Küçük Prens etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Küçük Prens etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Temmuz 2020 Pazartesi

bozkırda kuruyan ırmak

hüseyn kaya

 

Kulağınıza adınızdan sonra ninniler, türküler okunduysa, türkülerle büyüdüyseniz ve türkülere tutunarak geçiyorsanız dünyadan, bazen ilk kez duyduğunuz bazen de defalarca kulağınıza değen ama ilk kez gönlünüze işleyen, sözleriyle, ezgisiyle sizi büyüleyen türküler vardır. Gündelik hayatın orta yerinde, bazen umulmadık kalabalıkların içinde çaresiz yakalanırsınız, alır götürür sizi uzak diyarlara, bilinmeyen zamanlara… Nedenini, niçinini düşünmenize fırsat bırakmadan doğrudan damarlarınıza karışır ve işgal eder yüreğinizde bir yerleri.

Önce o türkünün ait olduğu yöreye, şehre bir sıcaklık duyarsınız Çocuğunuzun ödevine yardımcı olmak için açtığınız bir atlasta farkında olmadan gözleriniz kayar haritadaki yerine o şehrin ya da bir tren yolculuğunda istasyonundan geçiyorsanız o şehrin içinize tuhaf hisler dolar, kulağınızda türküleri uğuldar… Zamanla o yörenin insanlarını seversiniz uzaktan… Başka başka türküler çağırır o ilk türkü, siz farkına varmadan gönül kalenize.

Aynı şeyleri yaşamış, düşünmüş hissetmiş olmak kardeş kılar sizinle hiç tanımadığınız kimseleri bile. Ayrılığın, acının, hasretin, vefanın ve yoksulluğun da eskilerin dert ortağı dedikleri türden kardeşliği, akrabalığı, dostluğu vardır.

Tarifi ya da aklî izahı pek de mümkün olmayan bir yakınlık böyle böyle büyür durur içinizde yıllar yılı.

Hepsi hepsi bir, bilemediniz birkaç türküdür size bunları yapan.

Yalnız türküler mi? Şiirler, kitaplar, filmler de bazen birdenbire depremler, gelgitler yaşatır içinizde; bakmayı, görmeyi gökyüzünün başka renklerini yenibaştan öğretir size.

Bir mısranın peşinden kaç şairin ağına yakalanmış ve yıllar yılı öylece kalmışsınızdır ya da bir filmden çıkarken kaç kez başka bir şehre hatta dünyaya açılmıştır sinemanın kapıları saymak ne mümkün.

Bir de ya bir dostun ittiği ya da henüz vaktinizin dar olmadığı yıllarda bir sahaf rafından içine düştüğünüz habire sizi girdabına çeken kitaplar vardır ki çoğunun etkisi geçip de ayıldığınızda aydınlık kıyılarda bulursunuz kendinizi.

Türküler, şiirler, filmler, kitaplar... Hepsi birer kapıdır içimizden uzaklara, uzaklardan içimize açılır. Yaşadığımız dünyada fakiri olduğumuz ve başka zamanlarda, mekânlarda bulduğumuz pek çok şeyi o dünyadan kelimelerle taşırız kendi âlemimize. İrlandalı şair James Clarence Mangan’a Türk coğrafyasını hiç görmediği ve Türklerle hiçbir kan bağı olmadığı halde Türkçe şiirler yazdıran ancak bu türden bir muhabbet, dostluk olsa gerektir. Yine Goethe’nin sırf Hafız divanını Hafız’ın dilinden okumak için Farsça öğrenmesi ve ardından bir divan tertip etmesi ya da yüzyıllarca bizim şairlerimizin aruzun baş döndüren ritminde kendilerini bularak Arapça Farsça gazeller, mesneviler, kasideler yazıp, divanlar tertip etmeleri yine aynı benzer kapılardan kurulan bir tanışıklıktan başka nasıl izah edilebilir.

 

Kapıların Ötesi

Cengiz Aytmatov’un abartısız her bir eseri okuruna bu türden kapılar aralar ve bambaşka dünyalar, mekânlar, insanlar resmeder zihinlere. Sözde toplumsal kaygılarla kaleme alınan; insanı, insanımızı anlattığı rivayet edilen nice eserin kahramanı, Aytmatov’un kahramanları yanında yabancı ve öteki kalır çoğu zaman. Yüzündeki kırışıktan, kalbindeki nasıra kadar bizdendir onun kahramanları. Tolongay, Ceyengül, Cemile, Asel, Çopur Nine… Ya bir Yemen, Sarıkamış hikâyesinden ya da anlatılırken her seferinde başın öne eğilip gözlerin saklanmaya çalışıldığı, yoksulluk ve sevdanın aynı kederle yâd edildiği köy hatıralarından tanırız hepsini de, isimleri başkadır yalnızca. Kabuk bağlamayan, sızısı ansızın tutan yaraların aşinalığıdır bu biraz da.

