necatî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
necatî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Temmuz 2020 Cuma

ya "eskici" yazılmasaydı?

hüseyn kaya


Şehrin çarşısını tek başıma ilk kez dolaşabilme rüştüne eriştiğimde neredeyse lise çağıma gelmiştim. O vakte kadar okul dışında yolunu bildiğim, benim yaşımda çocukları olan birkaç akraba evinden başka bir mekân ya da muhit yoktu. Zevk alarak ve usanıncaya kadar oynadığım bir oyun ve oyun arkadaşım da olmadı. Renkleninceye kadar televizyonun bir türlü ulaşamadığı daracık evimizde beni yalnızlığımdan uzaklaştıran, farklı âlemleri dolaştırmaya yeten tek şey yazarı tutmadığı için ablalarımın veya akraba çocuklarının elinde yakılmaktan son anda kurtardığım Türkçe ders kitapları oldu. Okumak adına kötü bir başlangıç yaptığımı o zaman değilse bile, şimdi fark ediyorum. O zamanlar -şimdilerde olduğu gibi- her sınıfta bir sınıf kitaplığı vardı, ancak bu kitapların çoğu, her sınıfta, hilafsız aynı manzarayı sergiliyordu: Kapağı eğreti naylon ciltlerle hatta gazete kâğıtlarıyla kaplanmış,  kimisi çiğ iplik de dediğimiz kaba yorgan ipleriyle sırtından çok ortasına yakın yerlerden hoyratça dikilmiş yorgun kitaplar. Bunlar bir yana, beni bu cins kitaplardan uzak tutan asıl nedenlerden belki de en mühimi, sanki kanunmuş gibi her sene hep şımarık ve ukala kızların kitaplık koluna özellikle seçiliyor olmasıydı.

Bana ya trafik düşüyordu ya Kızılay kolu.

İşte tüm bu bahanelerle pek de uzun sürmeyen çocukluğum boyunca yalnızca elime geçirdiğim Türkçe ders kitaplarında hikâyeler, şiirler aradım kendime. Dede Korkut hikâyelerini, Oğuz Kağan ve Ergenekon destanlarını özetlerle de olsa önce bu kitaplarından okudum.  Metinlerin hemen üzerinde ya da yanında ustaca çizilmiş resimler, adeta farklı bir âleme dalmam için açılmış küçücük kapılar gibiydi.

Dalar giderdim.

 

Küçük Hikâyelerle Büyüyen Kalbim

Küçücük kalbimin ritmini değiştiren, genzimde karıncalanmalar uyandıran, o zamanlar heveslendiğim işin ciddi bir meziyet olduğunu fark ettiren ilk hikâyelerdendir Refik Halid’in Eskici’si. Küçük Hasan’ın hikâyesini dönüp dolaşıp, misafir odasının kuytuluğuna çekilip kaç kere okuduğumu hatırlayamıyorum. Galiba Hasan’ın yalnızlığı ile benim aramda, anlatılması ne o zaman ne de şimdilerde pek mümkün olmayan bir benzerlik sezmiştim. Ders kitaplarındaki arayışım fazla uzun sürmedi; zira kitapların yazarları tutmasa da, kitaplara seçilen metinlerin çoğu aynıydı.

Ortaokul üçüncü sınıf… Ders Türkçe ve sıra Eskici hikâyesinde. Zaten neredeyse ezberden bildiğim bu hikâyeyi okuma zevkini kimselere bırakmak niyetinde değildim. Öğretmenimiz ısrarlı parmak kaldırışıma dayanamayıp, hikâyeyi okuma şerefini bana verdi. Medenî cesaretimizin artması ve kalabalık karşısında heyecanlanmamayı öğrenmemiz için şiirler, hikâyeler hep tahta önünde okutuluyordu.

Tahtaya kalktım, başlarda durum gayet iyi gidiyordu ama aklım hep o son sahnede. Yavaş yavaş ses rengimin değişmeye başladığını hissediyordum. Engellemek ne mümkün? Kendimi daha fazla tutamadım. “ağlama diyorum ağlama…” cümlesini okurken çözüldüm. Sebebini kimse anlamadı. İşin tuhafı ben de anlamadım.

Mahcubiyetimden bir sene boyunca Türkçe dersinde metin okumak için parmak kaldıramadım.

Bir gün bulur elbet arayan derdine derman

(Keçecizade İzzet Molla)

Lisede dünyanın en bahtiyar öğrencisi bendim galiba. Kader nihayet bana da tebessüm etmiş, değil kitaplık kolunu, bu kolun başkanlığıyla beraber okul kitaplığının anahtarına da sahip olma ayrıcalığını lütfetmişti. Kütüphane memurumuz olmadığı için üç yıl boyunca kendimce derebeylik sürdüm kitaplar ülkesinde. Elbette önce, tanıdığım isimlerin kapısını çalarak işe başladım. Ders kitaplarından aşinası olduğum isimlerden başlamak mantıklıydı. İlk sene; Ömer Seyfettin, Reşat Nuri gibi isimlerin yanı sıra, büyük bir heyecanla Refik Halid kitaplarının bir kısmını elden geçirdim. Belki de aşinalığın verdiği muhabbet sebebiyle başladığım gün bitirdim Gurbet Hikâyeleri’ni, Gözyaşı, Testi, Zincir, Yara hikâyelerini, kitap bittikten sonra bir kez daha dönüp okuduğum dün gibi hatırımda. Gurbet Hikâyeleri’nin hemen ardından; Memleket Hikayeleri, Bu Bizim Hayatımız, Dört Yapraklı Yonca ve Karlı Dağdaki Ateş... Bu Bizim Hayatımız’ın; Mazlum Sami Efendisi ve Müşfik Beyi, Karlı Dağdaki Ateş’in; Ulvi, Binnur ve Yusuf’u aradan geçen onca seneye rağmen halen zihnimin bir kenarında yaşamaya devam ediyorlar.

Sürgün, en çok okumak istediğim; ama en son okuduğum romanı oldu Refik Halid’in.

Yazdıklarının beni onca etkileyişine rağmen Refik Halid’in ismine değil de eserlerine hayranlık duyduğumu şimdi fark edebiliyorum. Galiba bunu, yazarken takındığı tavır ve üslup ile kasıtlı olarak yapıyordu, ama ben o zamanlar dil ve üslup hususunda düşünmüyor, düşünemiyordum. Efsunlu kelimelere,  telkin mahiyetindeki cümlelere çoktan teslim olmuştum.

Hangi yazar nereye isterse alıp götürüyordu kaygısız başımı.

Lisedeki ders kitaplarımızdan birinde de vardı Eskici hikâyesi; ama o hatayı bir daha yapmak niyetinde değildim. Sustum, dinledim: “Hikâyeyi kim özetlemek istiyor?”, “Okuduğumuzu anladık mı?”,  “Yaşlı eskicinin niye ağladığını, niye birkaç yılda bir aynı hikâye ile karşılaştığımızı anladık mı?”…

Bende mânidar bir sükût...

Ne bende aşk ne sende cemal kalmıştır

(Necatî)

Edebiyat fakültesine adım attığımda, geride her öğleden sonrası kütüphanede geçirilmiş üç sene bırakmış bir çaylak kadar kıdemim vardı. Az değil.

Fakültede farklı şeyler oldu; yazarın hayatıyla eserleri arasında bir münasebet kurmak, yaşadığı devri ve o devir içinde temsil ettiği yeri tespit etmek, yazarın kullandığı teknikler hususunda yorumlar yapmak türünden bir sürü tuhaf mevzuu ile beraber düşünür oldum okuduğum, okutulduğum yazarları. Refik Halid’in de içinde bulunduğu dönemi işlerken kendimi farklı şeylerin merakında yürürken gördüm. Niye “Gurbet Hikâyeleri, Memleket Hikâyeleri” diye düşünüyordum hikayeleri bir kenara bırakıp; Yüzellilikler kimlerdi ve dertleri neydi?  İlk defa ders kitabı sayılabilecek bir kitapta; Mehmet Kaplan’ın Hikaye Tahlilleri’nde Refik Halid’e yer verilmesine rağmen, Eskici’nin yokluğu beni hayli şaşırtmıştı. Onun yerine Şeftali Bahçeleri isimli hikâye tahlil edilmişti. Nice sonra yeniden elime aldığım her Refik Halid kitabında, kitabı okumadan önce Refik Halid Karay ismine takılır oldu gözlerim. Ders kitaplarıyla, ders kitaplarından bir isimle ömrüme açılan bir dünya, şimdilerde yerinde kocaman bir boşluk bırakarak uzaklaşıyor, kararıyordu.

Fakülteyi bitirirken hazırladığım bitirme tezi; bir zamanlar Refik Halid’in de yazarı olduğu Peyam-ı Sabah gazetesinin edebiyat eki, Peyam-ı Edebî üzerineydi. Halid Fahri derginin bir sayısında “Tenkid” başlığı altında Memleket Hikâyeleri’nden bahseden bir makale neşretmişti. Kitabın yeni yayımlandığı yıllarda, Memleket Hikâyeleri’nin fevkalade üslubunu, gerçekçiliği ve tasvirlerin olağanüstü renkliliğini, konuların milliliğini anlatıyordu coşku ve övgü ile.

Memleket Hikâyeleri’ni tekrar okudum, sıkıcı ve kekremsi dedikleri türden bir tadı vardı bu kez.

İtiraf etmeliyim; üç beş yıl edebiyat fakültesinde edindiğim -veya edindirilen!- gözlüklerle bakmaya çalıştım dünyaya; -yaşlılar “tutmadı” derler ya hani- uymadı gözlerime bir türlü. Bir hikayeyi dinlemek, okumak, ona dahil olmak, kahramanlarıyla beraber heyecanlanmak daha fıtri, daha samimi olsa gerek.

Elbette işin ehli de naehli de bilir, bin safsatanın bir mısra-ı bercesteye değmediğini.

İyi ki ders kitaplarının yazarları tutmasa da, seçilmiş metinleri hep aynı. Şimdi ne zaman bir kitapta Eskici hikâyesini görsem, eski bir tanıdığa rastlamış gibi oluyorum. Kitap okumak için kuytuca bir misafir odası arayan bir çocuk belirip belirip kayboluyor hayalimde. Fakat ne hikmettir bilemiyorum, hikâye ilerledikçe yaşlı eskici artık eski dostum Hasan’dan daha çok yer tutuyor zihnimde ve bana daha yakın duruyor.  

Klasik dedikleri şey galiba böyle böyle oluyor...

İnsana büyüdüğünü, dahası yaşlandığını kitapların, hikaye kahramanlarının da fısıldıyor olması hem acı hem de tuhaf bir duygu. Sevdiğimiz kitaplar ve onların kahramanları kadar dahi kalıcı değiliz dünya üzerinde. 

Demler O Demler İdi,  Zaman O Zaman İdi

(Fâsih)

Geçenlerde “Gözyaşı”nı okudum gençlere… Ağlamak istesem de bilmem ki neden, gözlerimden yaş gelmiyor, cümlesiyle bitiyor hikâye… Benim de gözlerimden yaş gelmiyor. Düşünüyorum da iyi ki Gözyaşı’nı almamışlar o zamanki ders kitaplarımıza…

 


20 Temmuz 2020 Pazartesi

türkü söyle kitap oku

cevat  akkanat

 

Âşık Veysel’in gönülleri göynüten bir türküsü var: “Çırpınıp içinde döndüğüm deniz...” diye başlayıp giden…

“Çırpınıp içinde döndüğüm deniz

Dalgalanır çoşar ürüzgârından

Mevce gelip cûş eden aşkımız

Ah çektikçe kaynar gelir derinden…”

Türkünün tamamını dinlemeyi, tabii ki Âşık Veysel’in sesinden, size bırakıyoruz. Biz, gönül tellerini birbirine çarpan bu dizelerin edebî âlemde nasıl ömür sürdüğüne bakacağız!

Sanatlar arası bir geçişkenlikten bahsediyoruz; müzikten edebiyata, türküden denemeye, daimi bir yolculuk…

Herhangi bir sanat eserini yeniden üretmek farklı bir sancıyı giyinmek anlamı taşır. Sancının birkaç sebebi vardır: Kaynak metin yahut kişiyle özdeşleşmek, onu yaşayıp aşmak, o kişi veya metinle bir şekilde hemhal olmuş kişilerin ezberiyle mücadele etmek vb…

Geleneği yenilemek, özgün bir kimlikle yeniden üretmek diyoruz biz buna…

Hüseyin Kaya, Âşık Veysel’in bir türküsünün ilk dizesini alıp, kitabına ad olarak seçeceğini söylediğinde, tamam demiştim, bu senin denemelerin için yüzde yüz isabetli bir seçim… Hüseyin Kaya’nın bizim görüşümüze de müracaat etmesi, bu tercihte bizi ne kadar pay sahibi kılar bilemeyiz, fakat eser yayınlandıktan sonra, sayfaları arasında göz gönül keyfini sürdükçe, şöyle diyoruz: Bereketlendi dünyamız. Halimiz vaktimiz, engin bir canlılıkla hem kederlendi hem şenlendi! Evet, şimdi bir kitabın adında yaşıyor Âşık Veysel’in türküsü: Hüseyin Kaya’nın deneme kitabında…

Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz (Ötüken Yayınları-2011) dört bölümlük bir deneme kitabı: “Hüseynim Geçiyor Gençlik Çağları!”, “Havada Kar Sesi Var”, “Ömrümüzün Rüyası” ve “Bir Şehirden Gidememek”…

Eseri okudukça bu bölümlerin hayatın farklı kompartımanlarına denk düştüğünü görmemeniz mümkün değil. Yani bir nevi otobiyografik sunumlar yapıyor Hüseyin Kaya… Bu sunumlarını sadece zaman üzerinden gerçekleştirmiyor, eşyayı ve mekânı da katıyor araya; pek tabii olarak kimi olaylarla birlikte duygu, düşünce ve hayalleriyle harmanlayarak…

Bu harmanlama içinden daha somut halleri seçmeli… Buyuralım, hep beraber bakalım, Hüseyin Kaya neleri yazmış: Çocukluk manzaralarını, kış güneşinin gönlü avutan yansısını, baba kokusuyla iç içe geçmiş oğul kokusunu, hayatın içine girilen yaşamaları, okul çağlarında kitaplık kolunda olunan kitap kurtluğunu, kırları şenlendiren nevruz kuzulatma oyununu, bozkırda kuruyan ırmağı, tiryakisi olunan yazarları, dedeyle akran yaşanan ömrün ilkbaharını, açılan ve kapanan dergilerin aziz hatıralarını, ayrılıkları, yolculukları, güzleri, kışları, çiçek dilini, bahar şarkısını, oyun bahçesini ve daha nice şeyleri yazmış…

Hüseyin Kaya’nın Çırpınıp İçinde Durduğum Deniz’de yaslandığı tek kültür adamı Âşık Veysel değil. Onunla birlikte onlarca tarihi kimlik eserin sayfaları içinde size el ediyor. Kimi zaman bir ara başlık içinde, kimileyin gizli bir iz şeklinde satır aralarında… Bunlardan bir kısmını saysak fena olmaz sanırım: Meselâ kitabın ilk bölümüne ad olan başlık bir Çorum Türküsü’dür. Bu çeşit kullanımları seviyor olmalı Hüseyin Kaya, zira Bâkî’den Fuzulî’ye, Turabî’den Yahya Bey’e, Ziya Osman Saba’dan Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya… Hayır, bu böyle geçiştirilmemeli, yazar kimlerden el aldıysa tek tek belirtilmeli.

