fasih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
fasih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Temmuz 2020 Cuma

ya "eskici" yazılmasaydı?

hüseyn kaya


Şehrin çarşısını tek başıma ilk kez dolaşabilme rüştüne eriştiğimde neredeyse lise çağıma gelmiştim. O vakte kadar okul dışında yolunu bildiğim, benim yaşımda çocukları olan birkaç akraba evinden başka bir mekân ya da muhit yoktu. Zevk alarak ve usanıncaya kadar oynadığım bir oyun ve oyun arkadaşım da olmadı. Renkleninceye kadar televizyonun bir türlü ulaşamadığı daracık evimizde beni yalnızlığımdan uzaklaştıran, farklı âlemleri dolaştırmaya yeten tek şey yazarı tutmadığı için ablalarımın veya akraba çocuklarının elinde yakılmaktan son anda kurtardığım Türkçe ders kitapları oldu. Okumak adına kötü bir başlangıç yaptığımı o zaman değilse bile, şimdi fark ediyorum. O zamanlar -şimdilerde olduğu gibi- her sınıfta bir sınıf kitaplığı vardı, ancak bu kitapların çoğu, her sınıfta, hilafsız aynı manzarayı sergiliyordu: Kapağı eğreti naylon ciltlerle hatta gazete kâğıtlarıyla kaplanmış,  kimisi çiğ iplik de dediğimiz kaba yorgan ipleriyle sırtından çok ortasına yakın yerlerden hoyratça dikilmiş yorgun kitaplar. Bunlar bir yana, beni bu cins kitaplardan uzak tutan asıl nedenlerden belki de en mühimi, sanki kanunmuş gibi her sene hep şımarık ve ukala kızların kitaplık koluna özellikle seçiliyor olmasıydı.

Bana ya trafik düşüyordu ya Kızılay kolu.

İşte tüm bu bahanelerle pek de uzun sürmeyen çocukluğum boyunca yalnızca elime geçirdiğim Türkçe ders kitaplarında hikâyeler, şiirler aradım kendime. Dede Korkut hikâyelerini, Oğuz Kağan ve Ergenekon destanlarını özetlerle de olsa önce bu kitaplarından okudum.  Metinlerin hemen üzerinde ya da yanında ustaca çizilmiş resimler, adeta farklı bir âleme dalmam için açılmış küçücük kapılar gibiydi.

Dalar giderdim.

 

Küçük Hikâyelerle Büyüyen Kalbim

Küçücük kalbimin ritmini değiştiren, genzimde karıncalanmalar uyandıran, o zamanlar heveslendiğim işin ciddi bir meziyet olduğunu fark ettiren ilk hikâyelerdendir Refik Halid’in Eskici’si. Küçük Hasan’ın hikâyesini dönüp dolaşıp, misafir odasının kuytuluğuna çekilip kaç kere okuduğumu hatırlayamıyorum. Galiba Hasan’ın yalnızlığı ile benim aramda, anlatılması ne o zaman ne de şimdilerde pek mümkün olmayan bir benzerlik sezmiştim. Ders kitaplarındaki arayışım fazla uzun sürmedi; zira kitapların yazarları tutmasa da, kitaplara seçilen metinlerin çoğu aynıydı.

Ortaokul üçüncü sınıf… Ders Türkçe ve sıra Eskici hikâyesinde. Zaten neredeyse ezberden bildiğim bu hikâyeyi okuma zevkini kimselere bırakmak niyetinde değildim. Öğretmenimiz ısrarlı parmak kaldırışıma dayanamayıp, hikâyeyi okuma şerefini bana verdi. Medenî cesaretimizin artması ve kalabalık karşısında heyecanlanmamayı öğrenmemiz için şiirler, hikâyeler hep tahta önünde okutuluyordu.

Tahtaya kalktım, başlarda durum gayet iyi gidiyordu ama aklım hep o son sahnede. Yavaş yavaş ses rengimin değişmeye başladığını hissediyordum. Engellemek ne mümkün? Kendimi daha fazla tutamadım. “ağlama diyorum ağlama…” cümlesini okurken çözüldüm. Sebebini kimse anlamadı. İşin tuhafı ben de anlamadım.

Mahcubiyetimden bir sene boyunca Türkçe dersinde metin okumak için parmak kaldıramadım.

Bir gün bulur elbet arayan derdine derman

(Keçecizade İzzet Molla)

Lisede dünyanın en bahtiyar öğrencisi bendim galiba. Kader nihayet bana da tebessüm etmiş, değil kitaplık kolunu, bu kolun başkanlığıyla beraber okul kitaplığının anahtarına da sahip olma ayrıcalığını lütfetmişti. Kütüphane memurumuz olmadığı için üç yıl boyunca kendimce derebeylik sürdüm kitaplar ülkesinde. Elbette önce, tanıdığım isimlerin kapısını çalarak işe başladım. Ders kitaplarından aşinası olduğum isimlerden başlamak mantıklıydı. İlk sene; Ömer Seyfettin, Reşat Nuri gibi isimlerin yanı sıra, büyük bir heyecanla Refik Halid kitaplarının bir kısmını elden geçirdim. Belki de aşinalığın verdiği muhabbet sebebiyle başladığım gün bitirdim Gurbet Hikâyeleri’ni, Gözyaşı, Testi, Zincir, Yara hikâyelerini, kitap bittikten sonra bir kez daha dönüp okuduğum dün gibi hatırımda. Gurbet Hikâyeleri’nin hemen ardından; Memleket Hikayeleri, Bu Bizim Hayatımız, Dört Yapraklı Yonca ve Karlı Dağdaki Ateş... Bu Bizim Hayatımız’ın; Mazlum Sami Efendisi ve Müşfik Beyi, Karlı Dağdaki Ateş’in; Ulvi, Binnur ve Yusuf’u aradan geçen onca seneye rağmen halen zihnimin bir kenarında yaşamaya devam ediyorlar.

