29 Kasım 2021 Pazartesi

nöbet

 bir beşiktim saklanan sesinin gölgesinde

yazgısıyla körebe oynayan bir çocuktum

yosunlanmış su gibi kıyında dilsiz mahzun

yürümeyi unuttum konuşmayı unuttum


bir geceydim sabaha er geç yenik düşecek

yüzünle kanattığım çıkmaz düşlerden yorgun

aldığım her bir nefes içimde ilmek ilmek

acısını işledi gelmeyen yolculuğun


bir ağrıydım yazgında sözcüklerle dağlanan

yurdunda mahsur kalan kanatsız göçebeydim

paslanmış saatlerle gözlerime bağlanan

çoktan geride kalmış yarınları bekledim


kırılmış uykulara tüneyen yokluğunu

ürkütüyor karanlık şimdi dönsem ne yana

çiçeğine darılan iğde suskunluğunu

bu hazin mesnevide büyütmek düştü bana

2021






28 Kasım 2021 Pazar

korku

Kimi gök gürültüsünden korkar kimi fırtınadan. Kimi açlıktan korkar, kimi açıkta kalmaktan. Kimi ölümden, ölülerden korkar; kimi yaşamaktan, dirilerden. Zulmetmekten korkan da var zalim eline düşmekten de. Korkular sıra sıra, korku renk renk içimizde. 

Henüz dünyaya inmeden kalbimize işlenmiş bir nakış korku, daha yürümeye başlamadan yeryüzünde, içimizi titreten ayaz. Vücudumuz büyüdükçe ruhumuzda büyüyen boşluk korku, arşınladıkça yeryüzünü zihnimize dolaşan sarmaşık. Korku; ya sakin bir akşam vakti yahut uyandığımızda gecenin bir yarısı, endişelerimizi yanına alarak benliğimizin sınırlarını yıkan, nabzımızdaki ahengi sarsan sessiz bir uğultu; ardımızda, önümüzde, sağımızda, solumuzda ansızın beliren dipsiz kuyu. Korku, gerçeğin üzerini örtmek için gözlerimize inmiş perde. 

Gecemizi gündüzümüze katarak, canımızı dişimize takarak var gücümüzle sarılmamız hayata; hep bir şeylerin peşinde sürüklememiz saatleri, günleri; durmadan bir yerlere, şeylere yetişme çabamız; bir rüya gibi önümüzden koşan zaman atının terkisine atlamaya çalışıp da kapaklanışımız yerlere aslında yalnızca korkudan. Yalnızca korku bizlere düşündüren geleceği, geçmişi ve yalnızca korku yön veren hayatımıza, hayallerimize, ümitlerimize. Korkularımızın toplamı kadardır ömrümüz. Nelerden korktuğumuz belirleyicisidir dünyada kaybettiğimizin yahut kazandığımızın. Kimse kabul etmese de korktuğunu, korkak sıfatını yakıştırmasa da kendine; en cesurumuz en çok korkanımız, korkuyu hiç aklından çıkarmayanımız, korkunun iğneli fıçısında yaşayanımız aslında. 

Akşam, içime düşen korku, pişmanlık, hile.

Varamadığım deniz, suyu çekilen ırmak.

(Ziya Osman)

Belki soğukluğundan belki de manasında içerdiği acizlik yüzünden kabullenmek zor olsa da ve yokmuş gibi davransak da zihnimizdeki sözlükte karşılığı, korkudur bizleri dünyada telaşlı karıncalar gibi oradan oraya koşturan. 

Korkuyoruz yarınlarımızdan, dünü hatırlamaktan. Korkuyoruz kaybolmaktan, kaybetmekten. Korkuyoruz geride kalmaktan, üzerimize basılıp geçilmesinden, unutmaktan, unutulmaktan, yazılmaktan, silinmekten, düşmekten, çarpmaktan. Karanlıktan da korkuyoruz aydınlıktan da. Saklanmaktan da korkuyoruz bulunmaktan da. Geç kalmak da bir korku nedeni bizler için vaktinden erken varmak da. Korkuyoruz oyundan çıkarılmaktan da oyuna kendimizi kaptırmaktan da. Yalnızlıktan korkuyoruz ama korkuyoruz kendi kendimize kalmaktan da. Korkuyoruz ölmekten, tıpkı korktuğumuz gibi yaşamaktan. Korku, farkında olmasak da damarlarımızda kanı hareket ettiren güç ve korku gecenin bir yarısında bizi uykudan uyandırıp yolla düşüren cellat. Sevinç dolu küçücük zamanlarımızın önünü kesen gardiyan korku ve ezelde kalbimize, boynumuza, ayaklarımıza bağlanmış zincir.  Hayatlarımız korkularımız üzerine kurulu, varlığımızı korkularımızla devam ettiriyoruz hayat sahnesinde her an. Korkularımızla planlıyoruz yarınları, geleceği. Korktuğumuz şeyler yüzünden bölünüyor uykularımız ve tüm çırpınışlarımızın asıl nedeni korkularımız. 

Korkuyu büyüten, benliğimizi korku ile bürüyen sadece bilinmezlik, bilmediklerimiz değildir; hatta korkunun acıtan elleri, kalbimize en çok bildiklerimizin açtığı pencereden uzanır. Belki de bu yüzden tanıdıkça dünyayı, anladıkça hayatı işgali daha da büyür ruh atlasımızda korkunun. 

Var olanı kaybetme ihtimali belki de korkuyu yücelten, içimizde korkunun ıslığını çınlatan. Ulaşmanın, sahip olmanın, elimizde tutmanın çabası belki korkunun kuyularını habire derinlere indiren. Her ihtimali bilmek, her hikâyeyi muhayyilemizde canlandırmak yükseltir korku duvarını etrafımızda. Korku; içimize ve dışımıza her gün yenisini ördüğümüz duvarların, başkasını çektiğimiz perdelerin adı belki, anahtarını denizlere attığımız paslı kilitlerin anahtarı. Korku; teslimiyetin terbiyecisi, dudakları kanatan duaların elçisi, ayaklarımız altındaki diken. Sevdiren, nefret ettiren, büyüten, küçülten, bizi hâlden hâle koyan, içimizde şekilden şekle giren, adını bildiğimiz ama telaffuz etmeye kalkıştığımızda gırtlağımıza takılıp kalan çengelin, iki hecenin adı.

Korku bir kokudur ki karışmış bu havaya,

Ve sükut bir çığ gibi büyüyen düşüncedir.

(Cahit Sıtkı)

Korku yalnız bizim değil kâinatın, kâinattaki her şeyin özüne işlenmiş kanaviçe. Dünyayı döndüren, yıldızları titreten, ırmakları coşturan, denizleri dalgalandıran maya korku. Tohum çürümekten korktuğu için çatlatır gövdesini; ağaç kurumaktan, yok olmaktan korktuğu için durur meyveye. Butimar, korkar kurumasından denizlerin. Kuşlar yeryüzünden korktuğu için kanat çırpar gökyüzünde ve korkudan yuvalarını kurar kartallar en yücelere. Kurtlar korktuğu için yanaşamaz şehirlere. Yılanı toprağın altına indiren korkudur, örümceğe her akşam ağını nakşettiren de korku. Unutulmaktan korktuğu için günler, haftalar, aylar, mevsimler yeniden yeniden döner gelir ve hatırlatır kendini. Saat korktuğu için durmaktan ha bire döner aynı yuvarlakta. Sevgiler bitmekten, azalmaktan korktuğu için fetheder odalarını girdiği kalbin. Ümit, korkudan korktuğundan terk etmemek için direnir en karanlık zamanında bile gecenin. Aslında korku dahi korkar kaybolmaktan, unutulmaktan, mağlup olmaktan ki korkunun bittiği yerde ırmak kavuşur okyanusa. Korkunun bittiği yerde biter hayat, başlar sonsuzluk. 

Korkularımız her an orada, bulunduğu yerde dursa da her zaman varlığını görmez hissetmeyiz onun. Karanlığın bizi selamladığı anda kendini gösteren yıldızlar gibi bekler korkularımızın çoğu kendisini hatırlatmak için geceyi. Bir kaybolur bir görünür, bazen uzaklaşır bazen “acaba”lar, “belki”ler, “yoksa”ların kıymığı ile yakınlaşır korkular da. Bütün sınırlarımızın, kurallarımızın, şüpheci yaklaşımlarımızın temelinde korku vardır ve bizi hapsettiği kadar korur da korkularımız kötülüklerden, kötülerden, düşmekten, yaralanmaktan.

Korkuyorum değerken karanlığın hayatına.

(Fazıl Hüsnü)

Bir şiire başlıyorsun, bir öyküye, bir hayali bezemeye… Yarım kalmasından korkuyorsun başladığın her şeyin. Korkuyorsun benzemekten eski bir defterde kelimeleri unutulmuş yetim bir şiire, küsmesinden bütün küstüm çiçeklerinin ve ölmesinden menekşelerinin. Korktuğun her şey mermer bir sütun olup dikiliyor çatısı çaresizliklerle kurulmuş hiçliğin mabedine. Araladığın kapıların ardının boş olmasından korkuyorsun, ayrıldığın kapının anahtarını kaybetmekten. Gidememek korkutuyor seni, kalamayacak olmak da. Korkuyorsun bir sabah açtığında perdelerini, kurumuş ağaçlarla dolu bulmaktan kalbinin bahçesini. Bütün kuşların aynı anda kanatlarının sesini duymaktan korkuyorsun, bütün kuşların aynı anda can vermesinden uçarken ve korkuyorsun altında kalmaktan siyah bulutlarla örülü gökyüzünün. Heybeni düşürmekten korkuyorsun ırmağa geçerken köprülerden, ırmağa bakmaktan ürküyorsun. Avuçlarında parlayan incilerin kurumasından ve elin boş gitmekten gideceğin yere korkuyorsun ve en çok kaybetmeden korkuyorsun korkuyu.  Yaşamak korkulacak şey ve dünya korkulması gereken bir âlem, anlıyorsun.

kasım 2021/mostar



"yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez"

 Her şeyin bir tanımı, her şeyin bir izahı varsa da bazı şeyler sığmaz söze, gelmez dile. Yaşarız, hissederiz lakin anlatamayız.  Burada başlar şiire, edebiyata olan ihtiyacımız. Onlarca yazarın, şairin kapısına düşer yolumuz; yüzlerce kitabın, binlerce sayfanın eşiğine. Hâlimizi anlatacak bir çift söz, karanlığımızı aydınlatacak küçücük bir ışık, bizi felaha götürecek bir patika ararız. Çantamızın bir kenarında romanlar, hikâyeler, denemeler bizimle arşınlar durur yaşadığımız mekânları. Şiirler düşer dilimize, şarkılar, türküler, ilahiler. Uzadıkça dünyadaki yolumuz; bırakırız yol kenarlarına bize ağır gelen her şeyi. Yoruldukça ayaklarımız sözü, sözden ayırırız; gerçeği, yalandan. Uçuşur biriktirdiğimiz kitapların sayfaları zamanın rüzgârıyla sağımızdan solumuzdan, uçuşur zihnimizi kuşatan cümleler, şiirler, türküler lakin kalır Yunus. Ayırır kendini, kalır ve daha da pekiştirir içimizdeki yerini. 

Henüz dünyaya yabancı, beşikte salınan küçücük melekleri uykuya yollayan anneler de Yunus’un sözlerine koşar, hayatın bütün köşelerini arşınlamış ecel atını bekleyen dedeler de. Yunus’la başlar küçücük hikâyemiz ve Yunus’la biter nihayetinde.