***

Hep dinlediğiniz; ama yazılmamış hayatlara, memleket hikâyelerine, gurbet hikâyelerine, destanlara, efsanelere yeniden can üfler kalemiyle Aytmatov. Ömer Seyfeddin’de, Refik Halid’de yarım kalan ne varsa sanki tamamlanır onun yazdıklarıyla. Kâh sizi alır götürür Isıkgöl’ün kıyılarına, Sarı Özek bozkırına kâh Tiyenşan, Karavul dağlarını size getirir…

Mevsim kışsa, her şeyin beyazın sessizliğine, durgunluğuna teslim olduğu uzun ve soğuk gecelerde zaman zaman üşütür içinizi Akbar’ın Taşçaynar’ın rüzgârlarla kapınıza gelen ulumaları. Uçsuz bucaksız bir bozkır düşünde Gülsarı’nın toynakları gezer kalbiniz üzerinde ve yaşadığınız şehirde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya yüreğinizi çize çize gidip gelir, istasyon insanlarının her birinin yüzünden ayrı bir kaderi okursunuz. Hüzünle vuran hasta bir kalbin sesi gibi satırlar boyu tren sesleri kulağınıza gelir gider…

Bazen yıllar önce görülmüş bir rüyayı yeniden hatırlar bazen de çocukluğun, gençliğin ve yoksulluğun hüzünlü ırmağına kendinizi yeniden bırakırsınız çevirdiğiniz sayfalar boyunca. Efsanelerin, destanların büyülü dünyası, içinizdeki çocuğu önce uyandırır, ardından efsunlu libaslarla sarıp sarmalar. Vakitsiz çıktığınız bir yolculukta tren camına başınızı dayamışsınız gibi yanınızdan ırmaklar, dağlar, köyler, kasabalar, istasyonlar, insanlar ve zaman akıp gider.

Aytmatov’un eserlerini okumak da bir türküye ansızın tutulmak gibidir çoğu zaman. Okuduğunuz ilk eseri hangisi olursa olsun ilerde benliğinizi saracak, damarlarınıza karışıp gönlünüzü fethedecek ve ardından başka başka Aytmatov kitaplarına sizi taşıyacak bir öncüdür o. Tıpkı Tolstoy’un, Hugo’nun, Dostoyevski’nin kahramanları gibi, onun kahramanları da geride bıraktığınız her kitabının ardından, zihninizde içinizde bir yerlerde yaşamaya, umulmadık mekânlarda karşınıza çıkmaya başlar. Dünyaya, eşyaya, etrafınıza bakınırken zaman zaman onun gibi, onun kahramanları gibi düşünmekten kendinizi alamazsınız. Onun romanlarında, hikâyelerinde coğrafya ve insan farkı gözetmeksizin doğrudan kalbe inen, klasiklerle aynı köklerden beslenen bir iksir her zaman vardır.

Küçük Prens’in büyük yazarı Exupery, güzelliğin parçalanarak değil de, ancak onun bütününe dâhil olunarak anlaşılabileceğini söyler ve ilave eder: Bir kadının güzelliğini anlamaya çalışmak için onu parçalara ayıranlar onun yüzündeki tebessümü asla göremezler. Aytmatov’un sayfalarını araladığım her hikâyesi, romanı o tebessümlü yüz ile karşıladı beni daima. Bunu yıllar önce, binbir heyecan ve hevesle başladığım; Aytmatov’un Eserlerinde Rejim İnsan Münasebetleri konulu bitirme tezimi yarıda bırakmak zorunda kaldığımda anladım. Belki Aytmatov’a dair bir eser vücuda getiremedim; ama onun eserlerinin kadere, acıya, sevdaya ve umuda bulanmış tebessümü hiç silinmedi zihnimden. Galiba silinmeyecek de…


25 Temmuz 2020 Cumartesi

ıssız patikaların sessiz yolcuları


Bizler zayıfız, tek silahımız geceleri ceylanları kaçıracak kadar güçlü kelimelerdir