Sürgün, en çok okumak istediğim; ama en son okuduğum romanı oldu Refik Halid’in.

Yazdıklarının beni onca etkileyişine rağmen Refik Halid’in ismine değil de eserlerine hayranlık duyduğumu şimdi fark edebiliyorum. Galiba bunu, yazarken takındığı tavır ve üslup ile kasıtlı olarak yapıyordu, ama ben o zamanlar dil ve üslup hususunda düşünmüyor, düşünemiyordum. Efsunlu kelimelere,  telkin mahiyetindeki cümlelere çoktan teslim olmuştum.

Hangi yazar nereye isterse alıp götürüyordu kaygısız başımı.

Lisedeki ders kitaplarımızdan birinde de vardı Eskici hikâyesi; ama o hatayı bir daha yapmak niyetinde değildim. Sustum, dinledim: “Hikâyeyi kim özetlemek istiyor?”, “Okuduğumuzu anladık mı?”,  “Yaşlı eskicinin niye ağladığını, niye birkaç yılda bir aynı hikâye ile karşılaştığımızı anladık mı?”…

Bende mânidar bir sükût...

Ne bende aşk ne sende cemal kalmıştır

(Necatî)

Edebiyat fakültesine adım attığımda, geride her öğleden sonrası kütüphanede geçirilmiş üç sene bırakmış bir çaylak kadar kıdemim vardı. Az değil.

Fakültede farklı şeyler oldu; yazarın hayatıyla eserleri arasında bir münasebet kurmak, yaşadığı devri ve o devir içinde temsil ettiği yeri tespit etmek, yazarın kullandığı teknikler hususunda yorumlar yapmak türünden bir sürü tuhaf mevzuu ile beraber düşünür oldum okuduğum, okutulduğum yazarları. Refik Halid’in de içinde bulunduğu dönemi işlerken kendimi farklı şeylerin merakında yürürken gördüm. Niye “Gurbet Hikâyeleri, Memleket Hikâyeleri” diye düşünüyordum hikayeleri bir kenara bırakıp; Yüzellilikler kimlerdi ve dertleri neydi?  İlk defa ders kitabı sayılabilecek bir kitapta; Mehmet Kaplan’ın Hikaye Tahlilleri’nde Refik Halid’e yer verilmesine rağmen, Eskici’nin yokluğu beni hayli şaşırtmıştı. Onun yerine Şeftali Bahçeleri isimli hikâye tahlil edilmişti. Nice sonra yeniden elime aldığım her Refik Halid kitabında, kitabı okumadan önce Refik Halid Karay ismine takılır oldu gözlerim. Ders kitaplarıyla, ders kitaplarından bir isimle ömrüme açılan bir dünya, şimdilerde yerinde kocaman bir boşluk bırakarak uzaklaşıyor, kararıyordu.

Fakülteyi bitirirken hazırladığım bitirme tezi; bir zamanlar Refik Halid’in de yazarı olduğu Peyam-ı Sabah gazetesinin edebiyat eki, Peyam-ı Edebî üzerineydi. Halid Fahri derginin bir sayısında “Tenkid” başlığı altında Memleket Hikâyeleri’nden bahseden bir makale neşretmişti. Kitabın yeni yayımlandığı yıllarda, Memleket Hikâyeleri’nin fevkalade üslubunu, gerçekçiliği ve tasvirlerin olağanüstü renkliliğini, konuların milliliğini anlatıyordu coşku ve övgü ile.

Memleket Hikâyeleri’ni tekrar okudum, sıkıcı ve kekremsi dedikleri türden bir tadı vardı bu kez.

İtiraf etmeliyim; üç beş yıl edebiyat fakültesinde edindiğim -veya edindirilen!- gözlüklerle bakmaya çalıştım dünyaya; -yaşlılar “tutmadı” derler ya hani- uymadı gözlerime bir türlü. Bir hikayeyi dinlemek, okumak, ona dahil olmak, kahramanlarıyla beraber heyecanlanmak daha fıtri, daha samimi olsa gerek.

Elbette işin ehli de naehli de bilir, bin safsatanın bir mısra-ı bercesteye değmediğini.

İyi ki ders kitaplarının yazarları tutmasa da, seçilmiş metinleri hep aynı. Şimdi ne zaman bir kitapta Eskici hikâyesini görsem, eski bir tanıdığa rastlamış gibi oluyorum. Kitap okumak için kuytuca bir misafir odası arayan bir çocuk belirip belirip kayboluyor hayalimde. Fakat ne hikmettir bilemiyorum, hikâye ilerledikçe yaşlı eskici artık eski dostum Hasan’dan daha çok yer tutuyor zihnimde ve bana daha yakın duruyor.  

Klasik dedikleri şey galiba böyle böyle oluyor...

İnsana büyüdüğünü, dahası yaşlandığını kitapların, hikaye kahramanlarının da fısıldıyor olması hem acı hem de tuhaf bir duygu. Sevdiğimiz kitaplar ve onların kahramanları kadar dahi kalıcı değiliz dünya üzerinde. 

Demler O Demler İdi,  Zaman O Zaman İdi

(Fâsih)

Geçenlerde “Gözyaşı”nı okudum gençlere… Ağlamak istesem de bilmem ki neden, gözlerimden yaş gelmiyor, cümlesiyle bitiyor hikâye… Benim de gözlerimden yaş gelmiyor. Düşünüyorum da iyi ki Gözyaşı’nı almamışlar o zamanki ders kitaplarımıza…