melal bahçesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
melal bahçesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Temmuz 2022 Cuma

öteye kalan görüşme

 

2006 yılıydı ilk kitabım yayımlandığında. Hayli sıcak bir ikindi vakti okul önünde telefonum çaldı. Telefonu açtığımda karşıdan gelen ilk cümle "iyi geceler bayım"dı, vakit ikindiydi ama olsundu. Mevlana ağabey, dedim şaşkın ve telaşlı. Okulun ve trafiğin gürültüsü o anda kesildi, bir sükûnet yayıldı içime o konuştukça. Orada başladı her şey. Kitabınız elimde, dedi. Sesinizi sesime yakın buldum, dedi. Telefon numaranızı bir dostumdan rica ettim, dedi. Orada başladı dostluk, kardeşlik. Orada yeşerdi sonsuz bir muhabbet.

Sonrasında sık sık görüşmeye başladık kendisiyle yüz yüze değilse de. Sivas'ta düzenlenecek bir şiir programı için isim listesi yapan bir grup arkadaş, davet edecekleri şair listesi için yardım istediğinde Mevlana İdris’e sordum katılıp katılamayacağını. Kırmadı, geldi Sivas'a; daha da pekişti yakınlığımız. Sivas'tan ayrıldıktan sonra burada kalabalık bir mecliste çekilmiş fotoğrafı bana gönderdi: "Bir ucunda siz, bir ucunda ben" yazmıştı fotoğrafın altına. Gerçekten de otuza yakın kişinin oluşturduğu fotoğraf karesinin bir ucunda o vardı, bir ucunda ben. Muhabbetimiz sonraki dönemlerde katlanarak devam etti ve hep bir ucunda kendi ifadesi ile hazret vardı, bir ucunda ben; aramızdaki mesafelere, dünyaya rağmen.

Şiir, edebiyat programlarında görüştük, telefonla görüştük, Sivas'tan geçerken görüştük. Her fırsatta görüşmeye çalıştık hep. Bir gece yarısı Sivas'tayım, dediği de oldu, bir bayram dönüşü yarım saate Sivas'tan geçeceğim, dediği de.

Canım sıkkın, moralim bozuk olduğunda arardım, ilk cümlelerinden itibaren tüm karmaşa biterdi zihnimde, kalbimde olan. Mutlaka anlatacak bir fıkrası, kendinden yaşça ya çok büyük ya da çok çok küçük dostları arasında geçen hikmetli veya latif tespitleri, konuşmaları peş peşe anlatırdı. O, ne anlatsa dinlenirdi zira sesiyle değil, kalbiyle konuşurdu, hissederdim. Kalabalıklarda ya hep susar ya da mekan değiştirirdi.

Sohbetlerimiz arasında geçen küçük cümleler, daha evvel farkına varamadığım incelikleri anında yakalardı. Küçücük bir cümle, bir bilgi onun işareti ile birden büyürdü benim dünyamda da. Hayret eder, şaşırır ve bunu tavrını gizlemezdi. “Bunu yazmalısınız” derdi. Hikmet ve hakikat burcundaydı daima.

Şaşırdığı kadar şaşırtırdı da çoğu zaman. Gecenin bir yarısı Çerkezin Kahve’deyim, diye aradığı da oldu, sabahın ilk saatlerinde yarım saate Sivas’tayım hazret, dediği de. Bazen arkadaşlarıyla yol uğrattığı da olurdu Sivas’a. Biraz hava alalım diye çıktık, buraya kadar geldik, demişti son yüz yüze görüşmemizde. Dostlarını tanıştırmayı severdi.

Hiç beklemediğim anlarda ya bir mesaj ya bir telefon yahut uzaktan bir selam gelirdi kendisinden. Seneler evvel katılmadığım bir şiir programında, Hazreti Hüseyin ve Hüseyn Kaya’ya selam olsun, diyerek şiir okumaya başladığını mecliste bulunanlardan duyunca ne kadar mahcup olmuş, ne kadar sevinmiştim. Mustafa Kutlu ağabey bir şiirinizi okumuş; sizi sordu, dedi geçen Kurban Bayramı’nda. Bir dergiye şiir göndermeyeli çok oldu ağabey dedim, yanlışlık olmasın. Ben vermiştim bir şiirinizi bir dergiye dedi. Sohbetin detaylarını anlattı, her zamanki gibi mahcubiyet, hüzün, sevinç peş peşe işgal etti içimde bir yerleri.

Çağın hatta dünyanın çok ötesinde bir inceliği vardı ve belki de bana, bizlere farklı gelen bu incelik etrafında şekillenmiş düşünce tarzıydı. On beş seneyi aşan dostluk, kardeşlik sürecimizde bir defa “acil” kelimesini duydum kendisinden. Hazret, acil kargo adresi gönder, diyordu. Kitap yahut dergidir illaki diye düşündüm. Birkaç gün sonra kargodan gelen paketin kitap olmadığını elime alır almaz fark ettim. Ayakkabılarımdan bahsettiğim “Kırk Yedi” başlıklı yazımı okumuş, bir çift kırk yedi numara ayakkabı göndermiş, içine küçük bir not ve iki de kitap ilave etmiş. Ne denir, ne söylenir?.. Yaklaşık altı ay sonra yine adres istedi. Sezdim, yine ayakkabı gönderecek. Ağabey, mahcup oluyorum, dedim. Ben kullanamam sizden gelen bu ayakkabıları, saklarım. İstanbul’a getirir belki sizi bu ayakkabılar, dedi. Sustum. Bu son, dedi. Ayakkabıcı bir arkadaşımla okuduk yazıyı yeniden ve kendisi hediye göndermek istiyor. Ayakkabı geldi ancak iki numara büyüktü ve içine üç de çorap ilave edilmiş. Büyük gelirse ayakkabı çift çorapla giyersiniz diye düşündük, dedi. Ne çorapları kullandım, ne ayakkabıları. Kullanır mıyım, onu da bilmiyorum artık.

Yazılacak, anlatılacak çok şey var kendi ifadesi ile Hazret hakkında lakin hepsi anlatılmalı mı, bilemiyorum. O, biricik ve mahrem dünyasını herkese açmadı, açmak istemedi. O yüzden onu yazmak, onunla ilgili yazmak da hayli zor bir durum. Uzun cümlelerden, uzun şiirlerden, sahnede uzun süre kalmaktan hep kaçındı. Şiir, yazı onun için sadece bir sonuçtu. Dar bakışlar, basit tartışmalar, edebiyat camiasındaki küçücük çeteleşmeler ve ucuz hesaplar; onun dünyasının yanından bile geçmedi, şahidim. Ortam kalabalıklaştığında, meclisteki sohbetin rengi değiştiğinde ya susardı ya yürüyelim, derdi. Allah'ın bana lütfuydu benimle olan dostluğu. Şiire, İstanbul'a, dünyaya, çocuklara Allah'ın bir lütfuydu. Ağabeydi, dosttu, dervişti, sahih şairdi, candı. "Üstat, Hazret, Selam ve Hû" kelimeleri çiçeklenirdi dilinde, yazdığı satırlarda.

Ramazan Bayramında görüşmüştük en son. Uzun bir telefon görüşmesiydi. Sesindeki sükûnet her zamankinden fazla idi. Kendini hep yorgun hissettiğinden bahsediyordu. Sağlık meselesini çabucak geçiştirdi, beş on dakika sonra sohbet derinleşti. Fıkralar anlattı, İstanbul’daki dostları arasında geçen latif konuşmalar, hikâyecikler anlattı. Biraz içinin ferahladığını hissediyordum o anlattıkça. Bir saate yakın konuştuk ve Ramazan Bayramı’nda olmadı Kurban Bayramı’nda görüşelim dedik. O da nasip olmazsa bu yaz Ya Maraş ya Sivas ya İstanbul’da görüşmek üzere sözleştik. Sonrası kendisini seven herkesin bildiği süreç, sonrası hepimizin üzerine çöken hüzün.

Görüşmek üzere sözleşmiştik, öte tarafa kaldı görüşmemiz.  

mostar, temmuz 2022 

sağdan itibaren: ahmet tezcan, mevlana idris, hüseyn kaya, mehmet küpeli

sağdan itibaren ahmet tezcan, mevlana idris, hüseyn kaya, mehmet küpeli

23 Temmuz 2020 Perşembe

hüseyin kaya'nın derin hüznünün acı meyvası

selçuk karakılıç


Yahya Kemal, ne zaman yazdığını tespit edemediğimiz “Resimsizlik ve Nesirsizlik” başlıklı yazısında, “Milliyetimizi, kendime göre idrak ettiğimden beri dilimden düşmeyen bir cümle budur: Resimsizlik ve nesirsizlik… Bu iki feci noksanımız olmasaydı bizim milliyetimizi bugün olduğundan yüz kat daha kuvvetli olurdu.” diyerek resim ve yazıya olan kayıtsızlığımızdan bahseder.

Paris’te Louvre Müzesini gezen, Picasco’nun sergilerindeki hıncahınç kalabalık karşısında hayranlığını gizleyemeyen ve Madrid Büyükelçiliği sırasında davet edildiği şatolarda, ressam Velaskes ve Goya’nın tablolarının önünden dakikalarca ayrılmayan Yahya Kemal’in memlekete döndükten sonra resim aşkının günbegün arttığı görülüyor. Daha çok parnasyen şairlerin etkisiyle resme ilgi duyan Yahya Kemal, sözünü ettiğimiz “Resimsizlik ve Nesirsizlik” yazısına şöyle devam ediyor:

Eğer Türk milletinin resim bir, nesir iki, bu iki sanatı olsaydı bugün milliyetimizin kudreti, olduğundan yüz kat daha fazla olurdu. Muhayyileyi en fazla işleten bu iki sanatı talih bizden esirgedi. Cedlerimizin resimleri yok, onları hemen hemen bilmiyoruz. Minyatürlerden Avrupa’nın o asırlardaki ressamlarının levhalarından hayal meyal onları seziyoruz. Nesrimiz, resmimize göre vardı. Lakin yazık ki nesrimiz, üç kusurla maluldür. Çok az yazı yazmışız, çok kötü yazı yazmışız, çok kısa yazı yazmışız.”[1]

 

Bu ilginç yazıdan çıkaracağımız tabii sonuç, o yıllarda zengin ve seçkin şiir hayatının olması kadar, nesre ve resme yeteri kadar eğilim göstermediğimiz ve önemsemediğimizdir. Aslında Göl Saatleri’ni (Evkaf Matbaası, 1921, s. 63) yayımlayarak akşamın dinginliğini ruhlarımıza üfleyen Ahmet Haşim, önce “Örümcek Ağı” (1925) ile başlayan sonra “Kaldırımlar” (1928) ile devam eden Necip Fazıl şiirinin eksantrik ve mistik havası, Faruk Nafiz’in memleket kokan şiirlerinin yanında Refik Halit’in Memleket Hikâyeleri (1919) gibi, Yakup Kadri’nin Erenlerin Bağından (1922) gibi, Halide Edip’in Ateşten Gömlek (1923) gibi kuvvetli, özenli ve artistik nesir yazarlarının ve eserlerinin olması bile, bu resmi olmayan nesri kıymetlendirmiyor Yahya Kemal için...

Şairimizin, bu “seçkin nesir”lerin varlığına rağmen nesirsizlikten şikâyetini anlamlandıramıyoruz. Üstelik artistik nesrin fikir ve çığır açıcısı Falih Rıfkı, Suriye hatıralarını Ateş ve Güneş’te (1918) toplamış, 1930’lara doğru ise orijinal yazış ve duyuşa sahip fantezist nesrin yazıcısı Arif Nihat’ın ayak sesleri de duyulmaya başlamışken…

Fakat “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” gibi bir şahesere imza atan şairin seziş ve hissediş kabiliyeti burada daha da bir anlam kazanıyor: Mehmet Akif hariç kimsenin aklından geçirmediği yahut geçirdiyse bile dillendiremediği “resim” sanatının yokluğunu ilk fark eden sanatkâr olması ve bunu ifade edebilmesi önemli bir fark ediştir.

İşte bu, şairin çağrışımlarla dolu muhayyilesinin devamlı aksiyon içinde olduğunu gösteriyor. Onun şiirde olduğu kadar, nesirde olduğu kadar resim sanatının da farkında oluşu, sanatkâr sezgisinin kuvvetinden ileri gelmektedir.

Ne var ki, bugünlerde, Yahya Kemal’in eleştirdiği resimsiz ve nesirsiz edebiyat ırmağının yerine “şiirsiz bir edebiyat âlemi” karşımızda bulunuyor. Ancak bizim asıl şikâyetimiz, şairsiz ve şiirsiz oluşumuzdan ileri gelmiyor. Aksine şair bolluğunun olduğu bir ortamda, yeni ve farklı bir şiirin uzun zamandır sesini duymamamızdan kaynaklanıyor. Bizi, maddeci dünyanın demir pençesinden bir nebze kurtaracak, hislendirecek, sevindirecek “has şiire” ihtiyacımız çoğalarak artarken bu iştiyakımızı karşılayacak, hasretini çektiğimiz şiire ruh üfleyecek şairler arıyoruz.

İşte, şairlik kumaşı sağlam, gelenekten beslenerek yenilenmiş bir şiirle beslenen Hüseyin Kaya’nın mısraları bu şiirsizlik ortamında bizi alıp götürüyor âdeta. Son yirmi yılda, şiirimizin lirizme hapsolduğu bir dönemden sonra Kaya’nın şiirleriyle hüznü, acıyı, kederi yeniden hatırlamış olduk.

Hüseyin Kaya, 2006 yılında yayımladığı Çekil Gideyim Hayat isimli şiir kitabı ile beş yıl sonra neşrettiği Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz (Ötüken, 2012) ve Melâl Bahçesi (Sütun, 2013) isimli (ilki ve üçüncüsü şiir, ikincisi ise nesir) kitaplarıyla bizde bıraktığı ilk intiba romantik ve hüzünkâr bir şairin ele avuca sığmayan melali oldu.

Şairin melali gün geçtikçe artmış, kederi çoğalmış, hüzün evine bağdaş kurmuş oturmuştur. Ve en sonunda ise melal bahçesinde elem çiçekleri açmıştır… Aşırı hassas ruh hâlinin açtığı yaralar ise şairi, iç dünyasının dışına çıkarmıyor. Aksine içine kapattıkça kapatıyor, hüznün kalesine girdikçe giriyor…

Yalnız şair, Çekil Gideyim Hayat’ta (Kaya, 2006: 7), “Hüzünler evi” ismiyle bir bölüm açıyor. “Hüzünler evi”nde karamsar bir ruh hâline sahip şairin kimseye belli etmediği, ama fark edilen hüznünün tablo tablo resimleri de bulunuyor.

Yusuf suresinin 86. ayeti olan “Ben hüznümü, kederimi ancak Allah’a şikâyet ederim”i epigraf olarak seçen şairin tercihinin bize çok anlamlı geldiğini söyleyebiliriz. Bu gizlenmeye çalışılan hüznün, kederin sonu yok mu? Şair, daha önce Çekil Gideyim Hayat’ta kederini “Hüzünler evi”ne saklamışken Melâl Bahçesi’nde artık melâle dönüşmüş, evden bahçeye çıkmış, hayat karşısındaki yorgunluk artmış, bezgin ve bedbin bir ruha evrilmiş bulunuyor. Yani azalacağının, şairin peşini bırakacağının yerine hüzün çoğalmaya devam ediyor…

Onun şiirlerinde, dışa dönük, sosyal veya toplum merkezli bakış açısından ziyade sanatçının kendi “ben”i ön plandadır diyebiliriz. Kaya’nın iç dünyasının izlerini taşıyan hem nesri hem de şiirlerinin en belirgin özelliği “hüzün kuşatması” altında olduğunu söylemek pekâlâ mümkündür. Bu hüzün ve karamsarlığın altyapısını oluşturan, şairi melankoli denizinde yüzdüren asıl duygu ise yaşanılan hayatın çekilmezliği olabilir mi? Şair mi bu dünyanın yükünü kaldıramıyor yahut dünya mı şairin yükünü çekemiyor?

Çekil Gideyim Hayat’ın (Lamure, 2006: s. 7) iç kapağına bilerek ve isteyerek “hüzünler evi” yazan şairin yaşadığı elemin arka planını şu kelimelerden yola çıkarak takip etmek ve Kaya’nın hüznünü daha da anlamlandırmak mümkündür: “Hep aynı çöl”, “bu hüzün kıssasının ortasındayım”, “hayatın mültecisi bir kalp”, “yağmalanmış ömrüm”, “kısadır geçer hayat dediğin”, “kavruk yüreğim”, “surların önündeyim”, “beni hayata değil kendine bağla”, “acıyla sarıyorum acıyan yerlerimi”, “içimde tek hüzün kaldı” gibi söz veya söz öbeklerine bakılırsa şairin hassas ruh hâli ve karamsarlığı görülecektir.

Elem ve kederi sevincin bir parçası gören Suarés, “elem birdir” diyerek aslında bütün kederlilerin bir mabette toplandığını söylerken hiç de haksız sayılmaz. Hüseyin Kaya’nın şiirleri aynı kederi ve ızdırabı paylaşanların aynı mabette toplandıklarını da gösteriyor: “Çöl”, “Hüzün Kıssası”, “Nehir”, “Elem Çiçeği”, “Ortada”, “Muğber”, “Masalın Bittiği Yer” başlıklı şiirler sanatçının hüznünü ele veren, kuşatılmışlık duygusunu gözler önüne seren parçalardır.

Hüzünler devşirip, onları bir bahçede toplayan Hüseyin Kaya’nın Melâl Bahçesi, şairin daha önce yayımladığı Çekil Gideyim Hayat isimli ilk şiir kitabından seçme şiirler ile birlikte yeni şiirlerden oluşmaktadır. Yani bir bakıma şair, kendince bir seçim yaparak eskilerle yenileri hüzün bahçesinde harmanlamayı denemiş…

Melâl Bahçesi’nin ilk şiiri ise “Rüya” ile başlıyor. Fakat bu, sevgilinin adını yazmak bir yana dursun, ismini dilinde gezdirmek yükünü bile taşıyamayan şairin korkulu hülyasıdır bu rüya… Uyanıkken görülen rüyanın sonunda yorgun ve kırgın, yalnız ve kederli bir şair görünür ufkumuzda:

“ah efendim sizin de yanar mı içinizde

unutulmuş bir sure gibi uzak her yıldız

yoruldum ah efendim bu dünya denizinde

aynı rüyada bile yalnızız hep yalnızız”

Melâl Bahçesi’nin “beytü’l ahzan” bölümüne kadar ölüm temasının arttığını görmekteyiz. “Gölgesi bile ağır bu hayatın altında” şairin kalbi kırıldıkça kırılıyor, teselliden ise nasibi azaldıkça azalıyor…

“gölgesi bile ağır bu hayatın altında

 kalmıyor teselliden sabırdan nasibimiz

hepimizin içinde gün görmeyen bir oda

yağmur bile dokunsa kırılıyor kalbimiz”

Şair, kitaba ismini veren ve böylece ön plana çıkıveren “Melâl Bahçesi”nde, Cahit Sıtkı’yı aratmayacak ölüm vurgusu ve yalnızlık korkusuyla bizi başbaşa bırakıyor:

“her çiçeği süsler ölüm korkusu

 güz ne kadar uzak durursa dursun

 perdelere sinmiş yağmur kokusu

 anneniz uyuyor çocuklar susun

….

ve kalp de yorulur hep titremekten

bir gülün üstüne gülden habersiz

göçüyorum parça parça gölgemden

ah çocuklar sararıyor bahçemiz”

“ah çocuklar sararıyor bahçemiz” diyerek etrafındaki dostlarının başka bir mekâna göç eylediğini söyleyen şair “Dünya Hâli”nde, sonsuzluk kervanının yaklaştığını belirterek uyku gibi gelen ayrılığı şöylece tarif etmektedir:

“uyku gibi gelir ayrılıklar da

ağırlaşır kollar saatler kanar

son sayfası eksik bir kitap dünya

şiirler şarkılar buraya kadar”

Melâl Bahçesi’nin ilk bölümünde Kaya, hayat karşısında yılgın bir görüntü vermektedir. “Rüya”, “Dünya”, “Kelebeklerin Ahı”, “Melâl Bahçesi”, “Kaza Namazı”, “Hatıra”, “Küstüm Çiçeği”, “Dünya Hâli” yalnız bir adamın kuşatılmışlığını en iyi ifade eden örneklerdir.

Melâl Bahçesi’nin (2013, s. 27) “beytü’l ahzan” bölümünün ilk şiiri olan “Çöl”de ise anlatılmaz bir karamsarlık havasının hâkim olduğu daha ilk mısralarında kendini ele veriyor. Kuşkusuz her sanatçı, yaşayıp gördüğünü terennüm etmekle görevini yapmış oluyor. Hayatın bir tarafı sevinç, öteki tarafı kederden ibaretse her ikisinin aynı ölçü içinde seyretmesi daha bir insanı kuşatıyor. Ama buradan bakıldığında şairdeki yeis ve karamsarlık alıp başını gitmişe benziyor:

“bir hicrana emanet yele düşmüş ömrüme

bundan sonra bin bahar gelse ne gelmese ne”

Burada şairin, ömrünün son baharını yaşayan bir kimse gibi ümitsizliğe kapılması bir kırgınlığın varlığını hissettiriyor. Şiirin kalan dörtlüğünde, asıl varmak istediği menzili haber veriyor. Yaşama hevesini kaybetmiş görünen, serazat ve boş vermişlik hissi uyandıran bu şiirde, Kaya’nın rest çeker gibi bir hâli vardır:

“olsa ne olmasa ne bu masalın sonrası

hep aynı çöl ruhumdan cennetime dökülen

yeniden yaşasaydım dediğim bir günüm yok

çekil gideyim hayat çekil gideyim senden”

Şairi hayattan bu kadar kopartan ve uzaklaşma isteğini doğuran ana sebep ne olabilir? Aşk vurgunu mu, baba özlemi mi, dost kahrı mı, hayatın çekilmezliği mi, yalnızlık mı? Bu saydıklarımızın belki sadece biri, belki de tamamı sebeplerden biri olabilir. Ama onun asıl melalini artıran, kalabalılar içinde yalnızlaştıran hatta hayattan uzaklaşma eğilimini günbegün artıran unsurun zaman ve mekân karşısında tutunamayışı gibi geliyor.

Zaman zaman bizler de yeis, ümitsizlik denizinde savrulmuyor muyuz? Tutunacak dalımızın olmadığı hissine kapılarak “hayattan çekilmeyi” düşünmüyor muyuz? İşte şair, belki de sadece kendi ben’ini merkeze alarak yazdığı “Çöl”de, hemen hemen herkesin başındaki elemi farkında olmaksızın dile getirdiğini söyleyebiliriz.

Türk şiirinde “baba”ya yazılmış şiirler belki bir elin parmaklarını geçmezken, “anne” şiirleri yahut “anne”den bahseden mısraların hacmi epey büyük bir yer teşkil eder. Aradaki bu orantısızlığın sebebi, “baba”larımızın çocuklarını kucaklarına almayışı, onları açıktan sevmeyişi veya çocukla arasına belirgin bir mesafe koyması olabilir. Baba-oğul arasındaki derin kırılmaların meydana getirdiği “baba kompleksi” ise şiirimize de yansıyor…

Bu itibarla birkaç örnek verecek olursak Mehmet Akif-Emin, Tevfik Fikret-Haluk, Nâzım Hikmet-Memet gibi şair babalar ile oğulları arasındaki yol ayrılıkları, çocukların babalarına olan sevgisini azaltmış, onları birbirinden uzaklaştırmıştır. Tabii, bütün toplumu çocukları görerek onların doğru yolu bulmaları için çırpınan şair babalar, esasında kendi öz çocuklarının acılarıyla, sevinçleriyle yeterince ilgilenememekte daha da ötesi onların duygularına hitap edecek sözler söyleyememektedirler. Bütün bunlar daha sonraları başlayacak kasırgaların, kırgınlıkların habercisi ve babaya olan soğuk bakışın işaretleridir. Yeniden şiir tarihimize dönelim ve asıl sorumuzu soralım: “Türk şiirinde babasına seslenen veya doğrudan baba özlemiyle şiir yazan kaç şair vardır?”

Necip Fazıl Kısakürek üç Ömer Bedrettin Uşaklı iki, Fazıl Hüsnü Dağlarca üç, Arif Nihat Asya bir, Yavuz Bülent Bakiler altı şiirini annelerine hasretmelerine rağmen, babalarına dair ya hiç şiir yazmamışlardır yahut temas edip geçmişlerdir.

Şiirimizde belki yukarıda işaret ettiğimiz sebeplerden ötürü babasına şiir yazan şair sayımız ne yazık ki çok azdır. Baba temalı yazılmış şiirlerde ise en belirgin özellik kuşatılmışlık hissi veren ve sitem yüklü mısraların ördüğü şiirler ön plandadır.

İşte baba kompleksi taşımadan, babasına doğrudan seslenen, onun yokluğundan doğan acılarını yine ona anlatan Hüseyin Kaya, “Geçerken” şiirinde yalnız, çaresiz, yaşama hevesini ve umudunu yitirmek üzere bir genç adamın hüznünü anlatır. “Sen baba sen bilirsin bu öykünün sonunu” diyen şair, yanında olmayan sevgili babasına şöyle sesleniyor:

“bana ne yaşamak de

ne de denizi anlat

hiçbir yerinde böyle

böylece bu hayatın

hiçbir yerinde aşkın

her yerinde acının

ben  burda

kaldım baba

ben

böyle yaşıyorum

yaşadığımı

böyle

ben böyle geçiyorum geçtiğim ateşlerden”

 “Elem Çiçeği”nde ise şair, babasının yokluğunu, çocuk yüreğinde bıraktığı kavruk yaranın acısını, ondan çok uzakta, belki hiç gelmeyecek babasına sitemkâr bir edayla sesleniyor:

“bir kez oğlum deseydin olmazdı acılarım

kıncıtmazdım dağımda yeşeren baharları

baba

sevgili babam

ben böyle yitiyorum

bir kez karanlığıma doğmadan bakışların”

Şair, babasının bir kez bakışına (bu bakış ister tebessüm eden ister sert bir baba bakışı olsun) karanlıktan çıkmak için ümit bağlamaktadır. Hüseyin Kaya, “Masalın Bittiği Yer” şiirinde ise aşk vurgunu bir kalbin hicranını çok sakin bir üslupla anlatıyor:

“beni bilme

akıyor iki gözüm önüme

unutulan yeminin bedeli böyle imiş.”

Hüseyin Kaya’nın masalı burada bitiyor. Yalnız bitmeyen, artan, çoğalan bir hisler yumağı var. Hüseyin Kaya, elem çiçeklerini, Melâl Bahçesi’nde büyütmeye, onlarla yaşamaya devam ediyor. Bakalım bu melal daha ne kadar sürecektir?


kaynak: Türk Dili Dergisi, Cilt: CV Sayı, 739, temmuz 2013



[1] Yahya Kemal, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Çemiyeti Yayınları, İstanbul 2012, s. 71.

12 Temmuz 2020 Pazar

hüzün bahçesi

recep şükrü güngör

 

Şiir serüvenini bildiğimiz şairlerin kitapları bana ayrı bir tat verir. Mısraları nasıl kurduğunu, nelerin tesiri ile yazdığını bilir ve şiiri ona göre anlarım, anlamaya çalışırım.

Hüseyin Kaya da o şairlerimden biridir. Şiir yolculuğu Ruzigar dergisi ile başladı. O zamanlar Sivas edebiyat fakültesinde öğrenci idik. Ben de ilk öykümü Ruzigar dergisinde yayınlamıştım.

Hüseyin Kaya ilk önce aruzla gazeller yazdı. Daha sonra aruzu bırakıp serbest tarzda ama aruzluymuş hissi veren beyitlerle gazel formunda şiirler yazdı. Üçüncü aşamada ise tamamen serbest ölçülü, beyit görünümünden sıyrılmış, dörtlük, yedilik, onluk formlarda şiirler kaleme aldı.

Kaya, biçimsel değişiklik yaşadı ama temel konu (duygu, ana duygu, ana düşünce, ana fikir, mesaj) dan ayrılmadı. Onun tutumu Mustafa Kutlu’yu hatırlatır. Mustafa Kutlu’nun değişmeyen konusu yoksulluktur. Hüseyin Kaya’nın konusu ise hüzündür. İlk şiir kitabının adı Çekil Gideyim Hayat. İkinci şiir kitabı ise Melal Bahçesi. Şiirleri zaten hüzünlüdür. Hep hüzünlü. Kitaplarının adları da öyle.

Neden hep hüzün anlatır şair?

Sanatçı neyi yaşar, neyi idrak ederse onu anlatır. Hüseyin Kaya, tanıdığım günden beri hüzünle yaşadı. Önceleri devletten, yönetimden, sistemden, devlet adamlarından, toplumsal dezenformasyondan, ahlaksızlıktan şikâyet ederdi. Sonraları gözlerinde başlayan ağrı onu başka bir hüzne döndürdü. Bu durum ona bir iç konuşmada kazandırdı.

Melal Bahçesi için şairin iç konuşmaları, hesaplaşmaları desek yeridir.

Hüseyin Kaya, yavaş yavaş gözlerini kaybediyor. Dünyaya kapanıyor. Şimdilerde yurt dışından getirttiği lensle hayata tutuyor. Lensi çıkardığında dünya ona kararıyor. Gözlerinin yavaş yavaş görme yetisini yitirdiği dönemde çıkardığı şiir kitabına verdiği ad manidardır: Çekil Gideyim Hayat. Hayatın gözlerinden uzaklaştığını gördükçe hastalığa hayıflanmadı, hayatla hesaplaştı. Hatta ölümü istediğini açıktan söylemese de imge ile hayattan çekilmek istediğini belirtti.

Melal Bahçesi, Yusuf suresinde geçen “ben hüznümü, kederimi ancak Allah’a şikayet ederim.” Ayeti ile açıyor kapağını.

Şair, kitabın ikinci şiiri “dünya”da “yine de bakıyorsun içine gözlerimin/bakar gibi perdeli bir camın arkasına/oysa çoktan kayboldum içinde bu gölgenin/ve karıştı ruhumun beyazı karasına” dizeleri gözlerinin halini ele veriyor. Hayatı ile şiiri arasında derin bir bağ kuruyor. Kitaba Yusuf suresinden bir ayetle başlaması şairin mümin duruşunu ortaya koyuyor. Melal Bahçesi kitabında ailenizle okuyamayacağınız bir dize yok. Bütün şiirleri eşinizle, anne babanızla okuyabilir, hüzünlenebilirsiniz. Sadece hüzün değil elbette. Çağ eleştirisi, nesil eleştirisi ve gelecekten ümit söze getirilmiştir.

Melal bahçesi kitabını iki sözcük özetliyor: İç, göz. Şair gözlerini kaybettikçe içe dönüyor. Gerçek hayatta da böyle. Buna ne diyorduk? Büyülü gerçekçilik değil mi? Hüseyin Kaya, büyülü gerçekçi olduğunu kabul etmez belki. Ama şiirlerinde o var. Epeyce var. “ben kaldım zaman geçti düştüm senin gözünden” dizelerinde büyüleyicilik yok mu? Şairin gözleri yok mu? Her ikisi de var. Üslup da var. Sözü süsleyerek söyleme yani sanatlı söyleme de var. şairden de bu beklenir zaten.

Dünyanın türlü halleri, kalleşlikleri olmaz Hüseyin Kaya’da. Çünkü o dürüst ve samimi adamdır. Sahtekârlıklara bulaşmamıştır. Onun için dizelerinde de hayatında ne varsa o var. Gördükleri, yaşadıkları, duydukları, hissettikleri… Hayat var kısacası. Şairin içinde yeşeren hayat yeni hayat var.

Şekil yönünden bakalım biraz da. Kitap iki bölüme ayrılmış. İkinci bölüm de Yusuf suresinden bir ayetle açılıyor: “Ve üzüntüsünden gözleri ağardı. Artık üzüntüsünü içinde saklıyordu.”

Kimi şiirleri dörtlüklerle ve ölçülü yazıyor, kimi şiirleri de ölçüsüz serbest nazım biçiminde yazıyor. Her ikisinde de başarılı. Her iki tarzda da usta.

Şairin en beğendiğim tavrı manayı şekle, şekli manaya feda etmemesi. Her ikisini de ahenkli bir şekilde dengelemesi. Bu her şaire nasip olmaz.

Hüseyin Kaya’nın Melal Bahçesi aynı zamanda sehli mümteni tarzının da  yeni şiirimizde temsilcisi sayılabilir. Yukarıda sözünü ettiğim gözleriyle ilgili mevzu daha iyi anlaşılsın diye kitabın son şiirini alıntılayarak noktalıyorum.

