hece taşları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hece taşları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mart 2022 Çarşamba

şiirle konuşan adam: tayyib atmaca

 

Tayyib Atmaca ismine ilk kez yirmili yaşlarımda rastladım Kırağı dergisi sayesinde. 1995 senesiydi ve edebiyat fakültesi öğrencisiydim. Kırağı, posta pulu karşılığında okuruna gönderilen bir dergiydi ve ben de arkadaşlarım sayesinde haberdar olmuştum bu dergiden. Dergiyi birkaç sayı takip ettikten sonra künyede yer alan adrese bir mektup gönderdim ve dergi adına cevap, Tayyib Atmaca’dan geldi. Böyle başladı aşinalığımız uzaktan uzağa da olsa. Edebiyat dünyasında aşinalıklar hep önce dergiyle, kalemle, mektupla başlardı o yıllarda.  Ardından programlarda yüz yüze tanışılır, kırk yıllık dost, ağabey kardeş münasebetleri boy verirdi. Ben şiir gönderdim Tayyib Atmaca yayımladı. O kitaplar, dergiler gönderdi ben okudum. Aynı yıllarda bizim yayımladığımız Rûzigâr adlı dergiye de ricamızı kırmayarak şiir gönderdi. Aylar, yıllar sonra yüz yüze tanışmak, sohbet etmek de nasip oldu kendisiyle edebiyat programlarında.  Yeni yeni eli kalem tutan birisi için şüphesiz ilk aşinalıklar, ilk tecrübeler unutulmaz izler taşır. Tayyib Atmaca, benim için samimi ve mütevazı duruşuyla “iyi ki tanıdım” dediğim bu mümtaz yüzlerden biri.

Tayyib Atmaca’yı benim gibi eminim pek çok insan Kırağı dergisi ile tanıdı ilk kez ve yeni yazmaya başlayan pek çok kişi için bir mektep oldu o dönemde Kırağı dergisi. Bu gün merkezî dergilerde kalem oynatan, büyük yayınevlerinden kitap yayımlayan yahut üniversitelerin edebiyat fakültelerinde görev yapan isimler arasında yolu Kırağı’ya düşmemiş olanı yok denecek kadar az. Kırağı dergisi ikinci yayın döneminde kitap yayıncılığına da başlayarak dergide ürün yayımlayan isimlerin kitap sahibi olmasını da sağladı ki bu faaliyet dahi dönem şartları içerisinde düşünüldüğünde şiir adına büyük bir teşebbüs aslında.

Tayyib Atmaca’nın şiiriyle tanıştığım dönem yani doksanlı yıllar; tıpkı hayata bakış, yaşantı tarzı ekseninde olduğu gibi sanatta ve edebiyatta da Türkiye’de birtakım değişimlerin yaşandığı bir döneme denk gelir. Söz konusu yıllarda bilhassa muhafazakâr camianın sanat ve edebiyat çevrelerinde yoğun bir faaliyet içerisinde olduğunu söylemek mümkün lakin bu faaliyetler “yenilik” adına bazı kopuşların, savruluşların da temelini oluşturur. Seksen sonrası başlayan muhafazakâr şiirdeki gelenekten kopuşun doksanlı yıllarda artık bir “çığır”a dönüştüğü aşikârdır. Bu durum yalnızca şiirin teknik yapısıyla sınırlı kalmayıp, dil ve söyleyiş farklılıklarına da sirayet eder. Hece ölçüsünün tüm imkânlarını tükettiği anlayışının neredeyse tamamen benimsendiği bir dönemde Tayyib Atmaca şiirinin “hece” imkânları içerisindeki arayışları dönem şairlerinden kendisini ayırır. Her ne kadar Tayyib Atmaca’nın yanı sıra birkaç isimde daha aynı hassasiyeti ve aynı çabayı görmek mümkünse de Atmaca,  tavrı ve söyleyişi ile çağdaşı diğer şairlerden kolaylıkla ayırt edilebilir.

Tayyib Atmaca şiiri her şeyden evvel duygusal bir mahiyet arz eder.  Suni dil ve söyleyişten uzak bir gönül lisanıdır onun şiirinde kullandığı dil. Mısraları gözden, kulaktan evvel kalbe ulaşır çoğu zaman. Her şiirinde bir yaşanmışlık hissi mutlaka okuyanını sarar. Ölçüyü yahut kafiyeyi tutturmak için çaba sarf etmez ancak yine de ahenkten uzak değildir dizeleri. Sehli mümteni diyebileceğimiz bir üslup onun tüm şiirlerinde hâkimdir. Geleneği terk etmez ancak geleneği “var olanı taklit” algısından da uzaklaştırır söyleyişiyle, kelimeleriyle. Yeri geldiğinde bir halk şairi kadar duru ifadeleri şiirine taşırken kimi zaman çağının sesini, imge dünyasını dizelere nakşetmeyi başarır.

Eskilerin “Üslubu beyan ayniyle insan” sözüyle tespit ettikleri hakikat, Atmaca’nın şiirini, kalemini tam anlamıyla karşılar zira o; şiiri bir amaç olarak görmez dünya yolculuğunda. Şiir onun için bir kendisiyle söyleşme, yara deşme, içlenme halidir. “Kendi efkarı” ile okur ve yazar, kaygılardan azade. Ömrünün türküsüdür her şiirinde terennüm ettiği; kimi zaman hasret, kimi zaman sitem, kimi zaman sevda, bazen yalnızlık türküsü. Ne birilerinin dergilerinde ismi görünsün, derdindedir, ne bir yerlerde ismi yüceltilsin… Sümmanî’nin, Yunus’un su içtiği pınarlardan içer suyunu. Erzurumlu Emrah’ın, Seyrani’nin, Karacaoğlan’ın arşınladığı topraklarda eskitir çarıklarını ama kimseye benzemez sesi, avazı. Mütevazı bir ırmağın kendi halinde akarken kenarında açan çiçekler, yeşeren söğütler gibidir onun kaleme aldığı şiirler. Doğal, duru ve gösterişten uzak ve rengarenk.

Tayyib Atmaca şiiri, geleneğin izinde ancak çağla barışık, yenilikçi bir eda taşır bünyesinde. Bu şüphesiz şuurlu bir tavırdır ve onun şiirini; tek düzelikten, yığılmaktan, yorulmaktan ve kendini tekrardan uzaklaştırır. Geleneğin izinden yürüse de zaman zaman kafiyeyi önemsemeyen ancak heceden kopmayan rahat söyleyişler, dörtlüklerle kendisini sınırlamayan farklı sayıda bentler onun şiirinde biçimsel bir hareketlilik olarak göze çarpar.  Kimi zaman konuşma diline ait söyleyişler hece nizamı içerisinde ancak nesir halinde çıkar okur karşısına. Düzyazı görünümünde ancak hece ölçüsü bütünlüğüne sahip cümlelerden oluşan metinler, mensur şiir geleneğinde bir yenilik olarak değerlendirilebilir. Şairin bu tür metinlerine dikkatle bakıldığında gündelik dili heceye vurmaktaki ustalığı net bir şekilde sezilir. Şair; atışmayı da bilir, ölçü imkanları içerisinde deneysel arayışlar yapmayı da.

Günümüzde “Yeni Hece” adlandırmasıyla bazı edebiyat çevrelerince süslenerek gündeme getirilen hece şiirindeki yenilik çalışmaları aslında Tayyib Atmaca’nın otuz seneden beri icra ettiği şiirin uzaktan keşfi görünümündedir, demek abartılı olmaz sanırım.

Tayyib Atmaca, yalnızca şair yönüyle değil; denemeci, yayıncı ve hatta öykücü yönleriyle de edebiyatımızda nevişahsına münhasır bir kalem erbabı.  Şairin uzun süre önce yayımlamaya başladığı ve halen devam eden Hece Taşları adlı dergisi aslında; savrulan, dağılan, kekeleyen, karanlığa doğru ilerleyen günümüz şiir anlayışına karşı bir tavır ve duruşun simgesi.

Şiir gibi konuşan, konuşur gibi rahat dizeler kuran bir şair Tayyib Atmaca. Şiiri yanına bir yoldaş olarak almış bir isim değil, şiirle yürüyen, yaşayan, sevinen, kederlenen bir şair. Şiir, onun hayatının süsü değil, şiir onun için bir uğraş değil hayatın ta kendisi. Türk şiirinde uzun süredir esen fırtınalar durulduğunda, şiir ve edebiyat birtakım suni imkanların elinden kendisini kurtarıp, düze çıktığında Tayyib Atmaca isminin Türk edebiyatındaki resmini daha net görmek mümkün olacaktır düşüncesindeyim.

Edebi Köprü-Aylıq Edebi Dergi

26 Temmuz 2020 Pazar

seyranî'de aşkın türlü halleri

hüseyn kaya

 

Seyrânî’yi henüz lise yıllarımda iken:

“Ey tabib elden gelirse yaremi gel emleme

Yar elinden gelmedir bu yareyi merhemleme” beyiti ile tanıdım. Biraz da Fuzûlî’yi anımsatan bu âşıkane söyleyiş ilerleyen yıllarda filizlenecek Seyranî muhabbetinin ilk çekirdeği idi yeni yeni çocukluk ülkesinden uzaklaşan ruhumun. Zannetmiştim ki yalnızca sevdaya dair şiirler kaleme alan durgun, dingin bir şair Seyrânî. Mezkur şiirin tamamına ulaştığımda anladım Seyranî’nin diğer halk şairlerinden farklı bir ses ve tavır sahibi olduğunu. Seyranî hem sevda hem kavga hem hikmet şairiydi ve her mısrası canlı, hareketli hayattan damıtılmıştı. Tıpkı Sümmani, Erzurumlu Emrah, Dertli gibi nevi şahsına münhasır, mantık ve akıl dairesinde değerlendirilemeyecek  bir hayat hikayesi vardı. Her büyük halk şairi gibi “pirler elinden dolu içmiş”, aşkın, yoksulluğun ve tok sözlü olmanın her cefasına katlanmıştı.

Belki de Seyrânî’nin hayatının, şiirlerinin zenginliği nedeniyle, türlü türlü Seyrânî’den bahseder onu sevenler, okuyanlar. Kimine göre mücadelenin şairidir Seyrânî, kimine göre hikmetin, hakikatin... Onun için yoksulluğun, talihsizliğin şairi diyenler de haklı elbet. Seyranî büyük bir hiciv şairidir diyenleri de unutmamak gerek. Benim zihnimde ise belki de o ilk intibaın izi durur yıllar yılı. Seyranî aşk şairi değildir ama aşkın şairidir.

Karakteri, duruşu, ideolojisi ne olursa olsun hangi çağda yaşamış olursa olsun neredeyse her şairin bir ya da birkaç aşk şiiri mutlaka vardır zira aşk, insanoğluna hediye edilmiş iksirlerin en değerlisidir. Çoğunlukla birbirbine karıştırılsa da aşk ile yazmak ayrı aşk için yazmak ayrıdır esasında.

Seyranî tıpkı yoksulluğa, kadere, ezilmişliğe isyan etmek yerine bu ahvali tanımak, tanımlandırmak derdinde olduğu gibi, aşka karşı da daima aynı tavırdadır. O sevgiliye sitem etmek, ayrılıktan duyduğu acıyı mısralarına taşımak yerine aşkın ne olduğunu, insan ömründeki yerini anlamaya, anlamlandırmaya çalışır. Seyrânînin kavgası da şiiri de hayatı anlama ekseninde gelişir esasında ve bu hal şairin ezelî kaderi yalnızlığı ona da yoldaş kılar:

“Halk içinde hiç şerikim bulmadım

Bu lisanım kaldı zarın içinde”

 

Helal Sevdaların Şairi

 

Her ne kadar çoğu şair “gönül kocamaz” dese de “aşk”ı kemale ermede bir vesile yahut kısa bir süre konulup göçülecek hâl ehli şairler temkinlidir bu hissin tuzaklarına karşı. Kimi şairler için “aşk” şiir söylemeye, söyletmeye yegâne vesile iken kimi şairler aşkın bağına uğrasa da o bağı yurt edinmez. Seyrânî de her şair kadar sevda durağında eğlenir, zaman zaman âşıkâne şiirler dolanır diline ancak bu şiirler âşığı yalnızca “sevda şairi” olarak değerlendirmeye yetecek çoğunlukta değildir.

