Diriliş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Diriliş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Nisan 2022 Salı

sezai karakoç’a dair

 

On beş yaşımdaydım. Sivas’tan Hatay’a kadar sürecek otobüs yolculuğum henüz başlamıştı ki yanıma oturan temiz giyimli genç, elimdeki birkaç kitabı görünce galiba ilgilenmek, sohbet etmek ihtiyacı hissetti yanında oturan çocukla. Kitaplara, yazarlara dair bana yönelttiği sorularla başladı sohbetimiz. Necip Fazıl’dan, Abdurrahim Karakoç’tan Cahit Sıtkı’dan haberdar olduğumu öğrenince Sezai Karakoç’u sorudu bana. Küçük bir antolojide birkaç şiirini okumuştum üstadın ancak ne kitaplarını biliyor ne kendisini tanıyordum. Yol boyu Sezai Karakoç’u dinledim daha sonradan hâkim adayı olduğunu öğrendiğim yol arkadaşımdan. O yaşlarda biriyle edebiyata, düşünce hayatına dair bir şeyler konuşmak, birilerinin tecrübelerini dinlemek hayli hoşuma gitmişti doğrusu. Yolculuk bitip de ayrılık vakti gelince bana adresini verdi, bulamadığım kitap olursa yazmamı istedi kendisine.

Hep böyle değil midir dünya? Küçücük anlar, karşılaşmalar ilerde aralanacak yeni kapıların önüne bırakır bizleri.

Bir hafta kadar Hatay’da kaldıktan sonra döndüğüm Sivas’ta ilk işim Sezai Karakoç kitaplarını aramak oldu. Kitaba ulaşmanın şimdiki kadar kolay olmadığı yıllardı. Yine de birer ikişer bulmaya, okumaya başladım Karakoç’un kitaplarını. Onun kitaplarını aramak, bulmak yeni yeni tanışıklıklara vesile oldu ve onu tanıyanlarda, okuyanlarda tarifi çok da mümkün olmayan bir samimiyet, yakınlık her zaman mevcuttu. Yitik Cennet’i fotokopi yaptırırken tanıştığım kırtasiyeci, Edebiyat Yazıları’nı sipariş verirken tanıştığım kitapçı, Leyla ile Mecnun’u elimde görüp de yolda durduran İsmail…

Şimdilerde insanlar yalnızca Monna Rosa efsanesi ile Sezai Karakoç’u kıyısından köşesinden biliyorsa da Monna Rosa, benim belki de en son varlığından haberim olan şiiriydi üstadın. Monna Rosa ile Karakoç artık zihnimde değil ruhumda, kalbimde bir yerleri kendine mekan etmişti. Kitaplarını temin edip okuma süreci bitince Diriliş dergisinin sayılarını temin etmeye çalıştım birkaç yıl boyunca. Büyük şehirlere giden, sahaflarla tanışıklığı olan arkadaşlar sayesinde derginin sayılarını tamamlamak nasip oldu.

İlk gençlik yıllarımda çok istedim kendisiyle tanışmayı, sohbet etmeyi ancak o yıllarda münzevi bir hayat yaşadığı ve kimseyle görüşmediği anlatılırdı. Görüşmeye gidenlerin kapıdan döndüğü rivayetleri anlatılır dururdu. Hatta kendisinden habersiz çekilmiş fotoğraflarını yayımlayan bir dergi bile oldu doksanlı yılların ortasına doğru. İlerleyen yıllarda Sezai Karakoç’u ziyaret eden, onun sohbetinde bulunan insanlar haber getirmeye başladılar uzaklardan. Hatta parti bürosu açılırsa Sivas’a gelebileceğini bile söylemişti bir arkadaşımıza. Gençliğin, öğrenciliğin verdiği heyecanla birkaç hafta bu tarz bir mekan ayarlayabilir miyiz, telaşına düştüğümüz dahi oldu. Ne parti bürosu açabildik ne de ziyarete gidebildim. Hem gitsem ne konuşacaktım ki? Ne sorabilirdim kendisine?

Oradaydı ve orada olduğunu bilmek kâfiydi Sezai Karakoç’un. Yine de hiç değilse bir kez, sadece birkaç dakika yanında susmak isterdim, nasip olmadı.

Sezai Karakoç’la aynı çağda yaşamak, aynı ülkede bulunmak ve aynı dili konuşmak büyük bir lütuftu bizler için ancak o bizimle aynı çağda, ülkede ve dünyada yaşadı mı, kelimelerimiz aynı olsa da bizimle aynı dili konuştu mu, muamma.

İlerleyen senelerde Sezai Karakoç herkesin yanına uğrayabildiği ve sohbetini dinleyebildiği biri oldu. Artık şiirine ve düşüncelerine aşina olan ve İstanbul’a yolu düşen herkes uğrayabiliyordu üstadın yanına.  Ziyaretinden dönenler coşkuyla anlatıyordu ona dair her detayı. Artık kitapları da neredeyse her şehirde hatta il, okul kütüphanelerinde bile ulaşılabilir hale gelmişti. Sezai Karakoç adına dergiler özel sayılar, dosyalar hazırlamaya başladı hızla, akademik çalışmalar yapılmaya başlandı.

Onun anlatmaya çalıştığı şey bambaşkaydı, onu tanıyanların, tanıdığını zannedenlerin anladıkları şey çoğunlukla bambaşka. Sezai Karakoç, Tanzimat’tan beri yönümüzü döndüğümüz Batı önünde, Batı’yı inkâr etmeden, küçümsemeden ve Doğulu olduğumuzu unutmadan nasıl yaşayabileceğimizin iksirini sunmaya çalıştı Doğunun Yedinci Oğlu olarak. Şair olma, şair kalma gibi bir endişesi olmadı onun. İnsan olunmadan, ölüp de dirilmeden dünyada kazanılan sıfatların hiçbirine talip değildi. İsmini dergilerde görmek için çaba sarf etmedi, kitaplarım çok okunsun gibi bir derdi de olmadı hiçbir zaman. Ne şiir gecelerine katıldı ne edebiyat festivallerine. Gazetelere mülakat vermedi; boynuna fular bağlayıp televizyonlarda edebiyat, sanat, fikir, siyaset konularında boy göstermedi. Adını yaşatmak, yüceltmek derdinde değildi bilakis kendi adını dahi Diriliş düşüncesinin içinde eritmeye, silmeye adadı ömrünü. Gençlik yıllarında yayımladıkları hariç kendi yayımladığı dergi dışında başka dergilerde yazdıklarını yayımlamadı. Yazarken yazarlığı, çevirirken çevirmenliği, şiirleriyle şairliği, düşünceleriyle fikir adamlığı duruşunu ima etti hâl diliyle ancak bu dili anlamak, düşünmek yerine onu yüceltirken dahi sömürme ve kendisine bir paye edinme yolunu tercih etti hem bizim hem bizden sonra gelen neslin çoğunluğu.

Şiirin şahidi şairin hayatıdır, gerçekliğini ve geçerliliğini ancak şairin hayatıyla kazanır şiir. Ezelden beri aynı kelimelerle aynı şeyleri anlatan şairler arasından bazılarına kalıcılığı bahşeden en büyük unsur şairin ömründen şiirine yansıyan sahiciliktir. O sahici bir şairdi ancak yalnızca şair değildi. Kimine göre yalnızca İkinci Yeni şairlerinden biri, kimine göre Monna Rosa’nın şairi. Kimileri için Diriliş eri, fikir adamı. Kimilerine göre derviş, kimilerine göre siyasi parti önderi. Kimileri için âlim, üstat. Kimileri için dünyada bulunmuş ama yaşamamış bir öteli. Sezai Karakoç üzerine çok şey yazıldı, konuşuldu ve daha da yazılacak birçok şey. Yeni akademik çalışmalar yapılacak belki ve yeni özel sayılar çıkarılacak. Onun, fikirlerinin ve şiirlerinin buna hiçbir zaman ihtiyacı olmadı ancak bizim onu gerçekten tanımaya çok ihtiyacımız var.

 “Ve Monna Rosa”

Gizli bir cemiyetin mensubu olmak gibiydi bizim nesil için Monna Rosa’yı ve kulaktan kulağa aktarılırken efsaneleşmiş hikâyesini bilmek. Şayet biri bu şiiri ve hikâyesini biliyorsa adını dahi sormadan onunla arkadaş, dost olabilirdiniz, ona güvenebilir, onunla saatlerce sohbet edebilirdiniz. Bir define haritası gibi saklardık ceketimizin iç cebinde yahut kitaplığımızın en kuytu köşesinde bu şiirin değişik nüshalarını. Bizim için bir gün kabul olunacak duanın metniydi Monna Rosa, kırılmış kalplerimiz her sancıdığında sürdüğümüz efsunlu merhem. Herkesin bu şiiri bilmesi, herkeste bu şiirin bulunması üzerdi bizi, yalnız hâl ehlinin elinde, dilinde ve üç kişiyi geçmeyen ortamlarda konuşulmalıydı hikâyesi ve okunmalıydı şiiri Monna Rosa’nın. Yeni bir nüsha bulduğumuzda elimizde olanla karşılaştırır, eksiklikleri tamamlar, daktilo ile yahut kesik uçlu kalemlerle yazar, ehli ile paylaşırdık bu gizemli şiiri. Bizim nesil Monna Rosa’yı okuyarak değil yazarak ezberledi en çok. Zamanla her şeyin olduğu gibi Mona Roza’nın da büyüsü bozuldu. Şüphesiz üstadın şiiri küçük değişikliklerle yayımlamasında da bu durumun etkisi var ancak asıl mesele bizce ehil olmayan insanların da şiirin hikâyesini iyice efsaneye dönüştürmesi ve efsanenin şiiri geride bırakmasıydı. Monna Rosa, dile düşmesin diye fısıltıyla kalbimize okuduğumuz, her dizesinde içimizde fırtınalar koparan şiir, herkesin yerini bildiği ve saygısızca kazdığı bir define alanına, herkese açık bir müzeye dönüştü sonraları.

kasım 2022

25 Temmuz 2020 Cumartesi

ıssız patikaların sessiz yolcuları


Bizler zayıfız, tek silahımız geceleri ceylanları kaçıracak kadar güçlü kelimelerdir

(Saint Exupèry)

     Bir otobüs yolculuğunda istemeyerek de olsa muhabbete başladığınız yan koltuk arkadaşınız, lise öğrencisiyken dersiniz boş geçmesin için öylesine sınıfınıza gelen herhangi bir öğretmen, her gün işe giderken aynı caddede, aynı yerde karşılaştığınız yüzünü ezberlediğiniz ama adını bilmediğiniz bir insan; vakti gelince hayatınızı rayından çıkaracak, kurulu düzeninizde ihtilaller yapabilecek bir role sahip olabilir şahsi tarihinizde. Kadere teslimiyet, kaderin hep anlık ve ölçülemeyecek kadar ince hesaplarla ve hızla işleyişi içindir biraz da.

Siz büyük idealler ve hesaplar peşindeyken hep sonradan farkına vardığınız küçük ayrıntılar, karşılaşmalar, tanışmalar yön verir hayatınıza ki, karşılaştığınız ve dünyanızda değerli bulduğunuz her şey, neyi aradığınızın habercisi, kendi hallerinizin size sunulmuş bir resmidir aslında. 

Ömrünüzün hangi yaşını yürüyorsanız yürüyün, hayat; sonu, asla yürüyenleri tarafından bilinmeyen,  hep uzaklardaymış gibi görünen bir yol gibi uzar gider ufka doğru. Onca kalabalığa, gürültüye rağmen bazen kendi adımlarınızın sesinden başka sesi duymaz, kendinizden başka bir canlının nefesini işitemezsiniz yeryüzünde. Önünüzde upuzun kendi gölgeniz ve diliniz lal; bir ses bekler, bağırmaya çalışır bağıramazsınız. Ayaklarınız yere çivilenmiş gibidir. Gökyüzünden, ufuklardan, ötelerden bir ses gelsin, dilinizin ve ayaklarınızın bağını çözsün, size efsunlu sözler söylesin istersiniz. Bir define haritası arar gibi kitap kokan mekânlarda arar durursunuz bu sesi, efsunu.

