Mekânlarda geçiyor ömrümüz açık yahut kapalı, dar veya
geniş. Yaşadığımız, çalıştığımız, misafirliğe gittiğimiz, eğitim aldığımız,
geçerken uğradığımız yerler işliyor kendi yolunun haritasını adımlarımıza,
resmini kalbimize. Farkına varmasak da sürekli değişse de tıpkı eşyaya olduğu
gibi mekânlara da bir şeyler siniyor ömrümüzün tılsımından. Mekânlar bizi kendi
şekilleriyle biçimlendirirken biz de mekânları kendi rengimizle süslüyoruz ve
bağlanıyoruz birbirimize görünmeyen bağlarla. Ferdî tarihimizin küçücük
kalelerine, sığınıklarına dönüşüyor; bir bağ kurduğumuz, havasını teneffüs
ettiğimiz, kendisinden bir şeyler alıp kendimizden bir şeyler verdiğimiz
mekânlar. Yolumuz yıllar sonra tekrar düştüğünde mazisi bizde saklı bir mekâna,
karışıyor gerçek ve rüya zihnimizde birbirine. Bir hayal perdesi kendiliğinden
seriliyor önümüze ve izliyoruz kendi geçmişimizi, bir yabancı gibi.
Dinle solgun bahçenin kalbe anlattığını
(Ziya Osman)
Bazen birkaç sokak ötede bazen dağlar ardında, seneler sonra
uğradığınız bir köyde bir kasabada yahut şehirde, bir köşe başında aniden
kalbiniz yavaşlar, zamanın ve hayatın gerisine düşersiniz eski bir evin önünde.
Damarlarınızda kan yerine o andan itibaren anılar dolaşmaya başlar, işte
çocukluğumu bıraktığım ev, dersiniz şayet yanınızda birileri varsa.
Yollar, gökyüzü değişmiş olsa da bir iz ararsınız etrafta
gördüğünüz her şeyde, burada yaşadığınıza dair bir şahit. Yarısı kaybolmuş
bahçe duvarı, yaşlanmış meyve ağaçları, paslanmış pencere demirleri ve boyası
solmuş asla çalamayacağınız kapı; yıpranmış bir fotoğraf gibi alır götürür sizi
uzak bir zamana, uzak dünyalara.
Kulağınızda anne, baba, ağabey, abla, kardeş sesleri,
çocukluk arkadaşlarınızın neşeli çığlıkları önce yankılanır, sonra uzaklaşır.
Varlığı belirsiz ürkek serçeler havalanır ne yana dönüp baksanız. Irmakların,
dağların, denizlerin ardında kalmış bir masal âlemidir çocukluğun yaşandığı ev,
mahalle; zamanın dışında başka bir dünya. Mezun olduğunuz mahalle okulu; ekmek,
gofret, leblebi tozu aldığınız bakkal; kızakla, bisikletle indiğiniz yokuş,
peşinde ayakkabı eskittiğiniz lastik top, gri bir hayal olur dalgalanır
önünüzde.
Şayet çocukluğunuzun geçtiği ev çoktan yıkılmış, yerine yeni
binalar dikilmiş ise yahut çok uzaklarda, başka şehirlerde kalmışsa yine de
kaybolmaz, silinmez o mekânlar hafızanızdan. Ya rüyalarınızda çağırır sizi
bahçesine ya hayallerinizde. Dünyanın neresinde, kaç yaşında olursanız olun,
sizi terk etmeyen, sizi kendisine çeken, size kendisini hatırlatan bir efsun vardır
çocukluğunuzun geçtiği mekanlarda, evlerde.
Çocukluğundan kopmayan, kopamayan çoğu kişi için çocukluğun
geçtiği yerleri ziyaret etmek; hayatın dik yamaçlarında oturup nefes almak
gibidir, puslu bir aynanın önünde yorgunluk ve şaşkınlıkla dünyanın faniliğine
yeniden inanmak gibi.
Ben de yaşadım buralarda, dersiniz kendi kendinize sessizce;
ben de oyunlara tutundum gerçeklerden daha fazla, ben de bayramlar eskittim
çocuk kalbimde, tatiller bitirdim bu odalarda bu sofada, bu sokakta.
Sanırsınız ki adım atsanız içeri, yeniden çocukluk
günlerinize döneceksiniz; sanırsınız ki o sihirli kapının ardında, olduğu gibi
duruyor eski eşyalar ve zaman. Sanırsınız ki birkaç adım ötede çocukluğun bütün
kokuları, tatları, sevinçleri, saflığı.
Bir çocuk yaklaşır yanınıza dilsiz ve mahzun, sizin
çocukluğunuzdur.
***
Çocukluğumuzun geçtiği yahut kaldığı ev ne kadar önemli ise
bizim için, o ev için de çocukluğunu onun çatısı altında geçirenler o kadar
önemlidir. Çocuklar kadar ne süsleyebilir ki bir evin pencere, kapı önlerini?
Çocuk seslerinden, gülüşlerinden başka hangi sesin yankılanması mutlu eder
evleri? Evlerin, bakımsızlıktan değil çocuksuzluktan çürür tavanı, tabanı ve
çocuk seslerinden değil, sessizlikten çatlar, yıkılır duvarları. Hiç değilse
odalarında bir çocuğun büyümesine şahit olmamış ev; suyu kesilmiş bahçe
gibidir, balıkları göçmüş ırmak gibi.
Çocukla şenlenir bahçeler de evler gibi, çocuklar için yuva
kurar saçak altlarına serçeler. Güneş çocuklar hatırına kurutur balkonda,
bahçede serili çamaşırları. Çocuklar için iki oda bir sofa evlere talip olunur,
çocuklar için bahçeler çevrilir, bahçelere ağaçlar dikilir. Huzurla tüter
içinde çocuklar uyuyan evlerin bacaları, çocuklar için ocaklarda şükürle kaynar
tencereler. Çocuklar içindir çiçekler, çiçekli yorgan yüzleri, yastık
kılıfları. Çocukla ruhuna ruh üflenir odaların, evlerin; çocukla anlamını bulur
dört duvar ve bir çatı.
Çocukluk nasıl insanın anayurdu ise çocukluğun anayurdu da
çocukluğun geçtiği evdir.
Küçücük ilk adımlar orada atılır dünyaya, ilk tebessüm orada
gelip konar yüzümüze, ilk kaybedişler hayata dair, ilk hüzünler, ilk zaferler
orada yaşanır.
Oradan, çocukluğumuzun geçtiği evden adım atarız dünyaya,
gençliğe, hayata. Dirseklerimizdeki kızarıklık,
dizkapaklarımızdaki ilk yara orada oluşur. Orada duyarız ilk kez
yağmurun sesini, sobanın nefesini, kışın ayazını, baharın şarkısını… Çocukluğumuzun geçtiği ev, hayat bilgisi
derisini almaya başladığımız ilkokulumuzdur biraz da. Hayat boyu anlamı içimize
kök salan kelimeleri burada işleriz kalbimize. Anne, baba nedir; kardeş,
ağabey, abla neresine düşer kalbimizin o evde öğreniriz. Arkadaş, oyun nedir; o
evde tanırız. Ufacık bir dünya olsa da küçüklüğümüzün geçtiği ev, büyük
dünyanın içerisine kurulmuş; orada talimini yaparız hayatın, ayrılığın, sabrın,
hastalığın, acının, kaybetmenin, yalnızlığın. Ufacık bir dünya olsa da o ev,
büyür bizimle, genişler zihnimizde çoğalan anılarla.
Çiçeğin rengi soldu, bitti şarkısı kuşun
(Ziya Osman)
Çocuklar büyüyüp de evlerinden ayrıldığında, başlar
duvarların rengi solmaya, kapılar gıcırdamaya. Çocuklar taşınır taşınmaz eski
evlerinden başka şehirlere, mahallelere; pencere önlerinde çiçekler solmaya yüz
tutar, ağaçlar kurumaya. Çocuklar evden ayrılır, serçeler çatılardan,
ağaçlardan. Issızlaşan evlerden, her mevsimin rüzgârı bir taş, bir tuğla alır
götürür bilinmez nereye.
***
Çabucak geride kalıyor ninniler, oyunlar, oyuncaklar,
yollar, sokaklar, evler, seneler… Yalnızca çocuk sesimizi, yüzümüzün rengini,
kalbimizin neşesini süpürmüyor zaman; yaşadığımız, gördüğümüz, tutunduğumuz her
şeyden de bir parçayı kopararak geçiyor üzerimizden. Sayfalarını yalnızca bizim
çevirebildiğimiz ve asla kimselere gösteremediğimiz bir albüm oluyor maziye
dair her mekân hafızamızda.
Bir rüyaya, masala dönüyor mazi, yürüdükçe bizler dünya
üzerinde ve eşyalar, nesneler, mekanlar sessiz sedasız uzaklaşırken bizden,
silinmiş harfler gibi kalıyor izleri hayat defterimizde.
Çocukluğumuzun geçtiği evler, mekânlar; çocukluğumuz kadar
uzakta olmasa da önlerine vardığımızda hepsinin kulağımıza fısıldadığı ilk
cümle: Bir varmış, bir yokmuş...