Tıpkı “Maksudun yar iste bir tane yeter” diyen Turabî gibi Seyrânî de göklerde dolaşan sevda kuşunu her güzelin çatısına kondurmaktan kaçınır:

“Gerçi layık değil iki yar sevmek

Seversen sıdk ile bir yari sına”

Seyrânî “âşık” bir şairdir ve aşkın elemlerine düçardır ancak onun aşkı belki de kişiliği gereği çılgınlığa aşkınlığa meyyal değildir. Yaşadığı hayat, başından geçen acı tecrübeler, sevgili vefalı olsa dahi şairi bahtından endişe duymaya yönlendirir:

Sahte bir cilveyle gülme yüzüme

Candan muhabbetin var değil bana

Gelüb görünsen de gahi gözüme

Gönlün bahtım gibi yar değil bana

“Güzel sevmek zarar değil dinime” anlayışıyla helal sevmeye işaret eden şairin sevdası zaman zaman halk şiirindeki aşk anlayışının sınırlarını zorlar. Seyrânî sevgiliden medet ummak, vefa beklemek yerine güzelliğin asıl sahibinden diler sevgiliye kavuşmayı. Gönül çelen sevgilinin yurdu şair için koca dünya üzerinde gezinirken uğranılacak bir mekandır belki de:

Niyaz etti Sübhanıma bu dilim

Görmesem didemden akıyor selim

Gezerken cihanda uğradı yolum

Dilberin yurdunda kaldım yenile.

Seyrânî her ne kadar farklı izleklerde şiirler kaleme almışsa da dünyadan, hayattan nasibinin “aşk” olduğunun şuurundadır. Yunus, Fuzuli, Galib Dede gibi o da sebeb-i hayatını “aşk” olarak görür, dünyaya o gözle bakar. Aynı kaynaktan su için diğer büyük şairler gibi Seyrânî de aşkın kendisine ruhlar aleminde verildiğine iman eder:

“Ervahda her kısmet verilir iken

Aşk nasip eyledi sübhan bizlere

Ruhlar bir arayaderilir iken

Aşık olundedi canan bizlere”

Zaman zaman şûhâne şiirler de söyleyen Seyrânî’nin bu şiirlerinde bazen bir halk şairi bazen de bir divan şairi gibi tavır sergilemesi ilginçtir. Seyrânî sevgiliye hitab ederken dahi onun karşısında nadiren eğilir bükülür, acziyete bürünür.

“Hüsnüne mağrur olma ey yüzü mahım

Niceler inişten yokuştan geçti”

Sevgili karşısında ona iltifat edip gönlünü almak yerine şair sevgiliye “ölüm”ü yahut kendisinin de aslının “bir avuç toprak” olduğu hakikatini hatırlatır ve bu hakikatler adına onu merhamete çağırır:

“Mevtimden sakınıp eyle merhamet

İncelip canımı üzme sevdiğim

Çatma kaşlarını gel eyle rahat

Zülfünü gerdana düzme sevdiğim.”

“Sevgili” ile şairin kast ettiği kişinin bazı şiirlerinde zaman zaman bir mürşid-i kamili karşıladığı çıkarımı yapılabilir lakin Seyrânî’nin bazen beşeri aşk ile ilahi aşk arasında bocaladığını de söylemek mümkündür. Âşık, sevdanın verdiği halet ile endişe içindedir:

“Güzel sevmek için ehl-i dillere

Danışmak mı yeğdir danışmamak mı”

Benzer endişe Seyrânî’nin başka şiirlerinde de sezilir. Aşkın bir hakikat olmadığını bilen şair sevdanın “hayal mi zan mı”, beşerî bir his mi olduğunu seçemez:

“Aşk ü sevda hayal midir zan mıdr

Mekanları can mı bilmem ten midir”

Çoğunlukla inanç zeminine bağlı, ayakları yerden kesmeyen ancak yanıp kül olmaktan da geri durmayan bir kalptir şairin nasibi. Seyrânî diğer mutasavvıf şairler gibi “Enelhak” mertebesine ulaşmak yerine “Entelhak” durağında kalmayı ve “Ben Hakk’ım” demek yerine “Hak’tanım” demeyi tercih eder.  Ferhat’ın, Mecnun’un sevdası Seyrânî’ye göre ham ve aşkın vasıflar barındırır bünyesinde. Seyrânî’nin irdelediği esasında cezbe halidir:

“Ferhad gibi dağ bağrını delmedim

Mecnun gibi leyla deyip yelmedim

Ben destime su doldurup gelmedim

Erenler çeşmesi suludur diye”

 

