22 Haziran 2020 Pazartesi

aşk bir kıyl ü kaal imiş ancak



Çoğu zaman; gözlerimiz açıkken görmek, inanmak istediğimiz bir düştür sevda ve bu düşü görmeye başladığımız andan itibaren hayatın ağırlığı sıyrılır omuzlarımız üzerinden. Bir süreliğine de olsa ağaçları yeşile, gülleri kırmızıya ve gökyüzünü maviye boyan, bütün yağmurları bizim denizimize yağdıran, yıldızları uzak kandiller gibi bizim için gökyüzüne asan da sevdadır. Bazen de zemheri ayında yapraklarını açması için etrafında pervane olduğumuz nazenin bir çiçektir sevda; hâlbuki o, kafdağının ardında yedi yılda sadece bir günlüğüne açar yapraklarını ve görenler tanımaz onu, tanıyanlar göremez. Kuru bir gül yaprağı gibi mazi sayfalarında sakladığımız bu düşü, bir ömür hatırlar ve anlatırız tekrar tekrar kendimize.
Nideyim bu dil-i şeyde beni yalan etti.
(Baki)
Bizden yaşça büyük olanların her fırsatta söylediği, henüz hayatın kıyısındasınız, sözünü ancak kenar geride kaldıktan sonra anladım ki o demde gemiler çoktan yanmış, geçtiğim kapılar çoktan üzerime sürgülenmişti. Artık ateş yakıyor ve suyun bir bardağı bile boğmaya yetiyordu.
Kelimeler ülkesinin kuleleri, attığım her adımda biraz daha geride kalıyor; dönüp geriye baktığımda o ülkeden ne kadar uzakta kaldığımı anlayıp hayatın ortasında durduğumu fark ediyordum. Bir elimde kalbimi, bir elimde onun elini taşıyarak yıllarca özleyeceğim bir cennetim, yükseklere çıktıkça dönüp de gözlerini arayacağım bir gençliğim olsun için ayrıldım o ülkeden… Ayrılmasam;  ayırırlardı…