İşte o şanlı ve şöhretliler kadrosu: Cengiz Aytmatov, James Cllarence Mangan, Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Reşat Nuri Güntekin, Kemal Sayar, Keçecizade İzzet Molla, Necati, Fasih, Şehriyar, Saint Exupery, Herman Hesse, Tolstoy, Bukovski, Nietzsche, Goethe, Tagore, Attar, Hafız, Andre Gide, Rilke, Eliot, Dostoyevski, Puşkin, Oscar Wilde, Kafka, Borges, Paul Auster, Balzac, Hölderlin, Nerval, Gorki, Hugo, Salome, Vasnocelos, Muhibbi, Nâbî, Cinâni, Mevlana İdris, Karacaoğlan, Usulî, Cemil Meriç, Arif Nihat Asya, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yahya Kemal, Vâsıf, Cahit Sıtkı Tarancı, Cenap Şehabettin, Attila İlhan, Turgut Uyar, Halil Cibran, Erdem Bayazıt, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sezai Karakoç, Sedat Umran, Asaf Halet Çelebi, Edip Cansever, Metin Altıok, Rıza Tevfik, Cafer Turaç, Tuğrul Tanyol, Can Yücel, Özdemir Asaf…

Hüseyin Kaya, Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz’in bir yerinde “Hayret eden, şaşırabilen çocuklardık. Gördüğümüz, duyduğumuz garip şeyleri dikkatle izler, dinler ve her şeyden kendimizce anlamlar çıkarmaya çalışırdık” diyor. Bu ifadelerden ben, yazarın türküsünü bitirmeyeceğini, yeni türkülere doğru yol alacağını çıkarıyor, Hüseyin Kaya’nın yeni denemelerini bekliyorum…

 milli gazete, 26 temmuz 2012

 


9 Temmuz 2020 Perşembe

yalnızlık

Dünyaya adımımızı attığımız andan itibaren gelir ve girer kolumuza yalnızlık; ancak biz onun farkına sadece onunla kalınca varırız. Kalbimizde henüz soğumamış bir cennet sıcaklığı, peşine düşeriz günlerin, mevsimlerin. Her çiçekte farklı bir renk, her meyvede farklı bir tat, her bakışta ayrı bir tebessüm bulur, inanırız gördüğümüz her şeye. İçimizde; ümitten, mutluluktan yana akan deli ırmaklar büyütürüz nefes alıp verdiğimiz her an. Hep kazanacağımızı ve hiç bitmeyeceğini sandığımız bir oyun zannederek hayatı dolaşır dururuz ömrümüzün sokaklarında. Zaman geçer, etrafımızda biriken kalabalıklar seyrelir, pencereler, aynalar bulanıklaşır… Bildiğimiz tüm isimler silinir usul usul zihnimizden, kelimeler manalarıyla beraber kuş olur uçar penceremizden. Harfler ve rakamlar karışır birbirine, sessizliğin ve boşluğun uğultusu kuşatır dört yanımızı. Ne ağlayacak bir omuz, ne yorgun başımızı koyacak bir diz, ne sığınacak bir liman kalır yakınımızda.

İçinde yalnızlık geçen bütün şiirler bizim için yazılmış şarkılar bizim için söylenmiştir de farkına yeni varırız. Şiirler bizi okur, şarkılar bizi söyler bu demlerde.

***
“Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge.
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı.”
(Fuzûlî)

Anlamsız bir sahnede dilimiz lal, gözlerimiz buğulu ve titrek kalbimizle öylece bekleriz her şeyin dekor olduğunu bile bile. Merdiven dayadığımız burçlar devrilir kendiliğinden, bitmeyecek sandığımız yokuşlar uçsuz bucaksız ovalara dönüşür birden.

Yıldızlara bakar, onların da size baktığınızı görürsünüz, çiçeklere eğilir, onların da ruhunuza eğildiğini hissedersiniz. Aşina bir ses, tanıdık bir yüz olsun istersiniz yanınızda lakin duyduğunuz sesler de gördüğünüz yüzler de yabancıdır.

Yalnız geliriz dünyaya ve yalnız gideriz dünyadan. Boşunadır yalnızlığı unutmak, kendimizi ondan uzaklaştırmak için bulduğumuz oyunlar, eğlenceler. Vefası yoktur adına arkadaş, dost akraba dediğimiz kalabalıkların. Çocukluğumuz, gençliğimiz dahi vefa göstermeyip bizi terk ederken vefa umarız dünya çölünde, etrafımızda gördüğümüz herkesten.

Zamanla ne hayatın tutunacak bir ucu kalır ellerimizde ne dünyanın gerçekliği kalır zihnimizde. Kocaman bir boşluğun uğultusu yayılır içimizden dışımıza doğru. Gökyüzüne değil, toprağa bakarak yürümenin; hayata, dünyaya değil acıya sarılmanın ve geride kalan her şeyi yok saymanın adıdır yalnızlık. Biliriz koştuğumuz tüm sokakların çıkmazda düğümlendiğini, biliriz bir kez başladığımız yalnızlık oyunun sonunun gelmeyeceğini lakin yalnızlığın biteceğine dair bir umut solgun bahçemizde rengarenk kanatlarıyla dolaşan kelebekler gibi gelir, durmadan hatırlatır kendini.

Herkes, her şey yalnızdır aslında; ancak sadece yalnız kaldığının farkında olabilenler bilir bu durumu. Yalnızlığın büyük uçurumundan bir kez aşağı bakanlar için oyun ve eğlence olmaktan çıkar hayat. Varlığınızın bir gölge olduğunu fark ettiğinizde rüyalar ve hayaller kenar süsüne dönüşür yazgınızın. Öznesi de nesnesi de siz olurusunuz hayatınızın.Parantez içinde bir cümlesinizdir yapayalnız.
Dünyaya gelmek, yalnızlığın bize biçtiği libası giymektir aslında ve her yalnızlık hissi biraz sürgünlüğün hüznünü, biraz cennetten uzak kalmışlığın hasretini barındırır özünde. Herkesin ve her şeyin tenhasına düşen uzak bir ülke, haritalarda yeri olmayan bir şehirdir yalnızlık ki bazen bile isteye hicret ederiz o şehre, bazen sınırları aşar iltica ederiz o ülkeye.

Sevdanın, gurbetin, vuslatın, ayrılığın kapıları hep yalnızlığa açılır günü gelince. Yalnızlık, kalbimizin derinlerinde kaybolmuş ıssız bir bahçedir, sadece kaşiflerinin bildiği saklı bir ada… Yastıkta gözyaşıdır ve ıssızlığın, sessizliğin ansızın sobelemesidir sizi karanlık ormanlarda. Sobeleniriz ve başlar fırtına. Bahçemizdeki tüm ağaçlar yalnızlığın fırtınasıyla sökülür kökünden. Hüzün ve acı savurur harmanımızı. Gözlerimiz yanar, bütün eski yaralarımız sızlar tuzundan yalnızlık denizinin.

***
“Herkesin yalnızlığı duvarda asılıydı”
(Mevlana İdris)

Kimsenin yalnızlığı benzemez kimsenin yalnızlığına. Parmağımızdaki izler, avuç içimizdeki çizgiler gibi her birimizin yalnızlığı başka başkadır. Kimileri yalnızlığına ağlar, kimileri yalnız kalamadığına. Kimileri için kaybolmaktır dünya çölünde yalnızlık, kimileri için hiçliğin eşiğinde yeniden var olmaktır. Kimileri için tedavisi mümkün olmayan bir illettir, kimileri için nimet. Kimi yalnızlığa doğru yürür kimilerine yalnızlık kendiliğinden gelir. Kullanılmış eşyalar, giyilmiş elbiseler dahi başka bir dünyada kalır yalnızlık gelip de misafir olduğunda evimize. Yaşanmışlıklar ve yaşanmamışlıkların gölgesini terk ettiğimiz yerden filizlenir yalnızlığın sessiz bestesi.

Kardeşlerimizin bizi bıraktığı kuyu, şehirlerin ötesine inşa ettiğiniz külbe-i ahzan, tufanda sığındığınız gemi, cennetten sonra atıldığınız yeryüzüdür yalnızlığımız.

Bazen küçücük bir tercih bazen büyük bir mecburiyet bazen bir kaçış bazen bir sığınış götürür bırakır bizi yalnızlığın patikasına. Geniş, düz yolları ve kalabalıkları terk edip de yalnızlığın, yalnızların yoluna düştüğümüzde büyüsü bozulur dünyanın. Şiir ülkesi ancak yalnız yürüyenlere gösterir surlarını, hakikat ummanı ancak yalnız yürüyenlerin gözüne görünür. Yalnızlığımızdan devşirdiğimiz kelimelerle kanatlanır dualar. Dağların, göklerin, yıldızların ötesindeki özülkeye ancak yalnızların izinden yürünerek erişilir. Ruhumuzun yarım yanının anması, sürgünlüğün hasretiyle yanmasıdır yalnızlık. Kimilerinin yalnızlığı sığınılacak bir mabet, kimilerinin yalnızlığı unutmaya gelmeyen bir ibadetse biraz da bu yüzdendir.
Belki de yalnızlık, gürültülü dünyanın tam ortasında oturup cenneti özleyerek, cehennemden ürkerek gözlerimizi kapatıp, kulağımızı tıkadığımızda gelip kalbimizin üzerine tüneyen ve oradan bir daha hiç kalkmayan suskun, ürkek kuştur.

Ses vermez yalnızlığın kuyusu içine düşen taşa ve cevap vermez dağları kendisine haykıranlara.
Her şeyin herkesin vardır bir gölgesi; lakin yalnızların gölgesi dahi terk etmiştir sahibini. Ne dinleyebilecekleri bir masal vardır onların ne anlatabilecekleri bir hikaye. Baktığı yüzler anlamsız, aynalar ya paramparça ya boştur yalnızların.

Yalnızlık ruhumuzun üşümesidir yeryüzünde.

***
“Beni ağlan beni kim üstüme gelmez ölicek
Bir avuç toprağ atar bâd-ı sabâdan gayrı”
(Necatî)

Nerede, ne kadar, kimlerle bölüşürsek bölüşelim ömrümüzü; yılların, mevsimlerin, yolların, sevdaların, yarınların varacağı son duraktır yalnızlık.

Yalnızdır dağlar sıra sıra dizilse de karşımızda, yalnızdır sessizce akan ırmaklar okyanuslara ulaşsa da, ormanda ağaçlar, diyar diyar dolaşan kuşlar, mezarlarda yosun tutan taşlar yalnızdır. Bahçede açan çiçek, ormanda meşe ağacı, dalda meyve, dağda kurt yalnızdır.

Yeryüzünde misafir olan herkesin, her şeyin kaderine yalnızlıktan bir pay muhakkak verilmiştir ve bu pay, hayat boyu gerçekten sahip olabileceğimiz tek varlık, tek hakikattir.

 

 

semerkand dergisi, nisan 2015