İlerde tiryakisi olacağınız bir yazarın ilk kitabını da küçücük sebepler içinde önünüze getirir kader. O kitapta yazılı her şeye inanmak, aldanmak istersiniz.  Yeni filizlenen aşklar gibidir bu okumalar. Sayfalar boyu kendinizden bir şeyler bulmak, kendinizi ifade eden cümleler yakalamak, bir yazara yakınlaşmak ve onu sevmek için yeterli sebeplerdir.

Gün gelir artık okunacak kitabı kalmaz tutkuyla bağlandığınız yazarınızın. Bu defa hayatının izini sürersiniz. Dostlarını, aşklarını, nasıl yazdığını ve öldüğünü merak etmeye başlarsınız. Değiştirir sizi, size hükmetmeye başlar okuduğunuz kitapların ruhu. Bir zaman sonra dünyaya bakan gözlerinizin yalnızca birisi size aittir, diğerinden yazarınız, yazarınızın kahramanları bakmaya başlar. Hayatı, dünyayı tek başınıza yorumlayamazsınız. Ömrünüzün en güzel çağlarını bırakırsınız geride bu hal ile.

Bütün ırmakların durduğu, yıldızların matlaştığı ve rüzgârın donduğu, ağaçların yapraklarının taş kesildiği bir vakitte ansızın saat on ikiyi vurur. Bir rüyadan uyanır gibi uyanırsınız hayata. Gözünüzü açtığınızda evinizde, eşinizin karşısındasınızdır ve odalarınızdan çocuk sesleri yükselmektedir. Sonra ara ara banka yahut fatura kuyruğunda bazen bir büyük mağazada taksit öderken rastlarsınız kendinize. Büyü biter, şarkılar biter, şiirler biter…  

Şairler kadar yazarların da yalancı hatta gönül hırsızı olabileceği düşüncesi kemirir ruhunuzu bazen.

***

İçimde dışarı çıkmak isteyen bir şey vardı, ben onu yaşamaya çalışıyordum yalnızca... Neden böylesine güçtü bu?

(Herman Hesse)

Tıpkı sevdaya tutulmanın bir zamanı, yaşı olduğu gibi bazı yazarlara, şairlere tutulmanın da yaşı, zamanı olmalıdır zira onlar da tıpkı aşk gibi dalgınlıktan kapıları ardına kadar açık unutulmuş kalplerin misafiridirler. Mesela; Herman Hesse’yi, ilkgençlik yıllarında, hayata adım atacağınız yaşlarda ya okumamalısınız ya da yılda en fazla bir iki kitabını okumalısınız. Aynı durum Bukovski, Tolstoy ve Nietzsche için de geçerlidir.

Hermann Hesse, hayatıma Yabancı Bir Gezegenden Tuhaf Haberler kitabıyla girdiğinde lise son sınıftaydım ve karanlığın bir adım önündeydim. Bir vakitler hayranı olduğum çoğu yazarın efsunu bitmişti ve sona doğru gittiğimi biliyordum. Hesse’nin hikâyelerini, severek ancak kendimi kaybetmeden bir çırpıda bitirdim. Neticede bir yazar daha tanımış, bir kitap daha geride bırakmıştım, o kadar. Kısa zaman sonra Siddartha geçti elime. Siddartha ile Hesse’nin şimdiye kadar okuduğum yazarlardan farklı olduğu fikri oluştu bende ve bu fark doğrudan diğer kitapların eşiğine götürdü bıraktı beni. Siddartha’daki olayların yaşanabilirliği zihnimde şüpheler uyandırmakla birlikte el yordamıyla tanımaya çalıştığım tasavvufla örtüşen sesler vardı kitapta ve karışmıştı kafam.

Aynı aylarda Peter Camenzind’i buldum. Hesse’nin cahil ruhumu sarsışı ve beni peşine düşürüşü asıl bu kitaptan sonra oldu.

Hesse kahramanlarından birinin uyuşturan ve kendine bağlayan sesi bir kez gönlünüzde açık bir kapı bulmuşsa, artık siz uyanıncaya kadar bütün kahramanlarının uğrak mekânıdır ruhunuz. Çoğu başarısız, ümitsiz; ama bir o kadar dirayetli kahramanlar olanca rintlikleri ve eşsiz aşkları ile kah ressam, müzisyen kah şair olur kendilerinden bir şeyler bırakarak geçerler ömrünüzün eşiğinden. Geride altı çizilmiş satırlar, kitaplığınızın bir bölümünü oluşturan Hesse kitapları ve ömrünüzden heba olmuş bir mevsim kalır.

Demian, Narziss ve Goldmund, Bozkırkurdu… Tam da Hesse büyüsünden uyanacakken; Çarklar Arasında, ardından; Knulp… Knulp’tan sonra, bir daha Hesse kitaplarına yanaşmamaya karar verdim zira üniversiteye başlamıştım, okuduklarımın etkisiyle okulu ve hayatı umursamıyor, kendime zoraki mutsuzluklar buluyor hatta başarısız olmak için çaba sarf ediyor bir yandan ailemi üzmemeye çalışıyordum. Babamı ve annemi daha çok seviyor ancak kendimi hayatın kıyısına doğru sürüklüyordum ağır usul. Okulu bırakmaktan, evden kaçmaktan yahut Çarklar Arasında’nın kahramanı Hans’ın sonu gibi bir sondan beni alıkoyan yine Hesse’nin kalbime üflediği aile sevgisi oldu galiba. Fakat onun kahramanlarından ruhuma sinen bitkinlik, uyuşukluk, teslimiyet aylarca yanımda bir gölge gibi dolaştı durdu.

***

Yoksa hayat bu gözyaşlarını, bu sevinçleri ebediyen benden uzaklaştıracak kadar ağır izler mi bıraktı ruhumda ve kala kala bir tek anılar mı kaldı?

(Tolstoy)

Kitapların kapısına hangi niyetle gittiğiniz önemlidir şüphesiz. Bazı yazarlar sanki aralarında gizli bir anlaşma yapmışlar gibi halis niyetli okurlarını birbirlerinin kapısına gönderir dururlar. Tam da birinden ayrılıp evinize, kendinize, hayata dönecekken ötekinin eşiğinde bulursunuz kendinizi.

Hesse’den uzaklaşırken Tolstoy’un kapısında buldum kendimi. Tolstoy’u tanımasaydım, yazarların da pek çok şair gibi yaşamadıkları, yaşayamadıkları hakikatlerin, hissiyatın tüccarı olduklarına kanaat getirebilir hatta okumanın gereksiz olduğu sonucuna varabilirdim.

Tolstoy’un, Çocukluk ve Ergenlik Yılları’nı biraz da kendimden bir şeyler bulma çabası ile okudum fakat Hesse’nin lirizmi, ahengi ve büyüleyiciliği yanında itiraf etmek gerekirse Tolstoy soğuk ve kuru gelmişti. Tolstoy’un diğer kitaplarından önce Çocukluk ve Ergenlik Yılları’nı okumanın yanlış bir tercih olduğunu kimse söylemedi o yıllarda. Yazarın okuduğum ikinci kitabı İtiraflarım’dı. Soğuk bir başlangıçtı benim için. Belki de bu başlangıç yüzünden yazarın daha sonra okuduğum romanlarında hikâyelerinde kahramanları bir kenara bırakıp sayfalar boyunca Tolstoy’un sesini duymaya çalıştım.

Kazaklar’ı okurken Olenin üniforma giymiş Tolstoy’un ta kendisiydi. Din hakkındaki görüşleriyle, insanlara ve tabiata bakışıyla Olenin’i bir kenara bırakıp Tolstoy’u dinledim, biraz daha yakından tanıdım kitabın sonuna kadar.

Tolstoy bunu bilinçli yapıyordu galiba.  Çünkü bir yandan İtiraflarım’da kendini asmamak için evinde ip namına ne varsa hepsini bir dolaba nasıl kilitlediğini, kendini vurmamak avlanmayı nasıl bıraktığını anlatıyor, bir yandan da Anna Karenina’da Levin’e aynı şeyleri yaşatıyordu. Roman boyunca Levin’in Kitti’den sakladığı intihar düşüncesini, kendisi de eşinden saklamaya çalışıyor, saklayabileceğini sanıyordu.

Tolstoy’un tiksinerek ayrıldığı üniversite tahsilini Diriliş’in kahramanı Nehuldof da kendini köylülere adamak için yarıda bırakmıştı. Anna Karenina’da; Levin, Harp ve Sulh’ta; Piyer Bezuhov ve Prens Andrey, Diriliş’te Nehuldof… Tolstoy yalnızca isimleri değiştiriyor ancak kelimelerle tüm kahramanlarına aynı yüzü, kendi yüzünü çiziyordu.  Evet, Tolstoy bunu kasıtlı olarak yapıyordu.

Hesse’den daha uzun ve samimi sürdü Tolstoy okumaları. İvan İlyiç’in Ölümü, Kroyçer Sonat, Yaşayan Ölü, Hacı Murat gibi kitaplarının türlü çevirileri mevcuttu piyasada ve fazla çaba harcamadan bulunabiliyordu kitapçılarda.

 Hayat Üzerine Düşünceler ve Din Nedir? İsimli eserlerinin basıldığını öğrenince bu kitapların kitapçılara inmesini beklemeden yayınevinden mektupla isteyecek kadar yazdıkları lüzumlu bir yazar olmuştu benim için o yıllarda Tolstoy. Türkçesi yalnızca birkaç kez basılan Halk İçin Hikayeler’i Sivas’ta bulamayınca İstanbul’a, Ankara’ya giden arkadaşlara ısmarladığımı hatırladıkça halen tebessüm ederim kendi kendime.

Hesse’den kaçarken Tolstoy’a tutulmaktı bu; ama olsundu.

Bir yazarı yakından tanımak ya da tanıyanlardan dinlemek; genellikle o yazardan soğutur okurunu; fakat Tolstoy’u ve kişiliğini Romain Rolland’dan, Gorki’den okudukça ona olan muhabbetim biraz daha arttı.

İhtiyarlığında birkaç kez tecrübe ettiği ve sonuncusunda başardığı evden kaçma teşebbüsleri, içli günlükleri, eşine yazdığı hüzünlü mektuplar, aile geçimsizlikleri hülâsa romanlarına sızdıramadığı ömrünün son demlerinin bir filmi neden yapılmadı yahut romanı neden yazılmadı bilemiyorum.

Tolstoy’u da Hesse gibi dostlar listesine eklediğimde halen öğrenciydim ve Goethe’nin Werther’inde altını çizecek satırlar arıyordum. Onca sevimliliğine ve vakarına rağmen Goethe’ye içim ısınmadı. Werther etkileyici bir kahramandı; ama hikayesinde beni bunaltan, bana ters gelen bir şeyler vardı. Faust da Goethe hakkındaki düşüncelerimi değiştirmedi. Werther’in intiharını da tıpkı hikayesi gibi kabullenemedim yıllarca ve Goethe’yi onun katili gibi düşündüm nedense.  Goethe’nin yetmiş dört yaşında iken on dokuz yaşında bir kıza âşık olduktan sonra düştüğü halleri öğrendiğimde, kitaplarını kitaplığımın en gözden uzak raflarına dizmeye başlamıştım bile.

 

Uzak Denizlerde Yorgun Gemiler

Hesse ve Tolstoy’dan başka inanmak, seline kapılmak istediğim iki yazar daha oldu; Tagore ve Exupèry.  Tagore’un Hilmi Kitabevi’nce çoğu 1930-40 yılları arasında basılmış kitaplarının bir kısmına ulaştıysam da parıltılı sözler ve altı çizili sayfalardan başka bir şey kalmadı ondan geriye. 

Öğrencilik yıllarımın sonlarına doğru Exupèry hastalığı zuhur etti. İnsanların Dünyası’nı, Kale’yi, Güney Postası’nı, Gece Uçuşu’nu, Küçük Prens’i defalarca farklı farklı çevirilerden okudum; lakin dostum diyemedim hiçbir zaman bu kitapların yazarına. Onun çok yükseklerden seslendiğini düşünüyor, kitaplarını her okuyuşumda irkiliyor çarpılıyor, kendime çeki düzen verme ihtiyacı hissediyordum. Ölümüne dair okuduğum çeşitli rivayetler onu daha da kıymetlendirdi dünyamda. Kendimi kaybetmekten ziyade kendime gelmek istediğimde okudum Exupèry’i. Attar, Hafız, Mevlana gibi huzura çağıran bir rengi vardı sesinin. Kale ve İnsanların Dünyası halen ara sıra kapısını çaldığım, okumaktan usanmadığım en kıymetli kitaplarımdandır.

Andre Gide, Rilke, Eliot, Dostoyevski, Puşkin, Oscar Wilde, Kafka, Borges, Paul Auster, Balzac, Tagore, Hölderlin, Nerval… Daha ismini hatırlayamadığım bir sürü gâvur yazarın kapısından geçti yolum ya da onlar gelip geçtiler benim ömrüm içinden. Dar Kapı, gerçekten büyüleyici bir kitaptı o yaşlarda benim için ancak zaman Alissa ve Jerome’un hikâyelerinin üzerindeki parıltıyı çoktan kararttı. Hugo’ya dair yalnızca derin bir saygı kaldı içimde.  Gançarov sıkıcıydı, Dosto; Suç ve Ceza ve Beyaz Geceler dışında hep tatsız tuzsuz. Rilke fazlaca hercai, Salome ve Nietzsche ile verdiği o pozu gördüğümden beri değersiz. İstirati; kaygısız, Bukovski; ahlaksız ve serseri, Vasnocelos; sıkıntısız zamanlarda muhabbet edilebilecek bir arkadaş… Hepsiyle söyleştim günlerce, saatlerce fakülte bahçelerinde, bitmek bilmeyen uzun yolculuklarda, kış gecelerinde. Dost sıcaklığı değilse de arkadaş yakınlığını belki de sadece onlarla hissettim, tanıdım.

 

Benzerini Arayan Kırgın Yürek

Aynı selde sürükleniyorken aynı ağaç köküne sarılmak, aynı çölde ilerlerken mataranızdaki son yudum suyu yanındakine sunmaktır dostluk. Dost; paylaşılandır. Kendinize dahi söyleyemediğiniz hakikatleri ona anlatır, yüzüne bakamadığınız yaraları ona gösterirsiniz yalnızca. Aynı yangının alevlerini yüzünüzde hissettiğiniz, aynı zehrin acısını damarlarınızda bildiğiniz, kalbi kalbinizle aynı ritimde atan kişidir dost.

Hesse ve Tolstoy’la böyle bir yakınlık duydum galiba. Her ikisi de önce deli bir ırmağın ortasına çektiler ergen ruhumu sonra ellerini uzattılar.

Güzel ve bahçelerde kuş sesleri arasında gökyüzüne, çiçeklere şarkılar söyleyen öteki yazarlar, şairler sanki dingin vakitlerde sesi, selamı özlenen arkadaşlar gibi. Onları karanlık ormanlarda, bulanık ırmaklarda yanınızda göremezsiniz.

Bütün ırmaklar duruldu yaşım ilerledikçe. Evimin ve kalbimin bütün pencereleri kapıları kilitli artık.

Buradayım.

Saatin on ikiyi vurduğu yerde.



            hüseyn kaya