Sular Menekşelenince
Nasıl, nerede ve ne zaman başladığı pek de mühim olmayan bir hikâye bizimkisi. İlk sayfaları evin haşarı çocukları tarafından kopartılmış bir kitap gibi… Hatırladığım yalnızca suların durgun, gökyüzünün bulutsuz olduğu. İşte böyle bir dünya üzerinde, artık kenarına geldiğim hayatın ucundan yeni bir kapı açıldı onunla adına dünyaevi denilen âleme. Çok geçmedi, hayırlı işleri uzatmak iyi değildi, yaşadığı dünyayı terk eden herkes için yapıldığı gibi benim için, onun için de bir ayin düzenlendi, adına düğün denildi. Bu da aynen ölüm gibi bir dünyadan diğerine gönderilen iki kişi adına yapılan hüzünlü bir merasimdi. Düğün davetiyemizin kapağında kalp resimleri ve içinde ahir zaman Türk şiirinin güzide misalleri yoktu, biraz kurdele birkaç çiçekle süsleyerek gelin arabasına dönüştürdüğümüz eski arabamızın arka camında adımızın baş harfleri “ah” ediyordu. “he”nin gözü iki çeşmeydi.
Düğünümüz kırk gün, kırk gece sürmedi. Aksakallı pirler düğünümüze gelmedi. Gözlerimiz bir süre gökten üç elma bekledi ama onlar da düşmedi. Oysa onu bulduğumda o mavi ışıklar içindeydi. Ağladığında yeryüzü kararmakta ve güldüğünde gökler tebessüm etmekteydi.
Bütün aşklarımı onun kalbine taşıdığımı anladığımda, aşkı tanımak ve ona hükmetmek için, onu dinginlikte yaşamak gerektiğini anladım.
Duruldum ve fark ettim. Aşk ile köpüren denizde kendimi bir yaralı gemi, onu bu gemiye bir liman ettim. Sonra kendimi bir karanlık kuyu, onu hayra yorulan bir düş ettim.
***
Dünya evine konduk oturduk bir iki gün
(Fuzûlî)
İçinde yalnızca bizim bulunacağımız bir evi, birbirimizi göremeyecek kadar çok eşya ile doldurmadık önceleri. Bir süre, nemize yetmiyor el kadar hasır; elin elimde olsun kapı kapı dilenek, kabilinden türkülerle avunduk. İlk seneler evimizin bir odası hep boş kaldı. Yine de içinde yalnızca iki kişi yaşadığımız o evde, önüne koskoca dünyanın eklendiği evde birkaç sene birbirimizi aradık, birbirimize ulaşmaya çalıştık. Onca tenhalığımıza rağmen arada kimler, neler yoktu ki… Yaşanan, geride kalan her şey anlamını halen çözemediğimiz bir sihirle siyah beyaza dönüşüyor, hiçbir fotoğraf evlenmeden önceki gibi durmuyordu albümlerde. Odalarımız doldukça, her eşyadan dünyaya bir kapı açıldı. Hayata, dışarıya bakıp bakıp, taşındık dünyamızdan dünyaya. Kahve dururken kenger her zaman içilmiyordu. Bir Leyla masalı daha geride kalmıştı Âdem kıssasının kapılarına vardığımızda.
Yalanlar inandıkça gerçek, inandıkça güzeldi. Aşk her zaman üç harfliydi ve ilk harfi onun adının ilk harfiyle başlıyordu. Aşk ne kadar cihanı hiçe satmaksa, evlilik o kadar cihanı omuzlamak ve pazarlık etmeden, karşılık beklemeden bir başka insanın ayakları altına sermekti. Aşk; hep karşılık bekleyendi, karşılık ümidi bittiğinde çekip gidendi ve hep güneşli yarınların ayakları yere basmayan şımarık çocuğuydu. Ne sedye başında, tekerlekli sandalye arkasında ne de ameliyathane önünde, hastane koridorlarında beklemezdi. Hâsılı sevmek başka, aşk başka; aşk başka, evlilik başkaydı. Ve işte tüm bunlar yüzünden yar üstüne yar seven kurşunlanmalıydı.
***
Gel gönül gidelim aşk ellerine
Maksudun yar ise bir tane yeter
(Turabî)
Aynı yolda yürürken bağların sıkılığının farkına varamazsınız elbette. Yol bir defa çatallaşmaya görsün, o demde büyük küçük bütün bağlar hissettirir ruhunuzda acısını... Yol ikiye ayrılmıştır ya da ayrılacaktır. Gitmek acıdır, kalmak gitmekten de acı.
Her geçen gün hayata karşı elimde hiçbir gücün kalmadığını hissediyor, ardından bir gün hayatın muhakkak galip geleceğini düşünüyorum ve zaman zaman korkuyorum bu durumdan.
Üzerimizde ne zaman kurtulacağımızı bilmediğimiz hastane koridorlarının kokusu ve su bekleyen çiçekler gibi sürekli gözleri gözlerimizin içine bakan iki çocuk…
Şüphesiz farklı bir vakitte farklı bir neden için yazılsa böyle olmayacaktı bu yazı.
Kader anlaşılması pek de mümkün olmayan bir çaba ile galiba bizi birbirimize taşımaya devam ediyor. Yolları ayırmıyor ama arada bir bağların sıkılığını hissettiriyor acı sular, tatsız hurmalar taşıyarak ıssız iftar sofralarımıza.  Aslında kalabalık gibi görünen bu dünyanın en tenha kıyısında yürüdüğümüzü, herkesin aslında dünya üzerinde yalnız yürüdüğünü hatırlatıyor.  Diktiğimiz ağaçların gölgesinde dinlenmeyi ümit ederken hepsinin kuruduğunu görüyoruz geriye döndüğümüzde. Baktığımız aynalarda, açtığımız pencerelerde hep ya kendimizi ya birbirimizi görüyoruz.
Şimdi yolların nereye çıkacağından, kapıların nereye açılacağından endişeli, annesiz büyümüş iki çocuk gibi ürkek her adımdan sonra birbirimizin gözlerinden bu da geçer lafzını okuyoruz, sisler dağılıyor, albümlerdeki resimlerin renkleri hatırlanıyor. Tebessümden bir bahçeye dönüşüyor evimiz dingin ve sade.
Akasyalar yine açıyor caddelerde ve saksılarda çiçeklerimiz şen…
Tamam-ı Sühan Yerine
Öldüğüm ağlamazın korkum oldur kim ölicek
Seni kimler seve ben aşık-ı mahzun yerine
(Yahya Bey)

Hiç yorum yok: