28 Temmuz 2022 Perşembe

türbe

beni öyle hatırla bitmeyen bir hazanla

ilmihallerin eksik sayfaları kalbimle

kurudukça kendine ufanan toprak gibi

dağılıyor içime kanayan bu hikaye


gölgesiyle konuşan sessiz bir menekşenin

rüyalarında kaldı gözlerimdeki acı

kuşların göçtüğünü söyleme incinmesin

hastane önündeki umudumun ağacı


kendi kendime düştüm hiçliğin bahçesine

oyundan çıkarılmış mahzun bir çocuk gibi

beni böyle hatırla yarısı yok yüzümle

yokluğuna açarken hayatın türbesini

yaz, 2022





23 Temmuz 2022 Cumartesi

bir yerlerde buluşuncaya kadar hoşça kal mevlana idris

On beş yılı biraz aşan dostluğumuz oldu bu dünyada Mevlana İdris'le. Başlangıçta ben ona ağabey dedim ancak yaşı benden büyük olsa da o, kardeşim yerine dostum dedi. Başkalarına benzemediğinin farkındaydı ve etrafında dönen edebiyat dünyasının fertlerine benzemekten kaçındı. Nevi şahsına münhasır bir duruşun, duyuşun sahibi oldu hep. O, bu şehre uğradığında Sivas güzelleşirdi. O hangi şehirde, hangi programda ise o mekanın anlamı genişlerdi. Onun yanında olmak, uzaktan sesini duymak, bir yerlerden selamını almak sonsuz bir huzur esintisi sunardı.

Size karanlığın içinden değil kendi içimden sesleniyorum, demişti. Kendi içi aydınlık, rengarenk bir bahçeydi; o aydınlıktan gelen sesi çocuklar duydu, çocuk kalanlar işitti en fazla.

İster gürültülü bir caddede ister yalnızca kuş sesleriyle örülü bir parkta ister bir şiir programında sahnede, sesinin tonunu hiç değiştirmezdi. Kalabalıklarda sükutu daha da artardı. Çünkü bazen sesimi kendime bile duyuramadığım anlar oluyor, demişti. Sessiz konuşurdu, fıkra anlatırken bile. Hitabı yalnızca muhatabınaydı. Telaşlı olduğuna hiç şahit olmadım. Hızlı konuştuğuna da.

Bana uzun süredir içtenlikle nasılsın diyen biri yok. Belki de hiç olmayacak. Bu yüzden iyi olsam bile bunu birisine söyleme imkanı bulamadan aylar geçebilir, demişti. Son görüşmemizde günün her saati kendisini çok yorgun hissettiğini, hiçbir şey yapmak istemediğini söylemişti. Biraz konuşunca gerçekten iyiyim, demişti.

Hepimiz yeryüzünü farklı algılıyoruz ve hepimiz farklıyız. Bazıları biraz daha farklı! demişti. Farklı olanı severdi, farklı olana zaman ayırırdı. Farklı hikayeler, fıkralar, dostluklar biriktirirdi.

Benim korktuğum ve reddettiğim ne biliyor musun? Üstümüzün çizilmesi! Buna tahammül edemiyorum dostum, demişti. Edebiyat aleminde yahut toplumda üstü çizilenlere sahip çıkmak onun en güzel yaptığı işlerdendi. Şahidim.

Her yerde bulunan bazı işaretler senin için bir şey ifade etmiyor ama ben her şeyi anlıyorum, demişti. Anlardı çoğu şeyi anlatmadan. Sezerdi. Küçük işaretlerden büyük hakikatler çıkarırdı. Hasbelkader söylenen bir cümlenin, anlatılan küçük bir olayın kendisinde büyük izler bıraktığını fark ettirirdi.

Kalabalıklardan, dünyadan uzak durmanın ustasıydı. İçindeki büyük bahçelere, büyük müziklere sığınırdı.

Bazı insanlar ve bazı durumlar neden saygı ve ilgi çemberinin dışında bırakılıyor bunu anlamaya çalışıyorum, demişti. Bu yüzden belki de bazı insanlara ve bazı durumlara ilgisi, saygısı herkesten farklı idi.

Ben olmasam sağlıklı olduğunuzu nereden anlayacaksınız? demişti. Biliyordu kendisindeki biricikliğin çoğu insan nazarında normal karşılanmadığını.

İyilikten, iyilerden yanaydı hep. Her zaman kendi dünyasında, kendi bahçesinde değildi. Zaman zaman herkesin dünyasına indiği de olurdu. Beni iyiliğiyle şaşırtan insanlar ya da hayvanlar olmuyor mu? Tabii ki oluyor. Nadiren onlara rastladığımda bir ömür şapka çıkarıyorum.Bazen bir hastanede müşfik, beni dinleyen bir hekim gördüğümde yavaşlıyor, duruyor ve kendime geliyorum; dünyaya, sizin dünyanıza, demişti.

Gülten Akın'ın Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya, dizelerinin dışında kalan kimselerdendi. İnceliğin hayranıydı. Küçük cümlelerden, olaylardan büyük sohbetlere kapı aralardı. Çok konuşmayı sevmediği yönünde yaygın bir kanaat vardı oysa konuşmayı severdi. Bazen bir çocuk, bazen köpek, bazen de bir ağaçla konuşuyorum. Sorsanıza niçin? Niçin sizle konuşmuyorum, sormayacak mısınız? Çünkü vaktiniz yok sizin durup kendinizi dinlemeye bile, demişti. Elbette suskunluğu anlaşılmayanın konuşması da anlaşılmazdı kimilerince. Ve kimse beni dinlemediği için, kendimi dinlemek  için bazen saatlerce konuşuyorum, demişti. Konuşmayı severdi ama dinlemeyi daha çok. Beni dinlediyseniz teşekkür ederim. dinlemediyseniz bu zaten iyi bildiğim bir şey, demişti.

Defineye malik viraneler var, dizesinin hikmetince: Bir tuhaflık varsa bu bende mi? Bunu hiç bilemeyiz. Kim gül, kim bahçe? Nereden bilebiliriz ki bunu, demişti. Hem güldü, hem bahçe.

Dünyadaki yalnızlığının mimarı kendisi değildi. Birlikte olduğum insanlardan yalnızlığı öğrendim. demişti.

Aramak değil bulunmak istemiştim, demişti ama arardı da zaman zaman. Aradığımda bulurdum da kendisini içindeki dünyada. Görüşecektik yüz yüze. Bir yerlerde buluşuncaya/bulununcaya kadar, hoşçakal, demişti. Görüşemedik, ayrıldı bu dünyadan ama görüşmek için dünya tek mekan değil.  Biliyorum bir yerlerde buluşmak mümkün.

Sağol dostum. Sağol.

Bir yerlerde buluşuncaya kadar hoşça kal.

                                                                     sebilürreşat dergisi, temmuz 2022.



1 Temmuz 2022 Cuma

bir varmış bir yokmuş

Mekânlarda geçiyor ömrümüz açık yahut kapalı, dar veya geniş. Yaşadığımız, çalıştığımız, misafirliğe gittiğimiz, eğitim aldığımız, geçerken uğradığımız yerler işliyor kendi yolunun haritasını adımlarımıza, resmini kalbimize. Farkına varmasak da sürekli değişse de tıpkı eşyaya olduğu gibi mekânlara da bir şeyler siniyor ömrümüzün tılsımından. Mekânlar bizi kendi şekilleriyle biçimlendirirken biz de mekânları kendi rengimizle süslüyoruz ve bağlanıyoruz birbirimize görünmeyen bağlarla. Ferdî tarihimizin küçücük kalelerine, sığınıklarına dönüşüyor; bir bağ kurduğumuz, havasını teneffüs ettiğimiz, kendisinden bir şeyler alıp kendimizden bir şeyler verdiğimiz mekânlar. Yolumuz yıllar sonra tekrar düştüğünde mazisi bizde saklı bir mekâna, karışıyor gerçek ve rüya zihnimizde birbirine. Bir hayal perdesi kendiliğinden seriliyor önümüze ve izliyoruz kendi geçmişimizi, bir yabancı gibi.

Dinle solgun bahçenin kalbe anlattığını

(Ziya Osman)

Bazen birkaç sokak ötede bazen dağlar ardında, seneler sonra uğradığınız bir köyde bir kasabada yahut şehirde, bir köşe başında aniden kalbiniz yavaşlar, zamanın ve hayatın gerisine düşersiniz eski bir evin önünde. Damarlarınızda kan yerine o andan itibaren anılar dolaşmaya başlar, işte çocukluğumu bıraktığım ev, dersiniz şayet yanınızda birileri varsa.

Yollar, gökyüzü değişmiş olsa da bir iz ararsınız etrafta gördüğünüz her şeyde, burada yaşadığınıza dair bir şahit. Yarısı kaybolmuş bahçe duvarı, yaşlanmış meyve ağaçları, paslanmış pencere demirleri ve boyası solmuş asla çalamayacağınız kapı; yıpranmış bir fotoğraf gibi alır götürür sizi uzak bir zamana, uzak dünyalara. 

Kulağınızda anne, baba, ağabey, abla, kardeş sesleri, çocukluk arkadaşlarınızın neşeli çığlıkları önce yankılanır, sonra uzaklaşır. Varlığı belirsiz ürkek serçeler havalanır ne yana dönüp baksanız. Irmakların, dağların, denizlerin ardında kalmış bir masal âlemidir çocukluğun yaşandığı ev, mahalle; zamanın dışında başka bir dünya. Mezun olduğunuz mahalle okulu; ekmek, gofret, leblebi tozu aldığınız bakkal; kızakla, bisikletle indiğiniz yokuş, peşinde ayakkabı eskittiğiniz lastik top, gri bir hayal olur dalgalanır önünüzde.

Şayet çocukluğunuzun geçtiği ev çoktan yıkılmış, yerine yeni binalar dikilmiş ise yahut çok uzaklarda, başka şehirlerde kalmışsa yine de kaybolmaz, silinmez o mekânlar hafızanızdan. Ya rüyalarınızda çağırır sizi bahçesine ya hayallerinizde. Dünyanın neresinde, kaç yaşında olursanız olun, sizi terk etmeyen, sizi kendisine çeken, size kendisini hatırlatan bir efsun vardır çocukluğunuzun geçtiği mekanlarda, evlerde.

Çocukluğundan kopmayan, kopamayan çoğu kişi için çocukluğun geçtiği yerleri ziyaret etmek; hayatın dik yamaçlarında oturup nefes almak gibidir, puslu bir aynanın önünde yorgunluk ve şaşkınlıkla dünyanın faniliğine yeniden inanmak gibi.

Ben de yaşadım buralarda, dersiniz kendi kendinize sessizce; ben de oyunlara tutundum gerçeklerden daha fazla, ben de bayramlar eskittim çocuk kalbimde, tatiller bitirdim bu odalarda bu sofada, bu sokakta.

Sanırsınız ki adım atsanız içeri, yeniden çocukluk günlerinize döneceksiniz; sanırsınız ki o sihirli kapının ardında, olduğu gibi duruyor eski eşyalar ve zaman. Sanırsınız ki birkaç adım ötede çocukluğun bütün kokuları, tatları, sevinçleri, saflığı.

Bir çocuk yaklaşır yanınıza dilsiz ve mahzun, sizin çocukluğunuzdur.

***

Çocukluğumuzun geçtiği yahut kaldığı ev ne kadar önemli ise bizim için, o ev için de çocukluğunu onun çatısı altında geçirenler o kadar önemlidir. Çocuklar kadar ne süsleyebilir ki bir evin pencere, kapı önlerini? Çocuk seslerinden, gülüşlerinden başka hangi sesin yankılanması mutlu eder evleri? Evlerin, bakımsızlıktan değil çocuksuzluktan çürür tavanı, tabanı ve çocuk seslerinden değil, sessizlikten çatlar, yıkılır duvarları. Hiç değilse odalarında bir çocuğun büyümesine şahit olmamış ev; suyu kesilmiş bahçe gibidir, balıkları göçmüş ırmak gibi.

Çocukla şenlenir bahçeler de evler gibi, çocuklar için yuva kurar saçak altlarına serçeler. Güneş çocuklar hatırına kurutur balkonda, bahçede serili çamaşırları. Çocuklar için iki oda bir sofa evlere talip olunur, çocuklar için bahçeler çevrilir, bahçelere ağaçlar dikilir. Huzurla tüter içinde çocuklar uyuyan evlerin bacaları, çocuklar için ocaklarda şükürle kaynar tencereler. Çocuklar içindir çiçekler, çiçekli yorgan yüzleri, yastık kılıfları. Çocukla ruhuna ruh üflenir odaların, evlerin; çocukla anlamını bulur dört duvar ve bir çatı.

Çocukluk nasıl insanın anayurdu ise çocukluğun anayurdu da çocukluğun geçtiği evdir.

Küçücük ilk adımlar orada atılır dünyaya, ilk tebessüm orada gelip konar yüzümüze, ilk kaybedişler hayata dair, ilk hüzünler, ilk zaferler orada yaşanır. 

Oradan, çocukluğumuzun geçtiği evden adım atarız dünyaya, gençliğe, hayata. Dirseklerimizdeki kızarıklık,  dizkapaklarımızdaki ilk yara orada oluşur. Orada duyarız ilk kez yağmurun sesini, sobanın nefesini, kışın ayazını, baharın şarkısını…  Çocukluğumuzun geçtiği ev, hayat bilgisi derisini almaya başladığımız ilkokulumuzdur biraz da. Hayat boyu anlamı içimize kök salan kelimeleri burada işleriz kalbimize. Anne, baba nedir; kardeş, ağabey, abla neresine düşer kalbimizin o evde öğreniriz. Arkadaş, oyun nedir; o evde tanırız. Ufacık bir dünya olsa da küçüklüğümüzün geçtiği ev, büyük dünyanın içerisine kurulmuş; orada talimini yaparız hayatın, ayrılığın, sabrın, hastalığın, acının, kaybetmenin, yalnızlığın. Ufacık bir dünya olsa da o ev, büyür bizimle, genişler zihnimizde çoğalan anılarla.

Çiçeğin rengi soldu, bitti şarkısı kuşun

(Ziya Osman)

Çocuklar büyüyüp de evlerinden ayrıldığında, başlar duvarların rengi solmaya, kapılar gıcırdamaya. Çocuklar taşınır taşınmaz eski evlerinden başka şehirlere, mahallelere; pencere önlerinde çiçekler solmaya yüz tutar, ağaçlar kurumaya. Çocuklar evden ayrılır, serçeler çatılardan, ağaçlardan. Issızlaşan evlerden, her mevsimin rüzgârı bir taş, bir tuğla alır götürür bilinmez nereye.

***

Çabucak geride kalıyor ninniler, oyunlar, oyuncaklar, yollar, sokaklar, evler, seneler… Yalnızca çocuk sesimizi, yüzümüzün rengini, kalbimizin neşesini süpürmüyor zaman; yaşadığımız, gördüğümüz, tutunduğumuz her şeyden de bir parçayı kopararak geçiyor üzerimizden. Sayfalarını yalnızca bizim çevirebildiğimiz ve asla kimselere gösteremediğimiz bir albüm oluyor maziye dair her mekân hafızamızda.

Bir rüyaya, masala dönüyor mazi, yürüdükçe bizler dünya üzerinde ve eşyalar, nesneler, mekanlar sessiz sedasız uzaklaşırken bizden, silinmiş harfler gibi kalıyor izleri hayat defterimizde.

Çocukluğumuzun geçtiği evler, mekânlar; çocukluğumuz kadar uzakta olmasa da önlerine vardığımızda hepsinin kulağımıza fısıldadığı ilk cümle: Bir varmış, bir yokmuş...

