yakınınızda, su içen ceylanlar gibi ürkek ve tedirgin kalırsınız hayatın kıyısında.
Kaç yaşında ve kaç çocuklu olursanız olun kendinizi güvende hissetmenin tek yoludur babanın dizleri dibinde oturmak, onunla aynı sofrayı paylaşmak.
Yorgun gemiler nasıl özlerse açık denizlerde limanlarını, baba da öyle özlenir kendisinden uzakta.

Oğul Kokusu yahut Gizli Sevda
Görünenin, bilinenin aksine gevrek ve yufkadır aslında babaların da kalbi ve kırılsa da sesini duyurmazlar çocuklarına. Ağlamamaya, az konuşmaya az gülmeye mecbur kılınmışlardır sebepsiz.
Onların da kalbinde bir türlü söyleyemedikleri bir çift söz ve kollarında seğirmeler vardır aynı sevdaya dair... Ömürlerinin uzunluğunca özler ve beklerler okul dönüşlerinizi, hafta sonu ziyaretlerinizi, izne, tatile gelişlerinizi. Sizi beklerken onların da yaşlı kalbi heyecandan titrer. Onların da size söyleyemediği sözler, boğazına düğümlenen sebepsiz mutluluklar kederler vardır sizin yüzünüze bakarken, size sarılıp da hissettirmeden sizi koklarken. Ya bir duvarda ya ceplerinin bir köşesinde mutlaka bir resminiz vardır arada bir içlenerek çıkarılıp seyredilen. Onlar da size fark ettirmeden ararlar sizin yüzünüzde kendi gençliklerine dair çizgileri, izleri…
Her baba, kendisinin devamı gibi görür çocuğunu ve o yüzden yarım kalmış umutlarının, hayallerinin izini işaret ona; oğlu tamamlasın ister noksanlarını…
Farkında olsanız da olmasanız da biraz da onların dualarıdır yolunuzu açan aydınlatan.
Çocukları tamamlasın diye yarım kalmış bir şiir, bir şarkıdır babaların ömrü.
***
Dedim ki bir baba bu kadar seviyorsa oğlunu
Kim bilir Allah
Ne kadar çok seviyordur kulunu
(Kemal Sayar)
Hepimiz aynı masalın içinden geçiyoruz galiba. Önce bir babaya oğul oluyoruz, sonra bir oğula baba… Bu yüzden yıllar geçtikçe daha iyi anlıyoruz babamızı ve aynaya baktığımızda kendimizin yerinde zaman zaman onu görüyoruz.