(Saint Exupèry)

     Bir otobüs yolculuğunda istemeyerek de olsa muhabbete başladığınız yan koltuk arkadaşınız, lise öğrencisiyken dersiniz boş geçmesin için öylesine sınıfınıza gelen herhangi bir öğretmen, her gün işe giderken aynı caddede, aynı yerde karşılaştığınız yüzünü ezberlediğiniz ama adını bilmediğiniz bir insan; vakti gelince hayatınızı rayından çıkaracak, kurulu düzeninizde ihtilaller yapabilecek bir role sahip olabilir şahsi tarihinizde. Kadere teslimiyet, kaderin hep anlık ve ölçülemeyecek kadar ince hesaplarla ve hızla işleyişi içindir biraz da.

Siz büyük idealler ve hesaplar peşindeyken hep sonradan farkına vardığınız küçük ayrıntılar, karşılaşmalar, tanışmalar yön verir hayatınıza ki, karşılaştığınız ve dünyanızda değerli bulduğunuz her şey, neyi aradığınızın habercisi, kendi hallerinizin size sunulmuş bir resmidir aslında. 

Ömrünüzün hangi yaşını yürüyorsanız yürüyün, hayat; sonu, asla yürüyenleri tarafından bilinmeyen,  hep uzaklardaymış gibi görünen bir yol gibi uzar gider ufka doğru. Onca kalabalığa, gürültüye rağmen bazen kendi adımlarınızın sesinden başka sesi duymaz, kendinizden başka bir canlının nefesini işitemezsiniz yeryüzünde. Önünüzde upuzun kendi gölgeniz ve diliniz lal; bir ses bekler, bağırmaya çalışır bağıramazsınız. Ayaklarınız yere çivilenmiş gibidir. Gökyüzünden, ufuklardan, ötelerden bir ses gelsin, dilinizin ve ayaklarınızın bağını çözsün, size efsunlu sözler söylesin istersiniz. Bir define haritası arar gibi kitap kokan mekânlarda arar durursunuz bu sesi, efsunu.

İlerde tiryakisi olacağınız bir yazarın ilk kitabını da küçücük sebepler içinde önünüze getirir kader. O kitapta yazılı her şeye inanmak, aldanmak istersiniz.  Yeni filizlenen aşklar gibidir bu okumalar. Sayfalar boyu kendinizden bir şeyler bulmak, kendinizi ifade eden cümleler yakalamak, bir yazara yakınlaşmak ve onu sevmek için yeterli sebeplerdir.

Gün gelir artık okunacak kitabı kalmaz tutkuyla bağlandığınız yazarınızın. Bu defa hayatının izini sürersiniz. Dostlarını, aşklarını, nasıl yazdığını ve öldüğünü merak etmeye başlarsınız. Değiştirir sizi, size hükmetmeye başlar okuduğunuz kitapların ruhu. Bir zaman sonra dünyaya bakan gözlerinizin yalnızca birisi size aittir, diğerinden yazarınız, yazarınızın kahramanları bakmaya başlar. Hayatı, dünyayı tek başınıza yorumlayamazsınız. Ömrünüzün en güzel çağlarını bırakırsınız geride bu hal ile.

Bütün ırmakların durduğu, yıldızların matlaştığı ve rüzgârın donduğu, ağaçların yapraklarının taş kesildiği bir vakitte ansızın saat on ikiyi vurur. Bir rüyadan uyanır gibi uyanırsınız hayata. Gözünüzü açtığınızda evinizde, eşinizin karşısındasınızdır ve odalarınızdan çocuk sesleri yükselmektedir. Sonra ara ara banka yahut fatura kuyruğunda bazen bir büyük mağazada taksit öderken rastlarsınız kendinize. Büyü biter, şarkılar biter, şiirler biter…  

Şairler kadar yazarların da yalancı hatta gönül hırsızı olabileceği düşüncesi kemirir ruhunuzu bazen.

***

İçimde dışarı çıkmak isteyen bir şey vardı, ben onu yaşamaya çalışıyordum yalnızca... Neden böylesine güçtü bu?

(Herman Hesse)

Tıpkı sevdaya tutulmanın bir zamanı, yaşı olduğu gibi bazı yazarlara, şairlere tutulmanın da yaşı, zamanı olmalıdır zira onlar da tıpkı aşk gibi dalgınlıktan kapıları ardına kadar açık unutulmuş kalplerin misafiridirler. Mesela; Herman Hesse’yi, ilkgençlik yıllarında, hayata adım atacağınız yaşlarda ya okumamalısınız ya da yılda en fazla bir iki kitabını okumalısınız. Aynı durum Bukovski, Tolstoy ve Nietzsche için de geçerlidir.