öteye kalan görüşme

 

2006 yılıydı ilk kitabım yayımlandığında. Hayli sıcak bir ikindi vakti okul önünde telefonum çaldı. Telefonu açtığımda karşıdan gelen ilk cümle "iyi geceler bayım"dı, vakit ikindiydi ama olsundu. Mevlana ağabey, dedim şaşkın ve telaşlı. Okulun ve trafiğin gürültüsü o anda kesildi, bir sükûnet yayıldı içime o konuştukça. Orada başladı her şey. Kitabınız elimde, dedi. Sesinizi sesime yakın buldum, dedi. Telefon numaranızı bir dostumdan rica ettim, dedi. Orada başladı dostluk, kardeşlik. Orada yeşerdi sonsuz bir muhabbet.

Sonrasında sık sık görüşmeye başladık kendisiyle yüz yüze değilse de. Sivas'ta düzenlenecek bir şiir programı için isim listesi yapan bir grup arkadaş, davet edecekleri şair listesi için yardım istediğinde Mevlana İdris’e sordum katılıp katılamayacağını. Kırmadı, geldi Sivas'a; daha da pekişti yakınlığımız. Sivas'tan ayrıldıktan sonra burada kalabalık bir mecliste çekilmiş fotoğrafı bana gönderdi: "Bir ucunda siz, bir ucunda ben" yazmıştı fotoğrafın altına. Gerçekten de otuza yakın kişinin oluşturduğu fotoğraf karesinin bir ucunda o vardı, bir ucunda ben. Muhabbetimiz sonraki dönemlerde katlanarak devam etti ve hep bir ucunda kendi ifadesi ile hazret vardı, bir ucunda ben; aramızdaki mesafelere, dünyaya rağmen.

Şiir, edebiyat programlarında görüştük, telefonla görüştük, Sivas'tan geçerken görüştük. Her fırsatta görüşmeye çalıştık hep. Bir gece yarısı Sivas'tayım, dediği de oldu, bir bayram dönüşü yarım saate Sivas'tan geçeceğim, dediği de.

Canım sıkkın, moralim bozuk olduğunda arardım, ilk cümlelerinden itibaren tüm karmaşa biterdi zihnimde, kalbimde olan. Mutlaka anlatacak bir fıkrası, kendinden yaşça ya çok büyük ya da çok çok küçük dostları arasında geçen hikmetli veya latif tespitleri, konuşmaları peş peşe anlatırdı. O, ne anlatsa dinlenirdi zira sesiyle değil, kalbiyle konuşurdu, hissederdim. Kalabalıklarda ya hep susar ya da mekan değiştirirdi.

Sohbetlerimiz arasında geçen küçük cümleler, daha evvel farkına varamadığım incelikleri anında yakalardı. Küçücük bir cümle, bir bilgi onun işareti ile birden büyürdü benim dünyamda da. Hayret eder, şaşırır ve bunu tavrını gizlemezdi. “Bunu yazmalısınız” derdi. Hikmet ve hakikat burcundaydı daima.

Şaşırdığı kadar şaşırtırdı da çoğu zaman. Gecenin bir yarısı Çerkezin Kahve’deyim, diye aradığı da oldu, sabahın ilk saatlerinde yarım saate Sivas’tayım hazret, dediği de. Bazen arkadaşlarıyla yol uğrattığı da olurdu Sivas’a. Biraz hava alalım diye çıktık, buraya kadar geldik, demişti son yüz yüze görüşmemizde. Dostlarını tanıştırmayı severdi.

Hiç beklemediğim anlarda ya bir mesaj ya bir telefon yahut uzaktan bir selam gelirdi kendisinden. Seneler evvel katılmadığım bir şiir programında, Hazreti Hüseyin ve Hüseyn Kaya’ya selam olsun, diyerek şiir okumaya başladığını mecliste bulunanlardan duyunca ne kadar mahcup olmuş, ne kadar sevinmiştim. Mustafa Kutlu ağabey bir şiirinizi okumuş; sizi sordu, dedi geçen Kurban Bayramı’nda. Bir dergiye şiir göndermeyeli çok oldu ağabey dedim, yanlışlık olmasın. Ben vermiştim bir şiirinizi bir dergiye dedi. Sohbetin detaylarını anlattı, her zamanki gibi mahcubiyet, hüzün, sevinç peş peşe işgal etti içimde bir yerleri.