Yar Değil Sevda Derdi

Hayatının her halinden  olduğu gibi aşk halinden de zaman zaman sitem taşır Seyrânî’nin şiiri. Vuslatı olmayan yahut geçen sevdalar şairi yorar, tüketir ve sevda onun için elem sebebidir. Bazen şikayete dönüştüğü de olur bu elemin, çilenin:

“Ben bu aşkın çilesini

Yanar çektim, tüter çektim

Yedim gonca sillesini

Bülbül gibi öter çektim”

Âşığı yoran, tüketen şey “yar” değil de “sevda” yüküdür:

 “Takatim kalmadı aşkın yayının

Çekip kirişinden kuramıyorum”

Seyrânî’nin aşka yüklediği kudsiyet halk yahut divan şairlerinde emsali olmayan bir yaklaşım içerir ancak bu kudisyet bile sevdayı çekilebilir bir dert kılmaz çoğu zaman:

“Bu aşkı farz vacip sünnet olsa da

Çekilecek sefil başta hal değil...”

Hikemî söyleyişi “aşk” şiirlerine dahi sirayet eden Seyrânî’nin kimi mısralarındaki buluşlar ne halk ne divan ne de çağdaş şiirimizde görülür. Geleneksel bir söyleyişle ancak kendine has bir bağdaştırma metodu ile kurulmuş bağdaştırmalar Seyrânî’yi “büyük” kılan unsurlardır.

“Kemiğimi yapsam tarak

Yar zülfünün tellerine”

 “Yar zülfünün tellerinde kemiğinin tarak olması” temennisi halk şiirimizde “ince belde kemer olma” isteğinin çok ötesinde ve üstünde bir söyleyiştir. Seyrânî’nin neredeyse her şiirinde olduğu gibi “aşk” izleği şiirlerinde de “berceste” niteliği taşımayan mısralara rastlamak mümkündür.

“Aşkın iğnesiyle dikilen dikiş

Kıyamete kadar sökülmez imiş” yahut

“Muhabbet küpünün olsam şarabı

Yar beni doldurup içer mi bilmem”

“Eski libas gibi âşığın gönlü

Söküldükten geri dikilmez imiş” gibi söyleyişlere Seyrânî’nin şiirlerinde sıkça rastlanır.

 Her halk şairi gibi evvela bir aşk şairidir Seyrânî lakin kişiliği ve hayat hikayesi onun bu yönünü gölgede bırakır.  O, maşuğa değil aşka taliptir. Hem aşkı anlamaya hem anlamlandırmaya çalışır yazarken ve yaşarken. Sevdanın pişmanlıkları, acıları ve ulviliği Seyranî’ni şiirlerinde farklı bir ruha ve sese bürünüyorsa bunun en büyük sebebi şairin kişiliği ve duruşudur. 

Bazı şairler çocuklukta sevilir, bazıları gençlikte... Bazı şairleri orta yaşlarda anlarız, bazılarını daha ilerleyen yaşlarda. Seyrânî, benim ilkgençlik yıllarımda tanıdığım ve hayatımın her döneminde değerini kaybetmeyen şiirlerin sahibi.

 


nahifliğin şairi ziya osman

hüseyn kaya

 

Bazı şairler vardır hayata karşı duruşları şiirdir yazdıklarından önce. Hayatlarından damıtarak yazarlar yazdıkları her mısrayı, söyledikleri her kelimenin mutlaka ödenmiş bir bedeli vardır kendi dünyalarında. Yalandan, riyadan, gösterişten uzaktır hem hayatları hem yazdıkları... Çoğu sanatkarda var olan “ben”lik duygusunun izlerine de pek rastlanmaz bu tür şairlerin yazdıklarında. Birilerini parlatarak ya da birileri tarafından parlatılarak kazanmazlar “şair” vasfını. Esasen “şair” olmaktan ziyade “insan” olma derdindedirler lakin yine de adları “şair”e çıkmıştır bir kez...

Küçücük dünyalarından ölümsüz mısralar devşirir bu tür şairler. Büyük felsefi acılar, toplumsal çalkantılar, savaşlar, siyasi değişimler sarsmaz onların şiirlerini. Ezelî ve ebedî küçük hüzünlerin, mutlulukların, hasretlerin titrettiği kalplerinden sade ve mütevazı dizeler düşerler kağıtlara. Doğan güneş, açan çiçek, sararan yaprak, ansızın gelen yağmur, güvercinler, serçeler, ağaçlar, evler, odalar, kapılar, pencereler bitmek tükenmek bilmeyen bir ilham kaynağıdır onlar için.