Çocukluk ve gençlik yıllarımızın arasında, ya ansızın çevirdiğimiz bir ders kitabı sayfasında yahut ramazan, kandil gecelerinde bir ilahinin sonunda duyarız Yunus’un adını önceleri. Kenarları kıvrılmış sarı sayfalı eski defterlerden, katlanarak cebe konulmuş bir takvim yaprağından, kapağı yıpranmış ilahi kitaplarından ezberlenmeye çalışılan kalbe şifa Yunus şiirleriyle geçer teravihler, kandiller, sohbetler ve çocukluğumuz ve ilk gençlik yıllarımız.

Gün gelip gençlik rüzgarı başımızda deli deli estiğinde Âşık Kerem, Emrah, Sümmani, Karacaoğlan dolansa da dilimize,  bir mevsim yağan yağmur gibi uzaklaşır gider başımız üzerinden hepsi. Yunus, aydan arı yüzlü, güzel sözlü mümin bir şair olarak her dem hayatdar kalır zihimizde gönlümüzde. İrfan, ilim meclislerinde; dost, akraba buluşmalarında Yunus’tan bir ilahi okumak yahut bir beyit söylemek, yüceltir değerini okuyanın, ışıtır meclisi. Yunus, ne bir dönemlik misafiridir dilimizin ne bir mevsimlik yolcusudur kalbimizin.  

***

Yıllardır koşarım izinde pîrim

Ağlamak isterim dizinde pîrim

(Halide Nusret)

Yunus’un dili ayrı bir dil, sözü ayrı bir söz. Gönül, aşk, dünya, gurbet harflerini; çiçeğin, gülün, çiğdemin yazısını; derdin, dostun şiirini Yunus’un alfabesiyle heceleriz sınıflarda okumayı öğrenmeden önce. Karlı dağların başında salkım salkım olan bulutu onun sesiyle okuruz. Gökyüzünü, yeryüzünü ve yıldızları Yunus’un gözleriyle seyrederiz. Erik dalındaki üzümü Yunus’un rahlesinde misafir olanlar tanır ve tadar. Dertli dolabın iniltisini, saçın çözüp ağlayan bulutun sesini yalnızca Yunus’un lisanını bilenler duyar. Elif onunla bilinir, aşk onunla, sevmek onunla… Şol cennetin ırmaklarının huzur veren sesi onun kelimeleriyle ulaşır kurak dünyalarımıza.

Sevmeyi ve istemeyi onun alfabesiyle öğrenenler; gülü değil, gülü vereni; cenneti değil cennetin sahibini arzular. Onun dizeleriyle kâinata anlam vermeye çalışan herkesin ruhuna bir ışık düşer muhakkak onun söz aydınlığından. Gül onun anlattığı kadar güzeldir ve bülbül ondan öğrendiğimiz kadar dertli, sevgi onun bahsettiği kadar değerli. Onunla bilinir kadri kıymeti dostun, dostların; derdin, kederin. Dört kitabın biricik manasını o şerh eder dünyanın kararttığı, kalabalıklaştırdığı dağınık zihinlerimize, paslanmış gönüllerimize. Tekkeler, dergâhlar, meclisler, camiler, sınıflar onun sedasıyla dönüşür cennet bahçesine. Kalbimizin, ruhumuzun kılavuzudur Yunus, onun her dizesi gah Kaf Dağı’nın ardına gah sırlı bir kapının önüne gah perdelerin ardında bir âleme götürür bırakır bizi. 

