Hayret eden,
şaşırabilen çocuklardık. Gördüğümüz, duyduğumuz garip şeyleri dikkatle izler,
dinler ve her şeyden kendimizce anlamlar çıkarmaya çalışırdık. Ampulün yanması
dahi bize bir mucize gibi gelir, telefonun nasıl çalıştığını anlayabilmek için
aralarına ip gerilmiş iki kibrit kutusuyla küçük deneyeler yapardık fen bilgisi
derslerinde. Ne illüzyona gerek vardı bizim yaşadığımız dünyada ne de abartılı
kahramanlara.
Lambadaki Cin Yahut Radyodaki Ses
Televizyon
olanca kibriyle evlerimizin başköşesine kurulup da her şeyin gizemini
kaldırıncaya kadar bizim için sihirli eşyaların en anlaşılmazı radyo idi. Sanki
bütün dünya küçültülmüş ve o kutunun içine sığdırılmıştı. Bratislava’nın,
Londra’nın, Paris’in adını atlaslardan değil radyolardaki istasyon şeridinden
öğrendik.
Evet, içi
sırlarla dolu küçücük bir dünyaydı o ve ondan çıkan her sesi, ne söylendiğinden
öte biraz da bu cihazı bir tanıma hevesiyle dinlerdik. Sanki bu cihazın içine
böcek büyüklüğünde temiz konuşan, temiz giyimli bir avuç insan hapis edilmiş ve
bu insanlar bizi eğlendirmek için habire çırpınıp didiniyor gibiydiler. O
yıllarda kimse birbirine ifşa etmese de hemen hepimizin zihninde radyo böyle
bir kutuydu işte. Kimimiz evde kimselerin olmadığı bir vakitte evin o tek
eğlencesini bir daha çalışamayacak hale getirme bahasına arka kapağını
aralayarak kimimiz biten pillerin bir
büyüğümüz tarafından itina ile nasıl değiştirildiğini izlerken o kutunun içini
görme bahtiyarlığına eriştik. Yine de
lambadan çıkan cin neyse radyodan çıkan ses oydu bizim için çocukluğumuz
boyunca.
***
Odanın İçinde Bir Ses Olsun
Pille çalışan,
diktörtgen şeklinde koyu mavi suni deri ile etrafı kaplanmış üst kısmında
kocaman bir tutma yeri olan ve bu haliyle biraz da çantayı anımsatan delta
marka bir radyoydu bizimki. Öteki evlerde gördüğüm anteni uzayabilen ya da bir
yerele asılabilen radyolardan çok farklıydı bizimki. Büyükler için yapıldığı
her halinden belli üst üste dizilmiş üç büyük bir küçük düğmeden ibaretti bütün
teferruatı. Ne istasyon ne de program arama derdimiz olmadığı için sağa
çevrilerek açılan gümüş rengi açma düğmesinin çıkardığı tok bir “çıt” bambaşka
dünyalardan sesler taşınıverirdi odamıza.
Herkesin
sustuğu ve misafirin olmadığı vakitlerde; radyoyu açın, derdi babam; odanın
içinde bir ses olsun… Ses odanın içinde duyulmaya başladığı andan itibaren
mekan, dekor değişir renkler başkalaşır, pıhtılaşan zaman akmaya başlardı.
Anlamadığımız haberlerde tanımadığımız isimleri duymak, uzak şehirlerin hava
durumunu öğrenmek başka bir dünyada yaşadığımız hissini verirdi çoğu zaman.
Bütün türküler güzel, bütün şarkılar içtendi. her sese kendinden kattığı bir
şeyler vardı radyonun zira aynı şarkıları, türküleri radyo dışında nerede,
kimden dinlersek dinleyelim hep eksik kalan bir şeyler olurdu.
***
Yaz olsun, kış
olsun; arkası yarınlar başladığında hep akşam yemeğinde olurduk zira babamın
işten dönüş vaktiydi akşamın altısı. Her gün bir önceki bölümün özetini
dikkatle dinlerdik ve yirmi dakika boyunca zaruret dışında konuşulmaz, çatal
bıçak bardak sesleri arasında yer sofrasının etrafında herkes o büyüye kendini
kaptırırdı.
Çarşamba ve
cumartesi günleri akşamı iple çekerdik. Bu iki gün, geç vakit başlayan radyo
tiyatrosunu radyoyu baş ucumuza alarak ve kısık sesle dinlerdik. Kimin yazdığı,
kimin uyarladığı bizim için pek de mühim olmayan onlarca radyo tiyatrosunu
dinlemedik, oynadık cılız gece lambasının loş ışığında kim bilir kaç gece.
***
Akrabalarımız
ve komşularımız arasında radyonun en uzun hükümdarlık sürdüğü ev şüphesiz bizimkiydi.
Çocukça bir hevesle kocaman adamların evlerine televizyon taşıdığı bir dönemde
babam türlü endişelerden televizyonu evimize yaklaştırmadı. Televizyonun
neredeyse her evin baş köşesine yerleştiğini çoğu tek katlı küçücük evlerin
çatılarından anlamak mümkündü. Evler yeniden şekillendirildi bu hantal cihaz
için, yeniden dolaplar alındı odalar oluşturuldu. Oysa radyo öyle miydi? Nereye
isterseniz oraya yerleştirebiliyordunuz onu. Çocukların sandalyesiz
uzanamayacağı bir yere iki metal ayakla tutturulmuş küçücük bir rafın
üzerindeki yerini ve asaletini üzerinde küçücük bir dantel örtü ile yıllarca
korudu radyo bizim evde.
Sabahın erken
vakitlerinde okula girmek için sıra olduğumuzda herkes birbirine seyrettiği
filmi tekrar tekrar anlatırken benim biraz da mahcupça anlatabileceğim yalnızca
arkası yarınlar, radyo tiyatroları ve
en fazla çocuğun dünyası, çocuk bahçesi programları vardı. Her
yağmurda ıslanmasını bilen bir kalpti taşıdığım.
Mahallede Televizyonun Düşürdüğü Son Kale
İlk yıllar
küçük bir burukluk hissetsem de radyo başında geçen çocukluk günlerimi
düşündükçe sonraları bu durumdan küçük bir mutluluk duymaya başladım. Babamın o
dönemde herkes tarafından ayıplanan eve televizyon almama hususundaki inadını
anlayabildiğimde ona karşı olan onlarca minnet borcumun üzerine bir yenisini
daha ekledim.
Üç beş yıllık
rötarla ve konu komşu, akraba baskısıyla olsa da televizyon olanca kibriyle
bizim eve girdiğinde en azından ilk zamanlar fazlaca sarsamadı radyonun
evimizdeki yerini zira radyo artık hane halkından biri olmuştu. Öyle ki aylık
alışveriş listemizin ilk sıralarında daima radyo
pili yer alıyordu. Bizimle birlikte kah soba kenarında, sofra kıyısına
oturmuş, kah başucumuzda bize şarkılar, türküler söylemişti. Onunla uyuyup
onunla uyanmıştık hızla avucumuzdan kayıp giden çocukluğumuz boyunca. Kapatıp
gözlerimizi onun bize söylediği şarkıları, türküleri birbirimize armağan
etmiştik uzun kış gecelerinde.
Yine de
evimizin çatısındaki anten televizyonun burçlarımıza diktiği bir bayrak gibiydi
ve mahalledeki son kalenin de düştüğünün habercisiydi.
***
Televizyon
hantal ve bağlayıcı, teyp, cd çalar gibi cihazlar ruhsuz ve soğuk… Oysa radyo
benzemez hiçbirine. Hani biraz saksıda çiçek, akvaryumda balık gibidir o. Ne
ders çalışmanıza mani olur ne kitap okumanıza ve her mekânda yokluğunu
hissettirir kendisiyle çocukluğunda tanışmış olanlara. Her eşyanın her cihazın
yanına yakışır o. Yanında radyosu olmayan teyp, cd çalar hatta televizyon ve
telefon biraz eksik gibidir. Evde pille çalışan bir radyo varsa elektriklerin
kesilmesi hayatın durması değil bilakis durulması anlamına gelir.
Kim ne tür
kehanette bulunursa bulunsun onun geleceğine dair o, halen durgun akan
hayatların kulağa değil kalbe değen duru ve sihirli sesi. Galiba hep öyle olmaya da devam edecek. Bizim
radyoya gelince; o kendisi için inşa edilen küçücük tahtından indirilmiş ve
çoktan eski eşya yaftasıyla göz
önünden kaldırılmış olsa da onun kalbimdeki yeri bir arkadaş, dost sıcaklığı
ile daima baki kalacak…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder