26 Nisan 2022 Salı

kalbin kâğıda işlediği oya

 Önce ayrılıklar ayrıldı dünyamızdan, hemen ardından hasret terk etti kalbimizin ovalarını. Anadan, babadan, oğuldan, memleketten, dosttan, yârdan uzağa düşmenin sızısını duymaz oldu ruhlarımız. Sözlüklerde kaldı gurbetin, acizliğin, yoksunluğun, kimsesizliğin anlamı. Iraklar yakın oldu, yabanlar aşina  ve özlemler bitti, gurbetler bitti. 

Ahşap çerçeveleri ile odaları süsleyen solmuş resimlerin, bir bayram münasebeti ile uzak şehirlerden yollanmış kartpostalların izleri silindi duvarlardan. Çoğumuz için değeri kalmadı işlenmiş mendillerin, içli şiirlerin, manilerin, dağların yücesine baktıran türkülerin. 

Önce ayrılıklar ayrıldı dünyamızdan ve en sonunda mektuplar. Hasretin olmadığı dünyada mektuplar neye yarar? Saklanmaktan, okunmaktan yorulan ama eskimeyen mektuplar; hamaylı gibi döşte aylarca  taşınan mektuplar... 

Yalnızca kağıt, kalem, zarf ve puldan ibaret değildi muhakkak mektuplar. Mektup; zarfa konularak yollanan can parçası, çaresizliğin nişanesi, biraz göz nuru ve çokça yürek sızısıydı. Mektup, mahrem sığınağıydı imkansızlığımızın. Yolu beklenen, gelmeyince hüzünlendiren, gelince sevindiren, önce satır satır, cümle cümle okunan; ardından kelime kelime, harf harf ruha dokunan ümitlerin iksiriydi mektup. Sesini taşıyamasa da sahibinin, konuşurdu mektuplar gönderilen kişiyle başka bir dil, başka bir mecaz ile. Yalnızca selam, kelam, hâl, hatır değildi mektuplarla gönderilen, alınan. İçimizdeki dünyanın aralanan kapısı, açılan penceresiydi mektuplarda sıralanan her cümle, her kelime. Mektup bizden uzaklaştıkça kendimizden, kendimizle baş başa kalmaktan uzaklaştık, kendimizi seyretmekten beyaz sayfalar üzerinde yahut bir başkasının ruhunu dinlemekten mahrum kaldık. 

***

Mektup selam söyle benden sılaya

(Sivas Türküsü)

Sözün, takatin, sabrın, dünyanın bittiği yerde başlar mektup ve okuyan kadar yazana dahi bir teselli, bir merhem yaşamanın açtığı derin yaralar için. Mektup, bütün eksikliklerimizi, yarımlıklarımızı karşımıza alıp kanatmak kendimizi, deşmek yaralarımızı; bir büyülü ayna bir başkasını seyreder gibi seyrettiğimiz kendimizi. Mektup, dünya köprüsünden geçerken karşıya, altımızdan akıp giden zamanı durdurup başka bir mekana, kalbe sığınma arzusu; yüklerimizi üzerimizden bırakma isteği bir süreliğine olsa da. Uzletin köşesinde, kimseye anlatılamayacak ve tarifi yapılamayacak ağırılar sardığında kalbimizi, etrafımızdaki her şeyin kenarına düştüğümüzde, sesimiz bile bize yabancılaştığında, kelimeler gündelik anlamından sıyrılarak özüne döndüğünde içimizde, kağıt ve kalemin büyülü çağrısına edilen icabet mektup. Belki de bu yüzden ya gecenin en karanlık yerinde yazılır mektuplar yahut kimselerin görmediği sessiz bir kenarda. Kimseler görmesin isteriz mektup yazarken yüzümüzdeki, ellerimizdeki, bakışlarımızdaki efsunu zira mektup kadar mektubun içi kadar mektup yazmak da  mahrem bir hâldir. 

Elbette konuşmak da hafifletir yükünü insanın, dertleşmek, yürümek de. Bir türkünün nağmesine kapılmak, bir şiirin ahengine boyanmak, bir hayalin kanadına tutunmak teselli vermez olduğunda içimizdeki fırtınaya, sığındığımız son dulda kıyı, son limandır mektup. Konuşmanın değil, susmanın; ağlamanın değil yutkunmanın ülkesidir mektup yazdığımız mekan. 

Kervanlar dolusu hediye neyse uzaklardan gelen, satırlar dolusu mektup da odur bekleyen için. Yazılmak ve okunmak değildir mektubun her zaman muradı; ulaşmak haber taşımak da değildir bir diyardan bir diyara. Mektup; çiçek gibi, ağaç gibi canlıdır; nefes alıp verir, büyür, serpilir, çoğalır, çiçek açar ama solsa da yazıları kurumaz. Kokusu, ruhu, kalbi de varsa mektupların bu yüzdendir. Kalemin mürekkebinden, kağıdın rengine; harflerin şeklinden, cümlelerin sıralanışına kadar hep bir şeyler saklar, sezdirme çabasını taşır mektup ki yazılandan ziyade yazılmayan, söylenenden ziyade söylenemeyen çoğaltır mektubu, değerli kılar. Kendine susup başkasına konuşmanın adıdır mektup bazen. Mektup, gerçekten dokunmasıdır bir kalbin başka bir kalbe ve ruhların sarılması en çok mektuplarla mümkündür belki de. Mektupta yazılı olanlar değil, mektubun kendisidir aslolan. Mektup; kalbin, ömrün bir parçasıdır zarfa konularak yollanan. 

Harflerin sesli, sesiz, ünlü ya da ünsüz diye ayrılmadığı ancak noktanın virgülün dahi tek tek sayıldığı, okuyanına  ve yazanına göre değişen özge bir alfabesi, lisanı vardır mektupların. Kelimelerin anlamının sonsuzluğuna, yazının söz gibi uçup gitmeyeceğine bizi en çok inandıran mektuplardır belki de. Gece okunduğunda anlattığı başkadır mektupların, gündüz okunduğunda başka ve kelimeleri her okunduğunda yer değiştirir, libas değiştirir. Yazanın parmak izi, okuyanın içinde çiçeklenen gizidir mektuplar. 

Sabrı, beklemeyi, hasreti tanısak da yaşarken; tahammülü ve ümidi bize mektuplar öğretir. Kalemin ve kağıdın azizliğini mektuplar fısıldar bütün acılardan geçip de vurduğunda sükunetin sahiline ruhumuz. Fakirin, zenginin; sultanın, kölenin eşitlendiği ender makamlardandır bir mektubun eşiği.  Titreyen parmaklarla bir mektuba başlamak, bir zarfı açmak heyecanla, umutla yahut beklenmeden gelen bir mektubun büyüsüne kapılmak ve bir mektup geç kaldığında endişeye kapılmak hâlen hayatta olduğumuzun, hayata inandığımızın ispatıdır biraz da. 

Dünyaya uğramışlığımızın, hâlden hâle boyanmışlığımızın anısı ve eskimeyen gerçeğidir mektuplar;  ellerimizle, kalbimizle dokunabileceğimiz. Mektup; dünyamızdan dünyaya düşen mahrem bir gölge ve kederimizin, sevincimizin, ümidimizin, hayal kırıklığımızın mahcup şahidi, bizi bizden sonrakilere taşıyan büyülü bohça.

***

Kalemin kağıda işlediği kalp oyası, zarflarla diyardan diyara uçan, sahibine varıp varamayacağı bile meçhul ürkek bir güvercindi mektup kim tarafından kime gönderilmiş olursa olsun. Kiminin ucu yanmış ayrılığın ateşinden kiminin kenarında kurumuş birkaç damla gözyaşı... Yazanın parmağıyla, bakışıyla işlenmiş diye her harf, her cümle; koklanırdı, katlanıp zarfının içinde saklanırdı, açılıp tekrar tekrar okunurdu. Vefanın uzakta parlayan solgun yıldızı, sevginin ve ümidin karanlık köşelerde solmayan çiçeğiydi mektup birilerine gönderilse de gönderilmese de. 

***

Kime yazıyorsun bu mektubu? Elinde hiçbir adres yok...

(Cemil Meriç)

Kendine yazdığın ve okuduğun uzun bir mektuptu kalbin, rutubetli bir sandığa kilitli. Adını ve adresini unutarak okudun hiçliğini ömrünün kıyısında. Kelimeler, cümleler işledin yazgına acının oyasından, vakitsiz yağmurlarla yazıları birbirine karışan. Varlığından bir nişan, yokluğundan bir mecaz saydığın özlemlerin ve boğazına düğümlenen çığlığın mezarı oldu rüzgara bıraktığın her sayfa. Dilin varmıyor söylemeye, elin uzanamıyor artık kaleme. Yazdığın mektupları kıyısız bir denize bıraktın, yazamadığın mektupların dalgasında boğulurken kalbin. 


15 Nisan 2022 Cuma

yara

Bazı kelimeler vardır, telaffuz ederken hatta aklımıza geldiğinde dahi bir sızı oluşturan kalbimizde yahut bir ürperti duyuran bedenimizde. Anlamından ziyade çağrışımları, yaşanmışlığı, bizdeki karşılığının ağırlığıdır bu kelimeleri bizim için farklı kılan. Ya saklanır her şey o kelimeyi hatırlar hatırlamaz yahut hücuma geçer mazi sığınağını terk edip anılar. Yara, böyle bir kelimedir ve biz yeryüzünde dolaştıkça, nefes alıp verdikçe anlamı sürekli değişir; sızısı, resmi başkalaşır dünyamızda. Yara; yaşamanın, içinden geçtiğimiz zamanın ve hikayenin mecazıdır, kökü ruhumuzun derinliklerinde dolaşmış bir yumaktır. Bizimle büyür, değişir, eskir ve yürür bizimle yaralarımız.

Kimi geçer kimi kalır yaranın. Kimi konuşur, konuşturur sahibini ele verir kimi gizlenir, lal eder sahibini saklanır karanlığında hatıraların. Kimi yaralar kendiliğinden oluşur yüzümüzde, dilimizde, tenimizde, kimileri aşinalardan yadigardır kimileri biganelerden. Bazı yaraların merhemi olsa da bazıları merhem kabul etmez, bazı yaralar gül gibi taşınsa da sinede bazıları mahremdir kalbin en derin yerinde. Bazı yaralar tuza müpteladır bazıları dağlanmadan dönmez iyileşmeye. Çocuğun, gencin, yaşlının, zenginin, fakirin, gurbettekinin, sıladakinin herkesin bir yarası olduğu gibi var olan, can taşıyan hatta var olan her şeyin de bir yarası vardır aslında. Duvar yaralanır, gül yaralanır. Var olmanın nişanesi, yaşamanın belirtisidir yara. Yaşamak bir yaradır tenimizin üzerinde kabuk bağlamayan ve dünya yaralanmaların diyarıdır herkes, her şey için.

Öyle nazenin öyle naif bir beden ve kalptir ki insanoğluna bahşedilen; yaranın, yaraların sağanağında tamamlarız ömrümüzü saklansak bile kendimizin duldasına. Diz kapağımızda, elimizde, kolumuzda, ruhumuzda, kalbimizde yaralarla yürürüz dünya çölünde. Kapananları, uykuya yatanları, iyileşenleri illaki vardır yaraların ancak yara gider yeri gitmez. Yararının nasıl hafızamızda bir yeri varsa, yaranın da hafızası vardır ve unutmadığı gibi unutturmaz kendisine vatan seçtiği hiçbir yeri. Köklerinden yeşeren ağaçlar gibi istila eder bir kez kendisine kapısını açan her bahçeyi. 

Şiirler, şarkılar, hikayeler, mesneviler, filmler, romanlar hep bir yaranın şerhi, hep bir yaranın dilidir kendisini söyleten. Yaradır şairin ilhamı, neyzenin nefesi. Yaradır bir "ah"a yükleyerek bütün acıyı, âşığa unutturan kelimeleri. Geçmişin kalbimize, ruhumuza çizdiği haritadır yara, yalnız ehli görür ve anlar onun dilini. Aynı olmasa da benzer yarayı taşıyanlar aşinadır birbirine başka başka ülkelerde, başka asırlarda yaşamış olsalar bile.  

Ey tabib elden gelirse yaremi gel emleme

Yâr elinden gelmedir bu yareyi merhemleme

(Seyranî)

Dışarıdan bakıldığında sezilmese, bilinmese de her yara bir anıdır ve her yara bir hikâyedir küçücük dünyamızda çiçeklenmiş. Yaraya alışmak, yaşama alışmaktır ve yarayı durmadan kanatmak, hayattan kaçıp kendi dünyamıza sığınmaktır biraz da zira yara, sahibini yabancılaştırır her şeye, kendisine bile. Nereye, neyle açılmış olursa olsun yara bir hatırlatıştır, sınır çizgisidir hakikatle aramıza çekilmiş. 

Biz yaramızı, yaralarımızı seçmeyiz çoğu zaman; bir anlık dalgınlık yahut küçük bir hata veya tedbirsizlik sonucu yara gelir ve bulur bizi. Yara hep vardır, bizi bulmadan önce de. Faniliğin bizimle konuştuğu dildir, hayatın kalbimize çize çize işlediği kelimenin harfleridir yara. 

Dört harfli ve iki heceli bir kelime olsa da yara, içimizdeki lügatte anlamını sürekli tazeler, yeniler, çoğaltır. Kimi yaraların Lokman'da dahi yokken merhemi, kiminin merhemi kiminin yarasında derç edilmiştir. Bazen yâr, yaradır yârsızlığın bir yara olması gibi. Bazen dost bazen dostsuzluk yaradır yalnızlığın aynasında. Ayrılık bir yaradır mesela ezelden işlenmiş ruhumuza dünyevi vuslatların merhem olmadığı. Hasret de bir yaradır en mutlu anlarda bile kıymıktan kanatlarıyla kana bulayan içimizi. Gurbet, yaradır büyüğüyle küçüğüyle. Anlamak ve bilmek de yaradır; bilmemenin kalbimizi kanatarak attığı düğümden daha çok sızlatır içimizde bir yerleri. Sahipsizlik, yalnızlık, ümitsizlik, çaresizlik, yoksulluk, varsıllık yaradır sessizce en derinimize uzatan köklerini. Gitmek de yaradır, gidememek de. Söz de yaradır, sükût da ve zaman, zannettiğimizin aksine ilacı değildir iyileşmeyen yaraların, bizzat sebebidir. Zaman; kalbimizin, tenimizin üzerinde yürüyen ve dokunduğu, değdiği her şeyi çizen, yaralayan cam kırığı. Ölüm, kurtuluş olsa da görünen, görünmeyen bütün yaralardan; geride kalanlar için bir yaradır mezar taşlarında kanayan. 

Merhem dediğimiz, derman sandığımız, yaramıza sardığımız hiçbir şey, hiçbir yarayı iyileştirmez üzerini kapatsa, acısını dindirse de. Çünkü yara dünyadır, dünyadandır. Merhem yalnızca tesellisi, ümididir yaranın.  

Hep şikayet etsek de yaralarımızdan, yaraların sızısından çoğu yara, sarıldıkça değil sevildikçe güzelleşir ve teslim oldukça azaltır sızısını. Yarasını bağrında taşıyanın, bağrına basanın merhemle kalmaz işi. 

Yaralarımız kadar yaşarız yeryüzünde. Yaralarımızdan döküldükçe dünyaya benliğimiz, ömrümüz kendi hakikatini kazanır. Yarası olmayanın, yarasını bulmayanın ömrü yüktür kalbinde, omuzlarında.

Yüz yerde yüz yaram var

El sanır sağ gezerim

(Elazığ Türküsü)

Herkesten, kendinden dahi sakladığın yaraların gözyaşına sığınarak dinliyorsun batan güneşin ilahisini. Diline hücum eden sözleri söylemeye takatin kalmadı. Dağladığın yaralar, sıradağlar gibi uzanıyor kısacık ömründe, ruhunun vadilerinde. Tuz dökülen yaraların kurtlanmayacağını, dağlanan yaraların kapansa da iyi olmayacağını biliyorsun oysa. Dağların, ağaçların, kuşların, çiçeklerin dahi yaralarını görüyor, sızılarını duyuyorsun. Kaç yaralı ceylan varsa masallarda vurulmuş, kalbi kalbinde atıyor. Bir yaralı keklik çırpınsa bir türküde kanı senin yaprağına damlıyor. Anlıyorsun yarasız yaşanmadığını, dolaşılmadığını dünya ormanında. 

İyileşmeyecek yaraları bahçene, toprağına davet eden sendin. Ölmek için değil yaşamak için izin verdin ruhunda göğeren yaralara. Sendin elindeki merhemden saklayan yarasını. Taşlar, dikenler, çalılar arasından karanlıklarda yuvarladığın ruhunda; zehirli oklara, hançerlere sunduğun kalbinde oluşan kabukları kavlatarak çağırıyorsun artık aydınlığın adını. Yara kapanırsa unutmaktan korkuyorsun unutmaman gerekeni. Tanımadığın yaraların acısından tanıdığın acıların yarasına sığınıyorsun. Yakaramıyorsun, dilin yaralı; ellerini açamıyorsun, avuçların yaralı, başını kaldırıp da göğe bakamıyorsun, yüzün yaralı. 




5 Nisan 2022 Salı

üşümek

Eşiğimize erken düşmüş yorgun sonbaharın aydınlığında, yazdan kalma bir dalgınlıkla araladığımızda bir anda kapıyı veya sabahın bereketini davet etmek için açtığımızda pencereyi yahut bir ikindiüstü tutulduğumuzda ansızın rüzgara, yağmura bir ürperiş, bir titreyiş sarar kalbimizden başlayarak bütün bedenimizi. O anda silinir  çoğu zaman tebessümü hayatın, ayak seslerini de yanına alarak uzaklaşır içimizdeki kalabalık. Orada öylece kalıveririz çaresizliğin ve aczin kıyısında. Aldığımız her nefes eriyecek de olsa buzdan kalelerini kurmaya başlar ruhumuzdaki yalnızlık ülkesine. Üşümek, gelir ve ölümü hatırlatan soğuk kollarıyla önce sarar bedenimizi sonra ilerler damarlarımızda cam kırıkları gibi.

Üşümek, birdenbire hem dört yanımızdan hem içimizden yeşererek bizi kuşatan bir sarmaşıktır bağlar ayaklarımızı, yollarımızı, işgal eder savunmaya hazırlıksız yakalanmış topraklarımızı. Üşüdüm, der bırakırız dünyayı bir adım gerimizde. Üşüdüm, der bembeyaz durgun bir âleme düşeriz yalnız ve sessiz.

Bazen dışımızdan içimize doğru sarar bizi üşümek hissi bazen içimizden dışımıza doğru. Yutkunmak isteriz, yutkunamayız; konuşmak isteriz kelimeler donar dudaklarımızda. Nerede, ne zaman tutarsa tutsun bizi üşümek; çağrılmadan, haber vermeden gelir daima. Üşümenin soğuk parmakları dokunduğunda parmaklarımıza telaşlı bir seyircisi oluruz kendi ürperişimizin, titreyişlerimizin. Kimi gelir ve geçer üşümelerimizin kimi yoldaş olur kalbimize, ruhumuza. Üşümek; ayrı ayrı, renk renk. Dünya, bitip tükenmek bilmeyen üşümelerin yurdu. 

İçimizden, yanımızdan ayrılan herkes, her şey çoğu zaman telafisiz bir üşümeyi bırakarak bize, gider gittiği diyara. Gözlerimiz üşür beklemekten bir meçhulü, kulaklarımız soğuktan olduğu kadar sessizlikten de üşür bazen. Dizlerimiz, ayaklarımız üşür meçhule giden yolları arşınlamaktan. Yürüyünce, mekan değiştirince, sıcak bir sobanın dizinin dibine koşunca, üzerimizi sıkı örtünce, bir bardak çay içince yerini tatlı bir yorgunluğa bırakan üşümelerin yanında bir de büyük üşümeler vardır kapasak da pencereleri, kapıları bir şekilde gelip otağını kuran ve konakladığı yeri mesken tutan.

Elimizi tutan babamızın sıcacık eli bırakmak zorunda kaldığında elimizi, annemizin dizinden kalkmak zorunda kaldığında başımız veya duldasından uzağına düştüğümüzde yakın bulduğumuz kalbin, üşümenin her rengi soğuk bir desene dönüşür içimizdeki aynada. Üşümek, terk edilmektir tek başına hayatın ortasına.

Mevsim ne olursa olsun üşüye üşüye büyürüz, üşüye üşüye yaş alırız yeryüzünde.  Öylesine dilimize düşen bir türkünün de üşüttüğü olur bizi öylesine karşımıza çıkan bir şiirin de.

Çok üşürdük hep üşürdük üşümekti bütün yaşadığımız
Üşürdü ellerimiz aşkımız sonsuz uzun sakallarımız
(Turgut Uyar)

Sevincin rengi ansızın kaçıp da saklandığında Kafdağı'nın ardına, beklenmedik bir veda sahnesinin ortasında bulduğumuzda kendimizi, avuçlarımızı kanatan cam parçalarının elmas olmadığını öğrendiğimizde, acılarla dolu renksiz bir hayata uyandığımızda bir güzel rüyanın en güzel yerinden ve içimizi ısıtan sesler silindiğinde içimizden, buz tutar bakışlarımız, üşürüz. Efsununu yitirdiğinde bütün sözler ve tebessümler, kuşların sesi kesildiğinde ve sararıp solduğunda ümitlerle büyüttüğümüz bütün çiçekler, bir kötü haber aldığımızda ansızın, sarıya döndüğünde bahçemizdeki ağaçlar, savrulur yangınlara uzattığımız ellerimiz, üşürüz.

Mevsimlerin, zamanın atıyla dalsa da sokaklarına şehirlerin, rüzgarların kanatlarında dağlarına tırmansa da köylerin, üşümek hep zamansız ve mekansız bir zelzeledir sarsan ruhumuzu. Biz her ne kadar onu kışın kardeşi, rüzgarın, ayazın dostu, yoksulluğun nişanesi bilsek de yoktur üşümenin dostu, kimsesi. Üşüyenler kadar yalnızdır üşümenin de kendisi.

Üşümek; dışında kalmaktır bütün şehirlerin, kasabaların, köylerin, evimizin ve odamızın. Üşümek; ötesine savrulmaktır ümitlerimizin, hayallerimizin; ansızın yabancısı olmaktır yaşamanın. Yoksulluğun ve yoksunluğun bazen de hastalığın, yaranın ruhumuzda büyüyen dikenidir üşümek. Üşümemek için kurarız yuvamızı, evimizi, köylerimizi, kentlerimizi. Üşümemek için çalışır, çabalar, terleriz ucu görünmeyen yokuşlarda. Çocuklar üşümesin diye anneler, babalar ömrünü yorgan eder onların ömrüne. Üşümekten korkuyoruz çünkü o, verdiği her şeyi tekrar isteyişi hayatın, terk edişi bizi dünyanın, açlık kadar büyük terbiyecisi insanlığın. Üşümekten korkuyoruz çünkü o, ayrılık kadar ölümün de hatırlatıcısı.

Üşümek bir yabancının soğuk elleriyle dokunmasıdır ruhumuza en tenha ve hazırlıksız vakitte. Üşümek bir rüzgar, yalnızlık ve çaresizlik kuşlarının kanatlarından yüzümüze savrulan. Üşümek, ayrı düşmelerin uğuldayan ormanında kaybolmak; sessizliğin içimizde sürekli büyüyen çığlığı. Üşümek, her geçen gün renkleri silinen hayatın kalbimize düşürdüğü ağıt, yaprağını yüzümüze döken yalnız ağacın suskun şiiri. Üşümek, göze almaktır yaşamayı.

Üşümekten, üşümelerden nasibini alan yalnızca bizler değildir şüphesiz. Her şey üşür, ya soğuktan ya düştüğünde uzağına kendisinin. Üşüdüğünden titrer gökyüzünde yıldızlar, üşür yeryüzünde libasını rüzgara kaptırmış ağaçlar. Üşür parklarda, saksılarda uzak iklimlerin misafiri çiçekler. Dağ üşür yankılandığında bir mazlumun feryadı sinesinde, taş üşür rastladığında taşlaşmış bir kalbe. Dağda kurt, yuvada kuş üşür. Irmaklar akar, denizler dalgalanır üşümemek için. En sıcak evler, odalar üşür uğurladığında sahibini başka diyara. Sevgiler, hasretler, sevinçler de üşür ne kadar hazır olsalar da kışa, ayaza. Her şey üşür; kitaplar, defterler, sayfalar, cümleler, yanlış manaları sırtında taşımaktan yorulan kelimeler ve yerini yadırgayan noktalar, virgüller de.
Kış gelir, virgül üşür
(Ülkü Tamer)

Hayata değil, üşüten rüyalara uyanıyorsun her sabah açtığında gözlerini. Ellerine baktığında bir yabancının ellerini görüyorsun, aynaya baktığında başka başka insanların yüzlerini. Beklediğin kelimeler yorgun kelebekler gibi uzak baharlardan kopup dönmüyor hazan görmüş bahçene. Kim baksa gözlerine üşüyor, üşüyorsun. Üşüyor sesini duyan serçeler. Kim seslense adınla bir ürperti sarıyor içini. Alıp da verdiğin her nefes, derin bir iç çekiş gibi. Havada donuyor âhın yükselemeden göğe. Üşümesin diye dualara sarıyorsun kalbini bilmediğin nakışlarla örülmüş. Üşümesin diye kalan günleri ömrünün, çıkmıyorsun içinden sokağına hayatın. Yaslandığın her duvar üşütüyor sırtını ve dokunan her el titretiyor ellerini. Yalnızlığın, yoksunluğun, bitmeyen bir buz çölünün ortasında yaşamak zorunda kaldığın küçük kıssanı hiçliğe taşıyorsun ve geçsin diye üşümen toprağı düşlüyorsun.

ocak 2022

sezai karakoç’a dair

 

On beş yaşımdaydım. Sivas’tan Hatay’a kadar sürecek otobüs yolculuğum henüz başlamıştı ki yanıma oturan temiz giyimli genç, elimdeki birkaç kitabı görünce galiba ilgilenmek, sohbet etmek ihtiyacı hissetti yanında oturan çocukla. Kitaplara, yazarlara dair bana yönelttiği sorularla başladı sohbetimiz. Necip Fazıl’dan, Abdurrahim Karakoç’tan Cahit Sıtkı’dan haberdar olduğumu öğrenince Sezai Karakoç’u sorudu bana. Küçük bir antolojide birkaç şiirini okumuştum üstadın ancak ne kitaplarını biliyor ne kendisini tanıyordum. Yol boyu Sezai Karakoç’u dinledim daha sonradan hâkim adayı olduğunu öğrendiğim yol arkadaşımdan. O yaşlarda biriyle edebiyata, düşünce hayatına dair bir şeyler konuşmak, birilerinin tecrübelerini dinlemek hayli hoşuma gitmişti doğrusu. Yolculuk bitip de ayrılık vakti gelince bana adresini verdi, bulamadığım kitap olursa yazmamı istedi kendisine.

Hep böyle değil midir dünya? Küçücük anlar, karşılaşmalar ilerde aralanacak yeni kapıların önüne bırakır bizleri.

Bir hafta kadar Hatay’da kaldıktan sonra döndüğüm Sivas’ta ilk işim Sezai Karakoç kitaplarını aramak oldu. Kitaba ulaşmanın şimdiki kadar kolay olmadığı yıllardı. Yine de birer ikişer bulmaya, okumaya başladım Karakoç’un kitaplarını. Onun kitaplarını aramak, bulmak yeni yeni tanışıklıklara vesile oldu ve onu tanıyanlarda, okuyanlarda tarifi çok da mümkün olmayan bir samimiyet, yakınlık her zaman mevcuttu. Yitik Cennet’i fotokopi yaptırırken tanıştığım kırtasiyeci, Edebiyat Yazıları’nı sipariş verirken tanıştığım kitapçı, Leyla ile Mecnun’u elimde görüp de yolda durduran İsmail…

Şimdilerde insanlar yalnızca Monna Rosa efsanesi ile Sezai Karakoç’u kıyısından köşesinden biliyorsa da Monna Rosa, benim belki de en son varlığından haberim olan şiiriydi üstadın. Monna Rosa ile Karakoç artık zihnimde değil ruhumda, kalbimde bir yerleri kendine mekan etmişti. Kitaplarını temin edip okuma süreci bitince Diriliş dergisinin sayılarını temin etmeye çalıştım birkaç yıl boyunca. Büyük şehirlere giden, sahaflarla tanışıklığı olan arkadaşlar sayesinde derginin sayılarını tamamlamak nasip oldu.

İlk gençlik yıllarımda çok istedim kendisiyle tanışmayı, sohbet etmeyi ancak o yıllarda münzevi bir hayat yaşadığı ve kimseyle görüşmediği anlatılırdı. Görüşmeye gidenlerin kapıdan döndüğü rivayetleri anlatılır dururdu. Hatta kendisinden habersiz çekilmiş fotoğraflarını yayımlayan bir dergi bile oldu doksanlı yılların ortasına doğru. İlerleyen yıllarda Sezai Karakoç’u ziyaret eden, onun sohbetinde bulunan insanlar haber getirmeye başladılar uzaklardan. Hatta parti bürosu açılırsa Sivas’a gelebileceğini bile söylemişti bir arkadaşımıza. Gençliğin, öğrenciliğin verdiği heyecanla birkaç hafta bu tarz bir mekan ayarlayabilir miyiz, telaşına düştüğümüz dahi oldu. Ne parti bürosu açabildik ne de ziyarete gidebildim. Hem gitsem ne konuşacaktım ki? Ne sorabilirdim kendisine?

Oradaydı ve orada olduğunu bilmek kâfiydi Sezai Karakoç’un. Yine de hiç değilse bir kez, sadece birkaç dakika yanında susmak isterdim, nasip olmadı.

Sezai Karakoç’la aynı çağda yaşamak, aynı ülkede bulunmak ve aynı dili konuşmak büyük bir lütuftu bizler için ancak o bizimle aynı çağda, ülkede ve dünyada yaşadı mı, kelimelerimiz aynı olsa da bizimle aynı dili konuştu mu, muamma.

İlerleyen senelerde Sezai Karakoç herkesin yanına uğrayabildiği ve sohbetini dinleyebildiği biri oldu. Artık şiirine ve düşüncelerine aşina olan ve İstanbul’a yolu düşen herkes uğrayabiliyordu üstadın yanına.  Ziyaretinden dönenler coşkuyla anlatıyordu ona dair her detayı. Artık kitapları da neredeyse her şehirde hatta il, okul kütüphanelerinde bile ulaşılabilir hale gelmişti. Sezai Karakoç adına dergiler özel sayılar, dosyalar hazırlamaya başladı hızla, akademik çalışmalar yapılmaya başlandı.

Onun anlatmaya çalıştığı şey bambaşkaydı, onu tanıyanların, tanıdığını zannedenlerin anladıkları şey çoğunlukla bambaşka. Sezai Karakoç, Tanzimat’tan beri yönümüzü döndüğümüz Batı önünde, Batı’yı inkâr etmeden, küçümsemeden ve Doğulu olduğumuzu unutmadan nasıl yaşayabileceğimizin iksirini sunmaya çalıştı Doğunun Yedinci Oğlu olarak. Şair olma, şair kalma gibi bir endişesi olmadı onun. İnsan olunmadan, ölüp de dirilmeden dünyada kazanılan sıfatların hiçbirine talip değildi. İsmini dergilerde görmek için çaba sarf etmedi, kitaplarım çok okunsun gibi bir derdi de olmadı hiçbir zaman. Ne şiir gecelerine katıldı ne edebiyat festivallerine. Gazetelere mülakat vermedi; boynuna fular bağlayıp televizyonlarda edebiyat, sanat, fikir, siyaset konularında boy göstermedi. Adını yaşatmak, yüceltmek derdinde değildi bilakis kendi adını dahi Diriliş düşüncesinin içinde eritmeye, silmeye adadı ömrünü. Gençlik yıllarında yayımladıkları hariç kendi yayımladığı dergi dışında başka dergilerde yazdıklarını yayımlamadı. Yazarken yazarlığı, çevirirken çevirmenliği, şiirleriyle şairliği, düşünceleriyle fikir adamlığı duruşunu ima etti hâl diliyle ancak bu dili anlamak, düşünmek yerine onu yüceltirken dahi sömürme ve kendisine bir paye edinme yolunu tercih etti hem bizim hem bizden sonra gelen neslin çoğunluğu.

Şiirin şahidi şairin hayatıdır, gerçekliğini ve geçerliliğini ancak şairin hayatıyla kazanır şiir. Ezelden beri aynı kelimelerle aynı şeyleri anlatan şairler arasından bazılarına kalıcılığı bahşeden en büyük unsur şairin ömründen şiirine yansıyan sahiciliktir. O sahici bir şairdi ancak yalnızca şair değildi. Kimine göre yalnızca İkinci Yeni şairlerinden biri, kimine göre Monna Rosa’nın şairi. Kimileri için Diriliş eri, fikir adamı. Kimilerine göre derviş, kimilerine göre siyasi parti önderi. Kimileri için âlim, üstat. Kimileri için dünyada bulunmuş ama yaşamamış bir öteli. Sezai Karakoç üzerine çok şey yazıldı, konuşuldu ve daha da yazılacak birçok şey. Yeni akademik çalışmalar yapılacak belki ve yeni özel sayılar çıkarılacak. Onun, fikirlerinin ve şiirlerinin buna hiçbir zaman ihtiyacı olmadı ancak bizim onu gerçekten tanımaya çok ihtiyacımız var.

 “Ve Monna Rosa”

Gizli bir cemiyetin mensubu olmak gibiydi bizim nesil için Monna Rosa’yı ve kulaktan kulağa aktarılırken efsaneleşmiş hikâyesini bilmek. Şayet biri bu şiiri ve hikâyesini biliyorsa adını dahi sormadan onunla arkadaş, dost olabilirdiniz, ona güvenebilir, onunla saatlerce sohbet edebilirdiniz. Bir define haritası gibi saklardık ceketimizin iç cebinde yahut kitaplığımızın en kuytu köşesinde bu şiirin değişik nüshalarını. Bizim için bir gün kabul olunacak duanın metniydi Monna Rosa, kırılmış kalplerimiz her sancıdığında sürdüğümüz efsunlu merhem. Herkesin bu şiiri bilmesi, herkeste bu şiirin bulunması üzerdi bizi, yalnız hâl ehlinin elinde, dilinde ve üç kişiyi geçmeyen ortamlarda konuşulmalıydı hikâyesi ve okunmalıydı şiiri Monna Rosa’nın. Yeni bir nüsha bulduğumuzda elimizde olanla karşılaştırır, eksiklikleri tamamlar, daktilo ile yahut kesik uçlu kalemlerle yazar, ehli ile paylaşırdık bu gizemli şiiri. Bizim nesil Monna Rosa’yı okuyarak değil yazarak ezberledi en çok. Zamanla her şeyin olduğu gibi Mona Roza’nın da büyüsü bozuldu. Şüphesiz üstadın şiiri küçük değişikliklerle yayımlamasında da bu durumun etkisi var ancak asıl mesele bizce ehil olmayan insanların da şiirin hikâyesini iyice efsaneye dönüştürmesi ve efsanenin şiiri geride bırakmasıydı. Monna Rosa, dile düşmesin diye fısıltıyla kalbimize okuduğumuz, her dizesinde içimizde fırtınalar koparan şiir, herkesin yerini bildiği ve saygısızca kazdığı bir define alanına, herkese açık bir müzeye dönüştü sonraları.

kasım 2022