Çağın hatta dünyanın çok ötesinde bir inceliği vardı ve belki de bana, bizlere farklı gelen bu incelik etrafında şekillenmiş düşünce tarzıydı. On beş seneyi aşan dostluk, kardeşlik sürecimizde bir defa “acil” kelimesini duydum kendisinden. Hazret, acil kargo adresi gönder, diyordu. Kitap yahut dergidir illaki diye düşündüm. Birkaç gün sonra kargodan gelen paketin kitap olmadığını elime alır almaz fark ettim. Ayakkabılarımdan bahsettiğim “Kırk Yedi” başlıklı yazımı okumuş, bir çift kırk yedi numara ayakkabı göndermiş, içine küçük bir not ve iki de kitap ilave etmiş. Ne denir, ne söylenir?.. Yaklaşık altı ay sonra yine adres istedi. Sezdim, yine ayakkabı gönderecek. Ağabey, mahcup oluyorum, dedim. Ben kullanamam sizden gelen bu ayakkabıları, saklarım. İstanbul’a getirir belki sizi bu ayakkabılar, dedi. Sustum. Bu son, dedi. Ayakkabıcı bir arkadaşımla okuduk yazıyı yeniden ve kendisi hediye göndermek istiyor. Ayakkabı geldi ancak iki numara büyüktü ve içine üç de çorap ilave edilmiş. Büyük gelirse ayakkabı çift çorapla giyersiniz diye düşündük, dedi. Ne çorapları kullandım, ne ayakkabıları. Kullanır mıyım, onu da bilmiyorum artık.

Yazılacak, anlatılacak çok şey var kendi ifadesi ile Hazret hakkında lakin hepsi anlatılmalı mı, bilemiyorum. O, biricik ve mahrem dünyasını herkese açmadı, açmak istemedi. O yüzden onu yazmak, onunla ilgili yazmak da hayli zor bir durum. Uzun cümlelerden, uzun şiirlerden, sahnede uzun süre kalmaktan hep kaçındı. Şiir, yazı onun için sadece bir sonuçtu. Dar bakışlar, basit tartışmalar, edebiyat camiasındaki küçücük çeteleşmeler ve ucuz hesaplar; onun dünyasının yanından bile geçmedi, şahidim. Ortam kalabalıklaştığında, meclisteki sohbetin rengi değiştiğinde ya susardı ya yürüyelim, derdi. Allah'ın bana lütfuydu benimle olan dostluğu. Şiire, İstanbul'a, dünyaya, çocuklara Allah'ın bir lütfuydu. Ağabeydi, dosttu, dervişti, sahih şairdi, candı. "Üstat, Hazret, Selam ve Hû" kelimeleri çiçeklenirdi dilinde, yazdığı satırlarda.

Ramazan Bayramında görüşmüştük en son. Uzun bir telefon görüşmesiydi. Sesindeki sükûnet her zamankinden fazla idi. Kendini hep yorgun hissettiğinden bahsediyordu. Sağlık meselesini çabucak geçiştirdi, beş on dakika sonra sohbet derinleşti. Fıkralar anlattı, İstanbul’daki dostları arasında geçen latif konuşmalar, hikâyecikler anlattı. Biraz içinin ferahladığını hissediyordum o anlattıkça. Bir saate yakın konuştuk ve Ramazan Bayramı’nda olmadı Kurban Bayramı’nda görüşelim dedik. O da nasip olmazsa bu yaz Ya Maraş ya Sivas ya İstanbul’da görüşmek üzere sözleştik. Sonrası kendisini seven herkesin bildiği süreç, sonrası hepimizin üzerine çöken hüzün.

Görüşmek üzere sözleşmiştik, öte tarafa kaldı görüşmemiz.  

mostar, temmuz 2022 

sağdan itibaren: ahmet tezcan, mevlana idris, hüseyn kaya, mehmet küpeli

sağdan itibaren ahmet tezcan, mevlana idris, hüseyn kaya, mehmet küpeli