Çoğu zaman;
gözlerimiz açıkken görmek, inanmak istediğimiz bir düştür sevda ve bu düşü
görmeye başladığımız andan itibaren hayatın ağırlığı sıyrılır omuzlarımız
üzerinden. Bir süreliğine de olsa ağaçları yeşile, gülleri kırmızıya ve
gökyüzünü maviye boyan, bütün yağmurları bizim denizimize yağdıran, yıldızları
uzak kandiller gibi bizim için gökyüzüne asan da sevdadır. Bazen de zemheri
ayında yapraklarını açması için etrafında pervane olduğumuz nazenin bir
çiçektir sevda; hâlbuki o, kafdağının ardında yedi yılda sadece bir günlüğüne
açar yapraklarını ve görenler tanımaz onu, tanıyanlar göremez. Kuru bir gül
yaprağı gibi mazi sayfalarında sakladığımız bu düşü, bir ömür hatırlar ve
anlatırız tekrar tekrar kendimize.
Nideyim bu dil-i şeyde beni yalan etti.
(Baki)
Bizden yaşça
büyük olanların her fırsatta söylediği, henüz
hayatın kıyısındasınız, sözünü ancak
kenar geride kaldıktan sonra anladım ki o demde gemiler çoktan yanmış, geçtiğim
kapılar çoktan üzerime sürgülenmişti. Artık ateş
yakıyor ve suyun bir bardağı bile boğmaya yetiyordu.
Kelimeler
ülkesinin kuleleri, attığım her adımda biraz daha geride kalıyor; dönüp geriye
baktığımda o ülkeden ne kadar uzakta kaldığımı anlayıp hayatın ortasında
durduğumu fark ediyordum. Bir elimde kalbimi, bir elimde onun elini taşıyarak
yıllarca özleyeceğim bir cennetim, yükseklere çıktıkça dönüp de gözlerini
arayacağım bir gençliğim olsun için ayrıldım o ülkeden… Ayrılmasam; ayırırlardı…
Sular Menekşelenince
Nasıl, nerede
ve ne zaman başladığı pek de mühim olmayan bir hikâye bizimkisi. İlk sayfaları
evin haşarı çocukları tarafından kopartılmış bir kitap gibi… Hatırladığım
yalnızca suların durgun, gökyüzünün bulutsuz olduğu. İşte böyle bir dünya
üzerinde, artık kenarına geldiğim hayatın ucundan yeni bir kapı açıldı onunla
adına dünyaevi denilen âleme. Çok
geçmedi, hayırlı işleri uzatmak iyi değildi, yaşadığı dünyayı terk eden herkes
için yapıldığı gibi benim için, onun için de bir ayin düzenlendi, adına düğün
denildi. Bu da aynen ölüm gibi bir dünyadan diğerine gönderilen iki kişi adına
yapılan hüzünlü bir merasimdi. Düğün davetiyemizin kapağında kalp resimleri ve
içinde ahir zaman Türk şiirinin
güzide misalleri yoktu, biraz kurdele birkaç çiçekle süsleyerek gelin arabasına
dönüştürdüğümüz eski arabamızın arka camında adımızın baş harfleri “ah”
ediyordu. “he”nin gözü iki çeşmeydi.
Düğünümüz kırk
gün, kırk gece sürmedi. Aksakallı pirler düğünümüze gelmedi. Gözlerimiz bir
süre gökten üç elma bekledi ama onlar da düşmedi. Oysa onu bulduğumda o mavi
ışıklar içindeydi. Ağladığında yeryüzü kararmakta ve güldüğünde gökler tebessüm
etmekteydi.
Bütün aşklarımı
onun kalbine taşıdığımı anladığımda, aşkı tanımak ve ona hükmetmek için, onu
dinginlikte yaşamak gerektiğini anladım.
Duruldum ve
fark ettim. Aşk ile köpüren denizde kendimi bir yaralı gemi, onu bu gemiye bir
liman ettim. Sonra kendimi bir karanlık kuyu, onu hayra yorulan bir düş ettim.
***
Dünya evine konduk
oturduk bir iki gün
(Fuzûlî)
İçinde yalnızca
bizim bulunacağımız bir evi, birbirimizi göremeyecek kadar çok eşya ile
doldurmadık önceleri. Bir süre, nemize
yetmiyor el kadar hasır; elin elimde olsun kapı kapı dilenek, kabilinden türkülerle
avunduk. İlk seneler evimizin bir odası hep boş kaldı. Yine de içinde yalnızca
iki kişi yaşadığımız o evde, önüne koskoca dünyanın
eklendiği evde birkaç sene
birbirimizi aradık, birbirimize ulaşmaya çalıştık. Onca tenhalığımıza rağmen
arada kimler, neler yoktu ki… Yaşanan, geride kalan her şey anlamını halen
çözemediğimiz bir sihirle siyah beyaza dönüşüyor, hiçbir fotoğraf evlenmeden
önceki gibi durmuyordu albümlerde. Odalarımız doldukça, her eşyadan dünyaya bir kapı açıldı. Hayata,
dışarıya bakıp bakıp, taşındık dünyamızdan dünyaya.
Kahve dururken kenger her zaman
içilmiyordu. Bir Leyla masalı daha geride kalmıştı Âdem kıssasının
kapılarına vardığımızda.
Yalanlar
inandıkça gerçek, inandıkça güzeldi. Aşk her zaman üç harfliydi ve ilk harfi
onun adının ilk harfiyle başlıyordu. Aşk ne kadar cihanı hiçe satmaksa, evlilik o kadar cihanı omuzlamak ve pazarlık
etmeden, karşılık beklemeden bir başka insanın ayakları altına sermekti. Aşk;
hep karşılık bekleyendi, karşılık ümidi bittiğinde çekip gidendi ve hep güneşli
yarınların ayakları yere basmayan şımarık çocuğuydu. Ne sedye başında,
tekerlekli sandalye arkasında ne de ameliyathane önünde, hastane koridorlarında
beklemezdi. Hâsılı sevmek başka, aşk başka; aşk başka, evlilik başkaydı. Ve
işte tüm bunlar yüzünden yar üstüne yar
seven kurşunlanmalıydı.
***
Gel
gönül gidelim aşk ellerine
Maksudun
yar ise bir tane yeter
(Turabî)
Aynı yolda
yürürken bağların sıkılığının farkına varamazsınız elbette. Yol bir defa
çatallaşmaya görsün, o demde büyük küçük bütün bağlar hissettirir ruhunuzda
acısını... Yol ikiye ayrılmıştır ya da ayrılacaktır. Gitmek acıdır, kalmak
gitmekten de acı.
Her geçen gün
hayata karşı elimde hiçbir gücün kalmadığını hissediyor, ardından bir gün
hayatın muhakkak galip geleceğini düşünüyorum ve zaman zaman korkuyorum bu
durumdan.
Üzerimizde ne
zaman kurtulacağımızı bilmediğimiz hastane koridorlarının kokusu ve su bekleyen
çiçekler gibi sürekli gözleri gözlerimizin içine bakan iki çocuk…
Şüphesiz farklı
bir vakitte farklı bir neden için yazılsa böyle olmayacaktı bu yazı.
Kader
anlaşılması pek de mümkün olmayan bir çaba ile galiba bizi birbirimize taşımaya
devam ediyor. Yolları ayırmıyor ama arada bir bağların sıkılığını hissettiriyor
acı sular, tatsız hurmalar taşıyarak ıssız iftar sofralarımıza. Aslında kalabalık gibi görünen bu dünyanın en
tenha kıyısında yürüdüğümüzü, herkesin aslında dünya üzerinde yalnız yürüdüğünü
hatırlatıyor. Diktiğimiz ağaçların
gölgesinde dinlenmeyi ümit ederken hepsinin kuruduğunu görüyoruz geriye
döndüğümüzde. Baktığımız aynalarda, açtığımız pencerelerde hep ya kendimizi ya
birbirimizi görüyoruz.
Şimdi yolların
nereye çıkacağından, kapıların nereye açılacağından endişeli, annesiz büyümüş
iki çocuk gibi ürkek her adımdan sonra birbirimizin gözlerinden bu da geçer lafzını okuyoruz, sisler
dağılıyor, albümlerdeki resimlerin renkleri hatırlanıyor. Tebessümden bir
bahçeye dönüşüyor evimiz dingin ve sade.
Akasyalar yine
açıyor caddelerde ve saksılarda çiçeklerimiz şen…
Tamam-ı Sühan Yerine
Öldüğüm ağlamazın korkum oldur kim ölicek
Seni kimler seve ben aşık-ı mahzun yerine
(Yahya Bey)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder