hüseyn kaya
Şehrin çarşısını tek başıma ilk kez
dolaşabilme rüştüne eriştiğimde neredeyse lise çağıma gelmiştim. O vakte kadar
okul dışında yolunu bildiğim, benim yaşımda çocukları olan birkaç akraba
evinden başka bir mekân ya da muhit yoktu. Zevk alarak ve usanıncaya kadar
oynadığım bir oyun ve oyun arkadaşım da olmadı. Renkleninceye kadar
televizyonun bir türlü ulaşamadığı daracık evimizde beni yalnızlığımdan
uzaklaştıran, farklı âlemleri dolaştırmaya yeten tek şey yazarı tutmadığı için ablalarımın veya akraba çocuklarının elinde
yakılmaktan son anda kurtardığım Türkçe ders kitapları oldu. Okumak adına kötü bir başlangıç
yaptığımı o zaman değilse bile, şimdi fark ediyorum. O zamanlar -şimdilerde
olduğu gibi- her sınıfta bir sınıf
kitaplığı vardı, ancak bu kitapların çoğu, her sınıfta, hilafsız aynı
manzarayı sergiliyordu: Kapağı eğreti naylon ciltlerle hatta gazete
kâğıtlarıyla kaplanmış, kimisi çiğ iplik de dediğimiz kaba yorgan
ipleriyle sırtından çok ortasına yakın yerlerden hoyratça dikilmiş yorgun
kitaplar. Bunlar bir yana, beni bu cins kitaplardan uzak tutan asıl nedenlerden
belki de en mühimi, sanki kanunmuş gibi her sene hep şımarık ve ukala kızların kitaplık koluna özellikle seçiliyor
olmasıydı.
Bana ya trafik düşüyordu ya Kızılay
kolu.
İşte tüm bu bahanelerle pek de uzun
sürmeyen çocukluğum boyunca yalnızca elime geçirdiğim Türkçe ders kitaplarında
hikâyeler, şiirler aradım kendime. Dede Korkut hikâyelerini, Oğuz Kağan ve
Ergenekon destanlarını özetlerle de olsa önce bu kitaplarından okudum. Metinlerin hemen üzerinde ya da yanında
ustaca çizilmiş resimler, adeta farklı bir âleme dalmam için açılmış küçücük
kapılar gibiydi.
Dalar giderdim.
Küçük Hikâyelerle Büyüyen Kalbim
Küçücük kalbimin ritmini değiştiren,
genzimde karıncalanmalar uyandıran, o zamanlar heveslendiğim işin ciddi bir
meziyet olduğunu fark ettiren ilk hikâyelerdendir Refik Halid’in Eskici’si. Küçük Hasan’ın hikâyesini
dönüp dolaşıp, misafir odasının kuytuluğuna çekilip kaç kere okuduğumu
hatırlayamıyorum. Galiba Hasan’ın yalnızlığı ile benim aramda, anlatılması ne o
zaman ne de şimdilerde pek mümkün olmayan bir benzerlik sezmiştim. Ders
kitaplarındaki arayışım fazla uzun sürmedi; zira kitapların yazarları tutmasa da, kitaplara seçilen
metinlerin çoğu aynıydı.
Ortaokul üçüncü sınıf… Ders Türkçe ve
sıra Eskici hikâyesinde. Zaten
neredeyse ezberden bildiğim bu hikâyeyi okuma zevkini kimselere bırakmak
niyetinde değildim. Öğretmenimiz ısrarlı parmak kaldırışıma dayanamayıp,
hikâyeyi okuma şerefini bana verdi. Medenî cesaretimizin artması ve kalabalık
karşısında heyecanlanmamayı öğrenmemiz için şiirler, hikâyeler hep tahta önünde
okutuluyordu.
Tahtaya kalktım, başlarda durum gayet
iyi gidiyordu ama aklım hep o son sahnede. Yavaş yavaş ses rengimin değişmeye
başladığını hissediyordum. Engellemek ne mümkün? Kendimi daha fazla tutamadım. “ağlama diyorum ağlama…” cümlesini
okurken çözüldüm. Sebebini kimse anlamadı. İşin tuhafı ben de anlamadım.
Mahcubiyetimden bir sene boyunca
Türkçe dersinde metin okumak için parmak kaldıramadım.
Bir gün bulur elbet arayan derdine derman
(Keçecizade
İzzet Molla)
Lisede dünyanın en bahtiyar öğrencisi bendim galiba. Kader nihayet bana da tebessüm etmiş, değil kitaplık kolunu, bu kolun başkanlığıyla beraber okul kitaplığının anahtarına da sahip olma ayrıcalığını lütfetmişti. Kütüphane memurumuz olmadığı için üç yıl boyunca kendimce derebeylik sürdüm kitaplar ülkesinde. Elbette önce, tanıdığım isimlerin kapısını çalarak işe başladım. Ders kitaplarından aşinası olduğum isimlerden başlamak mantıklıydı. İlk sene; Ömer Seyfettin, Reşat Nuri gibi isimlerin yanı sıra, büyük bir heyecanla Refik Halid kitaplarının bir kısmını elden geçirdim. Belki de aşinalığın verdiği muhabbet sebebiyle başladığım gün bitirdim Gurbet Hikâyeleri’ni, Gözyaşı, Testi, Zincir, Yara hikâyelerini, kitap bittikten sonra bir kez daha dönüp okuduğum dün gibi hatırımda. Gurbet Hikâyeleri’nin hemen ardından; Memleket Hikayeleri, Bu Bizim Hayatımız, Dört Yapraklı Yonca ve Karlı Dağdaki Ateş... Bu Bizim Hayatımız’ın; Mazlum Sami Efendisi ve Müşfik Beyi, Karlı Dağdaki Ateş’in; Ulvi, Binnur ve Yusuf’u aradan geçen onca seneye rağmen halen zihnimin bir kenarında yaşamaya devam ediyorlar.
Sürgün, en çok okumak istediğim; ama
en son okuduğum romanı oldu Refik Halid’in.
Yazdıklarının beni onca etkileyişine
rağmen Refik Halid’in ismine değil de eserlerine hayranlık duyduğumu şimdi fark
edebiliyorum. Galiba bunu, yazarken takındığı tavır ve üslup ile kasıtlı olarak
yapıyordu, ama ben o zamanlar dil ve üslup hususunda düşünmüyor,
düşünemiyordum. Efsunlu kelimelere,
telkin mahiyetindeki cümlelere çoktan teslim olmuştum.
Hangi yazar nereye isterse alıp
götürüyordu kaygısız başımı.
Lisedeki ders kitaplarımızdan birinde
de vardı Eskici hikâyesi; ama o hatayı bir daha yapmak niyetinde değildim.
Sustum, dinledim: “Hikâyeyi kim özetlemek istiyor?”, “Okuduğumuzu anladık
mı?”, “Yaşlı eskicinin niye ağladığını,
niye birkaç yılda bir aynı hikâye ile karşılaştığımızı anladık mı?”…
Bende mânidar bir sükût...
Ne bende aşk ne sende cemal kalmıştır
(Necatî)
Edebiyat fakültesine adım attığımda,
geride her öğleden sonrası kütüphanede geçirilmiş üç sene bırakmış bir çaylak
kadar kıdemim vardı. Az değil.
Fakültede farklı şeyler oldu; yazarın
hayatıyla eserleri arasında bir münasebet kurmak, yaşadığı devri ve o devir
içinde temsil ettiği yeri tespit etmek, yazarın kullandığı teknikler hususunda
yorumlar yapmak türünden bir sürü tuhaf mevzuu ile beraber düşünür oldum
okuduğum, okutulduğum yazarları. Refik Halid’in de içinde bulunduğu dönemi
işlerken kendimi farklı şeylerin merakında yürürken gördüm. Niye “Gurbet
Hikâyeleri, Memleket Hikâyeleri” diye düşünüyordum hikayeleri bir kenara
bırakıp; Yüzellilikler kimlerdi ve
dertleri neydi? İlk defa ders kitabı
sayılabilecek bir kitapta; Mehmet Kaplan’ın Hikaye Tahlilleri’nde Refik Halid’e
yer verilmesine rağmen, Eskici’nin
yokluğu beni hayli şaşırtmıştı. Onun yerine Şeftali Bahçeleri isimli hikâye
tahlil edilmişti. Nice sonra yeniden elime aldığım her Refik Halid kitabında,
kitabı okumadan önce Refik Halid Karay ismine takılır oldu gözlerim. Ders
kitaplarıyla, ders kitaplarından bir isimle ömrüme açılan bir dünya, şimdilerde
yerinde kocaman bir boşluk bırakarak uzaklaşıyor, kararıyordu.
Fakülteyi bitirirken hazırladığım
bitirme tezi; bir zamanlar Refik Halid’in de yazarı olduğu Peyam-ı Sabah
gazetesinin edebiyat eki, Peyam-ı Edebî üzerineydi. Halid Fahri derginin bir
sayısında “Tenkid” başlığı altında Memleket Hikâyeleri’nden bahseden bir makale
neşretmişti. Kitabın yeni yayımlandığı yıllarda, Memleket Hikâyeleri’nin
fevkalade üslubunu, gerçekçiliği ve tasvirlerin olağanüstü renkliliğini,
konuların milliliğini anlatıyordu coşku ve övgü ile.
Memleket Hikâyeleri’ni tekrar okudum,
sıkıcı ve kekremsi dedikleri türden bir tadı vardı bu kez.
İtiraf etmeliyim; üç beş yıl edebiyat
fakültesinde edindiğim -veya edindirilen!- gözlüklerle bakmaya çalıştım
dünyaya; -yaşlılar “tutmadı” derler ya hani- uymadı gözlerime bir türlü. Bir
hikayeyi dinlemek, okumak, ona dahil olmak, kahramanlarıyla beraber
heyecanlanmak daha fıtri, daha samimi olsa gerek.
Elbette işin ehli de naehli de bilir,
bin safsatanın bir mısra-ı bercesteye değmediğini.
İyi ki ders kitaplarının yazarları tutmasa da, seçilmiş metinleri
hep aynı. Şimdi ne zaman bir kitapta Eskici hikâyesini görsem, eski bir
tanıdığa rastlamış gibi oluyorum. Kitap okumak için kuytuca bir misafir odası
arayan bir çocuk belirip belirip kayboluyor hayalimde. Fakat ne hikmettir
bilemiyorum, hikâye ilerledikçe yaşlı eskici artık eski dostum Hasan’dan daha
çok yer tutuyor zihnimde ve bana daha yakın duruyor.
Klasik dedikleri şey galiba böyle
böyle oluyor...
İnsana büyüdüğünü, dahası yaşlandığını
kitapların, hikaye kahramanlarının da fısıldıyor olması hem acı hem de tuhaf
bir duygu. Sevdiğimiz kitaplar ve onların kahramanları kadar dahi kalıcı
değiliz dünya üzerinde.
Demler O Demler İdi,
Zaman O Zaman İdi
(Fâsih)
Geçenlerde “Gözyaşı”nı okudum
gençlere… Ağlamak istesem de bilmem ki
neden, gözlerimden yaş gelmiyor, cümlesiyle bitiyor hikâye… Benim de
gözlerimden yaş gelmiyor. Düşünüyorum da iyi ki Gözyaşı’nı almamışlar o zamanki
ders kitaplarımıza…