Hermann Hesse, hayatıma Yabancı Bir Gezegenden Tuhaf Haberler kitabıyla girdiğinde lise son sınıftaydım ve karanlığın bir adım önündeydim. Bir vakitler hayranı olduğum çoğu yazarın efsunu bitmişti ve sona doğru gittiğimi biliyordum. Hesse’nin hikâyelerini, severek ancak kendimi kaybetmeden bir çırpıda bitirdim. Neticede bir yazar daha tanımış, bir kitap daha geride bırakmıştım, o kadar. Kısa zaman sonra Siddartha geçti elime. Siddartha ile Hesse’nin şimdiye kadar okuduğum yazarlardan farklı olduğu fikri oluştu bende ve bu fark doğrudan diğer kitapların eşiğine götürdü bıraktı beni. Siddartha’daki olayların yaşanabilirliği zihnimde şüpheler uyandırmakla birlikte el yordamıyla tanımaya çalıştığım tasavvufla örtüşen sesler vardı kitapta ve karışmıştı kafam.

Aynı aylarda Peter Camenzind’i buldum. Hesse’nin cahil ruhumu sarsışı ve beni peşine düşürüşü asıl bu kitaptan sonra oldu.

Hesse kahramanlarından birinin uyuşturan ve kendine bağlayan sesi bir kez gönlünüzde açık bir kapı bulmuşsa, artık siz uyanıncaya kadar bütün kahramanlarının uğrak mekânıdır ruhunuz. Çoğu başarısız, ümitsiz; ama bir o kadar dirayetli kahramanlar olanca rintlikleri ve eşsiz aşkları ile kah ressam, müzisyen kah şair olur kendilerinden bir şeyler bırakarak geçerler ömrünüzün eşiğinden. Geride altı çizilmiş satırlar, kitaplığınızın bir bölümünü oluşturan Hesse kitapları ve ömrünüzden heba olmuş bir mevsim kalır.

Demian, Narziss ve Goldmund, Bozkırkurdu… Tam da Hesse büyüsünden uyanacakken; Çarklar Arasında, ardından; Knulp… Knulp’tan sonra, bir daha Hesse kitaplarına yanaşmamaya karar verdim zira üniversiteye başlamıştım, okuduklarımın etkisiyle okulu ve hayatı umursamıyor, kendime zoraki mutsuzluklar buluyor hatta başarısız olmak için çaba sarf ediyor bir yandan ailemi üzmemeye çalışıyordum. Babamı ve annemi daha çok seviyor ancak kendimi hayatın kıyısına doğru sürüklüyordum ağır usul. Okulu bırakmaktan, evden kaçmaktan yahut Çarklar Arasında’nın kahramanı Hans’ın sonu gibi bir sondan beni alıkoyan yine Hesse’nin kalbime üflediği aile sevgisi oldu galiba. Fakat onun kahramanlarından ruhuma sinen bitkinlik, uyuşukluk, teslimiyet aylarca yanımda bir gölge gibi dolaştı durdu.

***

Yoksa hayat bu gözyaşlarını, bu sevinçleri ebediyen benden uzaklaştıracak kadar ağır izler mi bıraktı ruhumda ve kala kala bir tek anılar mı kaldı?

(Tolstoy)

Kitapların kapısına hangi niyetle gittiğiniz önemlidir şüphesiz. Bazı yazarlar sanki aralarında gizli bir anlaşma yapmışlar gibi halis niyetli okurlarını birbirlerinin kapısına gönderir dururlar. Tam da birinden ayrılıp evinize, kendinize, hayata dönecekken ötekinin eşiğinde bulursunuz kendinizi.

Hesse’den uzaklaşırken Tolstoy’un kapısında buldum kendimi. Tolstoy’u tanımasaydım, yazarların da pek çok şair gibi yaşamadıkları, yaşayamadıkları hakikatlerin, hissiyatın tüccarı olduklarına kanaat getirebilir hatta okumanın gereksiz olduğu sonucuna varabilirdim.

Tolstoy’un, Çocukluk ve Ergenlik Yılları’nı biraz da kendimden bir şeyler bulma çabası ile okudum fakat Hesse’nin lirizmi, ahengi ve büyüleyiciliği yanında itiraf etmek gerekirse Tolstoy soğuk ve kuru gelmişti. Tolstoy’un diğer kitaplarından önce Çocukluk ve Ergenlik Yılları’nı okumanın yanlış bir tercih olduğunu kimse söylemedi o yıllarda. Yazarın okuduğum ikinci kitabı İtiraflarım’dı. Soğuk bir başlangıçtı benim için. Belki de bu başlangıç yüzünden yazarın daha sonra okuduğum romanlarında hikâyelerinde kahramanları bir kenara bırakıp sayfalar boyunca Tolstoy’un sesini duymaya çalıştım.

Kazaklar’ı okurken Olenin üniforma giymiş Tolstoy’un ta kendisiydi. Din hakkındaki görüşleriyle, insanlara ve tabiata bakışıyla Olenin’i bir kenara bırakıp Tolstoy’u dinledim, biraz daha yakından tanıdım kitabın sonuna kadar.

Tolstoy bunu bilinçli yapıyordu galiba.  Çünkü bir yandan İtiraflarım’da kendini asmamak için evinde ip namına ne varsa hepsini bir dolaba nasıl kilitlediğini, kendini vurmamak avlanmayı nasıl bıraktığını anlatıyor, bir yandan da Anna Karenina’da Levin’e aynı şeyleri yaşatıyordu. Roman boyunca Levin’in Kitti’den sakladığı intihar düşüncesini, kendisi de eşinden saklamaya çalışıyor, saklayabileceğini sanıyordu.

Tolstoy’un tiksinerek ayrıldığı üniversite tahsilini Diriliş’in kahramanı Nehuldof da kendini köylülere adamak için yarıda bırakmıştı. Anna Karenina’da; Levin, Harp ve Sulh’ta; Piyer Bezuhov ve Prens Andrey, Diriliş’te Nehuldof… Tolstoy yalnızca isimleri değiştiriyor ancak kelimelerle tüm kahramanlarına aynı yüzü, kendi yüzünü çiziyordu.  Evet, Tolstoy bunu kasıtlı olarak yapıyordu.

Hesse’den daha uzun ve samimi sürdü Tolstoy okumaları. İvan İlyiç’in Ölümü, Kroyçer Sonat, Yaşayan Ölü, Hacı Murat gibi kitaplarının türlü çevirileri mevcuttu piyasada ve fazla çaba harcamadan bulunabiliyordu kitapçılarda.

 Hayat Üzerine Düşünceler ve Din Nedir? İsimli eserlerinin basıldığını öğrenince bu kitapların kitapçılara inmesini beklemeden yayınevinden mektupla isteyecek kadar yazdıkları lüzumlu bir yazar olmuştu benim için o yıllarda Tolstoy. Türkçesi yalnızca birkaç kez basılan Halk İçin Hikayeler’i Sivas’ta bulamayınca İstanbul’a, Ankara’ya giden arkadaşlara ısmarladığımı hatırladıkça halen tebessüm ederim kendi kendime.

Hesse’den kaçarken Tolstoy’a tutulmaktı bu; ama olsundu.

Bir yazarı yakından tanımak ya da tanıyanlardan dinlemek; genellikle o yazardan soğutur okurunu; fakat Tolstoy’u ve kişiliğini Romain Rolland’dan, Gorki’den okudukça ona olan muhabbetim biraz daha arttı.

İhtiyarlığında birkaç kez tecrübe ettiği ve sonuncusunda başardığı evden kaçma teşebbüsleri, içli günlükleri, eşine yazdığı hüzünlü mektuplar, aile geçimsizlikleri hülâsa romanlarına sızdıramadığı ömrünün son demlerinin bir filmi neden yapılmadı yahut romanı neden yazılmadı bilemiyorum.

Tolstoy’u da Hesse gibi dostlar listesine eklediğimde halen öğrenciydim ve Goethe’nin Werther’inde altını çizecek satırlar arıyordum. Onca sevimliliğine ve vakarına rağmen Goethe’ye içim ısınmadı. Werther etkileyici bir kahramandı; ama hikayesinde beni bunaltan, bana ters gelen bir şeyler vardı. Faust da Goethe hakkındaki düşüncelerimi değiştirmedi. Werther’in intiharını da tıpkı hikayesi gibi kabullenemedim yıllarca ve Goethe’yi onun katili gibi düşündüm nedense.  Goethe’nin yetmiş dört yaşında iken on dokuz yaşında bir kıza âşık olduktan sonra düştüğü halleri öğrendiğimde, kitaplarını kitaplığımın en gözden uzak raflarına dizmeye başlamıştım bile.

