ihsan yıldırım
Şubat soğuğunun açtığı derin yaralar henüz sarılamamışken, İmam Hatip
Lisesi hazırlık sınıfına başlıyordum. Öğrenci mevcudunun iki haneli rakamları
geçmediği koca binalarda tutunmaya çalışıyorduk hayata.Karacabey İmam Hatip
Lisesi de o dönem bu okullardan biriydi sadece. Neresinden bakarsanız bakın
sıkıntılı yıllardı yaşananlar. Sıkı dostluklar kurup, derin muhabbetlere
dalmanın yanında, okulun kocaman bahçesinde boş bulduğumuz her vakti top
peşinde koşturarak değerlendirmekten başka yapacak tek şey kalıyordu geriye;
kitaplar!
Dersteki ilgim dikkatini çekmiş olacak ki edebiyat hocamız, “ Yitik
Düşler” Dergisini tutuşturdu elime. Çok sonraları sıkı bir okuyucusu olacağım
yazarın ismine ilk defa o mütevazı dergide rastladım. Sonra bir arkadaşın
“Çekil Gideyim Hayat” kitabından bir şiirini okuyup, hüzünlenmesiyle, dikkatimi
çekmeye başlamıştı şair. İkindi ezanının hemen sonrasına denk gelen edebiyat
derslerinde Hocamızın “Sühan’dan” okuduğu denemeleriyle, yaralı kalbimi,
fethediyordu yazar. Serde gençlik, gönülde aşk dilimde onun şiirleri vardı.
Kısa zamanda dilime dolanmıştı şiirleri. Gitmesem de görmesem de, Sivas,
cümlelerinde canlanıyordu gözümde. Çocukluğumda dinlerken içimi ısıtan
masallar, dinlediğim türkülerdi onun satırları adeta.
Yazdıklarını takip etmeye devam ederken, deneme kitabı için
çalıştığını, kısa bir zaman da çıkacağını haber almıştım. İçimde bir heyecan
belirmiş, sık sık kitapçılara kitabın yayımlanıp yayımlanmadığını soruyordum.
Lakin aldığım cevap uzun bir süre olumsuz oldu. Ta ki bir gün şairi bana
tanıtan edebiyat hocam kitabın çıktığını müjdeleyene dek. Yayımlandıktan
yaklaşık bir ay sonra ancak ulaşabilmiştim kitaba. Bir an önce okumak için
sabırsızlanıyordum. Bir çay molasında, insanı adeta hatıraların diyarında
gezdiren kitabın adı “Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz”.
Popüler olmak gibi bir kaygısı olmayan, hatta tabiri caizse popüler
olmamak için mücadele eden yazarın, gerek kitabı gerek başlığı gerekse anlattıkları
kendisi gibi son derece mütevazı. İlk paragrafıyla adeta yüreğinize dokunuyor
kitap. ”Bir öğle vakti, üzerimizde ince elbiselerle geziniyorken dışarıda,
birdenbire yaz yağmuruna tutulmak ve bir yandan ıslanırken bir yandan evimizde
açık bıraktığımız pencereleri hatırlamak gibidir yirmili yaşları geride
bırakmak. Şaşırır kalırız, başımızda bir ikindi uykusu mahmurluğu. Yağmurun,
şiirlerin, şarkıların ve hayallerin bittiği yerden adım atarız otuzlu yaşlara.”
Bu satırlarla anıların ortasına yığılıyorsunuz, sere serpe. Zira en savunmasız
tarafından vuruyor insana yazar. Başa dönüp tekrar tekrar okuduğunuz cümleler,
siyah önlüklü günlerinize geri götürüyor sizi.
Hatıraların içinde, uzunca bir süre yolculuğa çıkıyorsunuz, farkında
olmadan. Her cümlenin, dilinize ayrı bir tat verdiğini hissederek
ilerliyorsunuz, sayfalar arasında. Babasıyla, baba oğul bağı kuramamış bütün
Anadolu çocuklarına tercüman olmuş sanki Hüseyin KAYA. “Her çocuğun, kabuğunu
ne zaman kavlatsanız kanayan ve asla iyileşmeyen yarasının adıdır baba.” diyen
şair hayata dair her şeyi bohça misali kitabında toplamış. Yapraklar yavaş
yavaş ilerledikçe ruhunuzun yorgunluğu artıyor. Ama ruhun yorgunluğuna, hayal
kırıklıklarına, gönül incinmelerine ve özlemlere rağmen kendini, okutmaktan
asla vazgeçmiyor kitap.
Sayfalar sola doğru düşerken birden karşınıza Refik Halid çıkıyor. “Ya
Eskici Yazılmasaydı?” sorusuyla tekrar kayboluyorsunuz hatıralarda. Lise
yıllarımda, derste bu hikâyeyi okurken sesi çatallaşmış Özlem adındaki arkadaşı
anımsatan yazar “ Eskici’yi” sınıfta sesli okurken öykünün bitimiyle birlikte
ağlayarak, sınıftan nasıl koşup çıktığını anlatıyor. O bunları anlatırken ben
Refik Halid’in “Gurbet Hikâyeleri”ni ilk okuduğumda yüzümün nasıl şekilden
şekle girdiğini anımsıyorum. “Yara, Zincir, Eskici, Testi,” gibi öykülerin
içinde kayboluyorum uzun bir süre.
Hatıralardan bahsedilen bir yerde vedalar, ayrılıklar olmazsa olmazıdır
yaşamın. Bu husustaki söyledikleriyle de yaralar insanı Hüseyin KAYA. “İki
ayrılık arasına sıkıştırılmış bir dünyada, misafir olduğunu unutmadan
dolaşmaktır adına hayat dediğimiz şey. Ayrılıkla başladığımız hayata
ayrılıklarla veda ederiz. Bu yüzden ayrılığa yakılmış her türkü, ayrılık
hüznüyle söylenmiş her şarkı ve yazılmış her şiir kaç yaşımızda ve nerde
dinlersek dinleyelim titretir ruhumuzu. Uzun bir ayrılıktır insan, kalbi kendi
yalnızlığına gömülü.” Bir şiirin mısraları gibi duygusal olan bu cümleler,
derin kuyular açar gönülde. Bu satırlar, gözlerinin buğulanmasına neden olur
insanın, . Şefkatle gözlerinizi siler, devam edersiniz sayfaları sola doğru
çevirmeye.
Yüzünüzü tebessümün kaplayacağı, ancak hüznün ağırlığı altında
kalacağınız “Ömrünüzün Rüyası” bölümüyle anılar treninde devam ettiriyor
yolculuğa yazar. Henüz benliklerimizi yitirmediğimiz zamanlarda birçok anlam ve
anı yüklediğimiz eşyalardan söz ediyor bu bölümde. Uzun kış geceleri hepimizin
etrafında masallar dinleyerek ısındığımız sobayı, evin en güzel yerini işgal
eden kitaplığı, annemizin özenle yıkayıp cebimize koyduğu beyaz mendilimizi,
moderniteyle birlikte cebinizin yerini almaya çalışan el çantasını, arkasına
ilk aşkımıza dair şiirler yazdığımız biricik defterimiz ve televizyonun
evlerimizi henüz işgal etmediği zamanlarda mütevazılığıyla şarkılar, şiirler,
haberler ve arkası yarınları dinlediğimiz radyolar.
Kendine has üslubuyla adeta insanı büyüleyen kitap, yazarın yaşadığı
şehir ve istasyon yazılarıyla son buluyor. Sühan’dan alışık olduğumuz bu
yazılarla, Hüseyin KAYA bizi bizden alıp doğduğumuz yerlere götürüyor sanki.
Hayatını doğup büyüdüğü şehirden uzak, gurbette yaşayanlarımız için acının da
ötesinde bir şey bu. Evet, Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz ya da hepimizin
hatıraları…
kaynak:
www.haberkultur.net
02-06-2013