Ne dostları, ne ailesi, ne kainat ne de kelimeler şikayetçidir bu şairleden.

Ziya Osman Saba,  Cumhuriyet sonrası edebiyatımızın samimi ve mütevazı birkaç şairinden biri. Felsefi düşüncelerden, ideolojilerden, kutuplaşmalardan uzak adeta bir derviş edası ile küçücük dünyasının telaşında, hüznünde, sevincinde bir şair:

Ben de taşıdım akşam bir eve bir ekmeği

Yaşadım bir kenarda habersiz hintten çinden

Ömrümün bilmiyorum her an neresindeyim

Fakat sesler geliyor gelecekler içinden.

Ziya Osman için şiir hayatın içindedir ancak hayatın gayesi değildir. Şair şiiri putlaştırmaz, her şeyin üstüne ötesine taşımaz. Onun için şiir “katlanılmaz” olarak nitelediği hayat karşısında bir sığınak hatta kurtarıcıdır.

Yaşamak bundan sonra katlanılmaz eziyet

Bir şey istemiyorum artık ne zevk ne para

Kaybolmuş baharıma beni götür hatıra

Hafızam avut beni beni kurtar ey şiir

Dünyanın karmaşası, kaderin ve ömrün bilinmezliği bazen şairi karamsarlığa düşürür. Böyle zamanlarda şairin her insan gibi gamdan dertten azade olduğu çocukluk yıllarına özlem duyması ve dizelerini çocukluk özlemiyle yoğurması manidardır:

O kadar istedi ki bir şeyi bugün içim

Dedim, kendi kendime "bari, çocuk olaydım

Bana bir camdan yine seyrettirseydi dadım

Yağmurun yağdığını bahçede sicim sicim.

Çocukluk; her büyük şair, düşünür için olduğu gibi Ziya Osman için de uzak bir “memleket”tir. Şair olmak, o memleketten çıkmamak, çıkılmışsa bile hep o diyarı hatırlamaktır biraz da:

Çocukluğum, çocukluğum...

Gözümde tüten memleket.

Artık bana sonsuz hasret,

Sonsuz keder çocukluğum.

İnsan ömrünün cennetten dünyaya uzanan bölümüdür belki de çocukluk. Bu yüzden kalbine tutunarak yaşayan her yolcu o günleri ömür boyu arar, özler...

Nasıl anmazsın o çocukluk günlerini!

Dalda bülbülü vardı, gökte beyaz bulutu.

Annem vardı, babam vardı.

Bahçemizde, ılık, uzayan günlerdi yaz,

Bir beyaz âlemdi kış.

Başkaydı güneşi, böyle değildi ayı.

Artık istemiyorum yaşamayı!

Bir gün ver bana Tanrım,

Ta çocukluğumdan kalmış..

Şiirden ziyade aslında hayat karşısında ya bir içleniş ya bir dua izi taşır Ziya Osman’ın şiirleri. Cumhuriyet dönemi şairleri içerisinde içten ve derinden “Rabbim” diyen nadir şairlerdendir o. Ziya Osman şiirlerinden eleme, içlenişe, acıya, siteme yolu düşmeyenler şükrün, hayretin, tefekkürün aydınlığı ile ışıldar: 

İlk defa bakıyorum, Rabbim, her şeye.

Yeryüzünü yeniden görür gibiyim.

...

Anlıyorum, şu kuş neden yuva yapıyor.

Anlıyorum, Allahım kalbim niye çarpıyor.

 Müminane şiir nedir, nasıl olmalıdır? Ziya Osman’ın bazı şiirleri aslında edebiyatımızda pek de tartışılmamış bu soruların cevaplarını kısmen içerir niteliktedir. Şairin bir mümin edası ile gündelik hayatın içinden Allah’a seslenmesi, Allah’la konuşması esasında onun ilham kaynaklarını ve şiir dünyasını ele vermesi bakımından önemli ip uçları verir:

Her akşamki yoluma koyulmuş gidiyorum.

Her akşamdan vücudum bu akşam daha yorgun.

Öyle istiyorum ki bu akşam biraz sükûn,

Bir cami eşiğine yatıversem diyorum

Şairi, iç dünyasındaki sıkıntılar kadar dış dünyadaki sıkıntılar ve bu sıkıntıların düşürdüğü yalnızlık hissi de yöneltir Allah’ı anmaya.

-Rabbim, şuracıkta sen bari gözlerimi yum!

Sen, bana en son kalan, ben senin en son kulun;

Bu akşam, artık seni anmayan İstanbul’un

Bomboş bir camiinde uyumak istiyorum.

Ziya Osman’ın şiiri akmaktan yorulmuş bir ırmağın neticede vardığı sükutun şiiridir. Hızla devinen hayat içerisinde her şeyin anlamsızlaştığı yahut bittiği, geride kaldığı anların içinden veya o halleri kuşanarak şiirin peşinde yürür şair:

Rabbim nihayet sana itaat edeceğiz

Artık ne kin ne haset ne de yaşamak hırsı

Belki bir sabah vakti belki gece yarısı

Artık nefes almayı bırakıp gideceğiz..

 

Hayat, yalnızlık, çocukluk, küçük mutluluklar hüzünler kadar kadar ölüm düşüncesi de yeralır Ziya Osman’ın şiirlerinde.  Ölümden korkmaz şair zira ahiret onun için bir buluşma yurdudur.

Başım bir defa olsun dönmeyecek geriye.

Bir el gözlerimdeki perdeyi sıyıracak.

Onları bulacağım!.. Ve annem şaşıracak:

“Görmeyeli ne kadar büyümüş oğlum” diye.

Ne Necip Fazıl kadar gür sesli ve aşkın ne Nazım Hikmet kadar dünyevî ve ideolojik ne Yahya Kemal kadar biçime hapsolmuş ne Tanpınar kadar hisleri boşlukta bir şair Ziya Osman... Kendine has duruşu ve dünyaya bakışı ile kemale ermiş bir kalbin, “ince şeyler”in şairi. Ağaçların, mevsimlerin, günlerin, sabahların, akşamların, yazın, güzün, çocuk gülüşlerinin, ekmeğin dostlukların, yalnızlıkların, küçük sevinçlerin, hüzünlerin şairi o. Evliliği, nişanlılığı, evi, evleri dahi dizelerine misafir edecek kadar samimi.

Her şairi şair yapan bir damar, vasıf yön vardır çoğunlukla. Kimi şairi sanatı  kimini ideolojisi, dünya görüşü, ölümsüzleştirir. Ziya Osman’ı şair yapan şey esasında ne şiire getirdiği yenilik, ne şiirinde kullandığı biçimler ne de ideolojik tavrıdır. Ziya Osman’ı şair kılan en belirgin vasfı,  “insani” duyarlığı ve bu duyarlığı sakin bir “kul” edası ile samimiyetle kelimelere aktarması galiba.

Bazı şairler yalnızca “iyi şair” olarak anılır, kimliğinden kişiliğinden fazlaca bahsedilmez. Bazı şairlere de yalnızca “iyi insan” denir ve onun şiiriniden bahsedilmez. Ziya Osman hem iyi bir şair hem iyi bir insan olarak anılmayı hak eden bir isim. Ziya Osman’ın yalnızca yazıp çizdikleri  değil, kitapların dergilerin sayfalarında sararan cansız sureti, fotoğrafları dahi bu hakikati fısıldar kendisine incelikle bakanlara. 


25 Temmuz 2020 Cumartesi

yanar gâye

ömer mücahit halis

Muhterem Hüseyin Kaya Hocama...

Işığı Doğu’dan, gölgesi Sivas’tan gelen Alperenler var

Bana burda leyali gurbet, ona üç Şems’in birisi uğrar

Bunca yaşımda âvare âvare yolları karıştırmışken

Kadim bozkırlarda gördüğüm, gümrah gümrah filizlenenler var

 

Tüccar da kim, onun gibi olasın, mebrur mahalde bir edip

Bunca yıldır bir hiçliğe koşar adım gittiğini fark edip

Heveskâr rahlelerin muştusunu suhuletle bir edip

Kocaman zarif yüreğine, muhabbetle alabilenler var

 

Kayadır dağ, bağdır koruk, bir kalem sillesiyle yanar gâye

Nökerlik zorda değil, hürmetle eğilerek alınan paye

Boşalttım bî-karar hararını, verdim şükür sabit bir karar

Varlık azap, his çile, Hüseyni makamlarda buldum sıhhati.

 

hece taşları, sayı: 65

15 temmuz 2020