***

Geldin ateş gibi geçtin âb gibi

(Halide Nusret)

Niyedir bilinmez yaşarken hep başkalarının hikâyelerini merak ederiz. Belki de bu yüzden kadim kitaplar bize hep başkalarınınmış gibi dinlediğimiz kıssalar anlatır. Kendi kıssamızdır aslında anlatılan bütün kitaplarda, mecmualarda. Merak eder, tekrar tekrar dinler sonra kendi hikâyemizi ararız duyduğumuz, okuduğumuz hikâyelerde. Kendimizden bir şeyler bulamadığımız hikâyelere kendimizden bir şeyler katarız ve bu yüzden birbirine benzer bütün hikâyeler, hikâyelerimiz. 

Yunus’un hikâyesi de sözü de kendimizden bir şeyler bulduğumuz ve yıllar yılı kendimizden de bir şeyler katarak kemale ermiş bir hikâye aslında. Kimine göre derviş, kimine göre şair, kimine göre bilge, kimine göre âşık…  Herkesin bir Yunus’u var.  Köydeki çiftçinin de dilinde onun dizeleri, şehirdeki memurun da. Gurbetteki öğrencinin de kalbinde onun şiirleri, evindeki öğretmenin de. Okuma yazma bilmeyenlerin de zihninde, gönlünde muhakkak bir yeri var onun şiirlerinin: mektep, medrese görenin de. Onu yüzyıllar boyu yaşatan, eskitmeyen ve yaşatacak olan da şüphesiz bu vasfı. Oysa onun muradı ne yaşamak asırlarca ne şair olmak ne tanınmak ne bilinmek.

“Yunus”, deriz, “Yunus Emre” deriz, bir dizesinin, bir beytinin ardından yürür gideriz, lakin onun kim olduğunu, ailesini, nerede ne zaman yaşadığını düşünmeyiz. Onun sözü, kendisiyle aynı dili konuşan, aynı mana ile kainata bakan her mekanda, her diyarda dört mevsim çiçekle bezeli bir bahçe. Menkıbelerini anlatır, içlenir, kendimize bir hakikat çıkarırız yaşadıklarından ancak düşerken onun kelimelerinin ardına, amacımız şiir okumak değildir çoğu zaman ve dinlerken menkıbelerini maksadımız değildir dinlemek bir hikâyeyi. Onun söz bahçesinde gezinirken o bahçede kendimizden bir şeyler ararız, buluruz, kendimizde olanı onda olana benzetmeye çalışırız. 

Sayıları az olsa da kendisiyle aynı yolda olan diğer isimler gibi asıl hikâyesi çoktan sır olmuş bir Türkmen kocası o. Şair değil şiirin kendisi, âşık değil aşk, insancıl değil insan.

Yunus zahitlerin yoluna yolu düşmeyen, hakikat ormanında kalbinin nuru ile kendi yolunu bulan ve yürürken yalnızca kendisiyle söyleşen bir mümin. 

***

Ah mirim, aşk elinden gideli

Odunlar eğri, od sönük, ocak kül

(İsmail Karakurt)

Adını koyamadığımız garipliğimizin, dilimizin dönmediği yangınların, ayrılıkların gözyaşlarının, dünyaya sürgünlüğümüzün tercümanıdır onun sözleri. Tıpkı dua okur gibi terennüm ederiz onun şiirlerini ve bir inşirah yayılır dünyadan bunalan ruhumuza onun kelimelerinden gelen nefesle.

Menkıbeleri, şiirleri unutulsun istemeyiz, ismi unutulsun istemeyiz ve bu yüzden çocuklarımızın isimlerinde yaşatırız onun ismini, nefesiyle süsleriz sözümüzü. 

Yunus yüzümüzün eksik yanını tamamlayan ayna, kalbimizin temiz kalmış köşesinin en suskun sahibidir biraz da. Ne vakit kendimize, kalbimize dönsek en çok orada rastlayıveririz Yunus’a. Çocukluğumuzda gönlümüze, ruhumuza, dilimize asılan duadır Yunus, bir ömür okuruz onu kalbimizin, ruhumuzun, dilimizin duvarında.  

eylül 2021 / mostar