 

Uzak Denizlerde Yorgun Gemiler

Hesse ve Tolstoy’dan başka inanmak, seline kapılmak istediğim iki yazar daha oldu; Tagore ve Exupèry.  Tagore’un Hilmi Kitabevi’nce çoğu 1930-40 yılları arasında basılmış kitaplarının bir kısmına ulaştıysam da parıltılı sözler ve altı çizili sayfalardan başka bir şey kalmadı ondan geriye. 

Öğrencilik yıllarımın sonlarına doğru Exupèry hastalığı zuhur etti. İnsanların Dünyası’nı, Kale’yi, Güney Postası’nı, Gece Uçuşu’nu, Küçük Prens’i defalarca farklı farklı çevirilerden okudum; lakin dostum diyemedim hiçbir zaman bu kitapların yazarına. Onun çok yükseklerden seslendiğini düşünüyor, kitaplarını her okuyuşumda irkiliyor çarpılıyor, kendime çeki düzen verme ihtiyacı hissediyordum. Ölümüne dair okuduğum çeşitli rivayetler onu daha da kıymetlendirdi dünyamda. Kendimi kaybetmekten ziyade kendime gelmek istediğimde okudum Exupèry’i. Attar, Hafız, Mevlana gibi huzura çağıran bir rengi vardı sesinin. Kale ve İnsanların Dünyası halen ara sıra kapısını çaldığım, okumaktan usanmadığım en kıymetli kitaplarımdandır.

Andre Gide, Rilke, Eliot, Dostoyevski, Puşkin, Oscar Wilde, Kafka, Borges, Paul Auster, Balzac, Tagore, Hölderlin, Nerval… Daha ismini hatırlayamadığım bir sürü gâvur yazarın kapısından geçti yolum ya da onlar gelip geçtiler benim ömrüm içinden. Dar Kapı, gerçekten büyüleyici bir kitaptı o yaşlarda benim için ancak zaman Alissa ve Jerome’un hikâyelerinin üzerindeki parıltıyı çoktan kararttı. Hugo’ya dair yalnızca derin bir saygı kaldı içimde.  Gançarov sıkıcıydı, Dosto; Suç ve Ceza ve Beyaz Geceler dışında hep tatsız tuzsuz. Rilke fazlaca hercai, Salome ve Nietzsche ile verdiği o pozu gördüğümden beri değersiz. İstirati; kaygısız, Bukovski; ahlaksız ve serseri, Vasnocelos; sıkıntısız zamanlarda muhabbet edilebilecek bir arkadaş… Hepsiyle söyleştim günlerce, saatlerce fakülte bahçelerinde, bitmek bilmeyen uzun yolculuklarda, kış gecelerinde. Dost sıcaklığı değilse de arkadaş yakınlığını belki de sadece onlarla hissettim, tanıdım.

 

Benzerini Arayan Kırgın Yürek

Aynı selde sürükleniyorken aynı ağaç köküne sarılmak, aynı çölde ilerlerken mataranızdaki son yudum suyu yanındakine sunmaktır dostluk. Dost; paylaşılandır. Kendinize dahi söyleyemediğiniz hakikatleri ona anlatır, yüzüne bakamadığınız yaraları ona gösterirsiniz yalnızca. Aynı yangının alevlerini yüzünüzde hissettiğiniz, aynı zehrin acısını damarlarınızda bildiğiniz, kalbi kalbinizle aynı ritimde atan kişidir dost.

Hesse ve Tolstoy’la böyle bir yakınlık duydum galiba. Her ikisi de önce deli bir ırmağın ortasına çektiler ergen ruhumu sonra ellerini uzattılar.

Güzel ve bahçelerde kuş sesleri arasında gökyüzüne, çiçeklere şarkılar söyleyen öteki yazarlar, şairler sanki dingin vakitlerde sesi, selamı özlenen arkadaşlar gibi. Onları karanlık ormanlarda, bulanık ırmaklarda yanınızda göremezsiniz.

Bütün ırmaklar duruldu yaşım ilerledikçe. Evimin ve kalbimin bütün pencereleri kapıları kilitli artık.

Buradayım.

Saatin on ikiyi vurduğu yerde.



            hüseyn kaya