GÖZLERİNDEN VURULAN

Çocuklar parka gitti belki de hiç dönmezler
Dedeleri balkondan görse de baksa bari
Ah ben de bakabilsem koşup da peşlerinden
Kaldırım ortasında sessiz bir ağaç gibi

 

Ben yine kaldım burda onlar da öyle gitti
Penceremin önünde karardı tek güneşim
Daha hiçbir aynadan görmeyecekler beni
Solmuş iki gül şimdi gözlerim… ah gözlerim

 

kaynak: risale haber

 

http://www.risalehaber.com/huzun-bahcesi-183795h.htm

 


9 Temmuz 2020 Perşembe

hüseyin kaya'nın "şiir hâli": melâl bahçesi üzerine

mustafa nurullah ccelep

1.

Hüseyin Kaya’nın ‘şiir hâli’, ‘dünya hâli’ ile koşut nitelikler taşır. Taşrada bir şiir gencinin dünyaya, hayata ve aşka dair hallenmeleridir Melâl Bahçesi. Bu şiirler, titrek bir lirizmi, kırılganlığı, ince bir kederle yüklü hüzünlenmeleri, bir yürek genişliğinde onu esrik kılan ağrılı, sızılı ve acı renginde bir gönlü bünyesinde taşır.
Hüzün duygusunu, ‘sebepsiz kederlenme hali’ olarak tanımlarsak, şairin derin hüznüne somut-birebir karşılık aramak ve neden-sonuç ilişkisi içinde akla yatkın bir yanıt bulmak, mümkün olmayacaktır. Şairin melankolisinin nesnel bir nedeni ve dayanağı yoktur. Bu bize, Türk şairine, romantizmden gelen-yansıyan, yüzü bazen tabiat görünümlerine bazen insan ruhunun kırıklı aynasına akseden bir duygu durumudur. Bu ise lirizme özgü bir şiir halidir.

Doğu’nun lirik şairi elbette romantizmde kendi kalp haritasına yakın bir ışık-kırık yansıyan bir aks’i- yakınsayacaktı ve o romantizmdeki duygu alacalarını dünya içre haline daha uygun buldu.

Oysa Batı’da romantizm, katı gerçekçilerin sert kaidelerine sanatsal bir reaksiyonla doğdu. Buradan Romantizmin, Batı’da tesis edilmeye çalışılan akılcı realizme bir tepki şeklinde vücut bulduğu çıkarsamasında bulunabiliriz. Akılcı değerlerle inşa edilemeye çalışılan siyaset, toplum ve kültür düzenini yumuşatmak içindi romantizmin hareket mantığı. İnsan aklının hayalden yoksun analitik yapısına bir genişleme sağlamak içindi. Batı toplumlarındaki bir etki-tepki medceziri ile bu kritik zamanlarda Batılı sanat ve edebiyat adamının dünyası hayalden ve imgelemden yana genişleyerek şekillendi.
Batı’da Sanayi Devrimiyle bir toplum ve bir kültür yeniden kuruluyor, ekonomi eksenli bir yapılanma tesis edilmeye çalışılıyordu. Bu muhkem yapılanma karşısında Batılı sanat ve edebiyat eri çareyi hayalin ve imgelemin geniş düzlüklerinde buldu: Yaratıcı akla nefes aldırdı. İnsan ilişkileri mantığın tahkim edilmiş kaideleri uyarıca işliyordu ve Batılı şair, şiir sanatının nüfuz kabiliyetini de kullanarak, mantığın ötesinde ve mantığın sınırlarını zorlayan yeni bir mantık kurguladı, yeni bir soluklanma alanı inşa etti.

Romantizmin Batı edebiyatındaki doğuş anı bu ve benzeri gerekçelere dayanıyordu.

Türk edebiyatında romantizm ise, kaynağını Divan edebiyatında bulan bir ruh halinin Batı’dan tercümelerle aktarılmasıydı. Divan’larda doğuya özgü lirizm zaten bir duygu kadrosu/atlası/haritası biçiminde şekillenmiş/manzum edilmiş haliyle vardı. Tanzimat’la birlikte bu manzum anıt yapılar, kırılıma uğrasa da, temelden öz akıntı olarak, ‘melankolik bir şiir havası’ renginde varlığını/akışını sürdürdü.

Türk şairi, Batı romantizmine özgü duygu hallenmelerinin ruh yapısını kendi kalp haritasına daha yakın buldu. Bu yüzden zaten ‘batı aktarmacılığı’ biçiminde tavsif edilen romantik hal ve romantik imge, Türk şairi tarafından kabullenip benimsenmekte zorluk çekilmedi.

Batı’nın realizmi onun analitik zekâsına daha elverişli iken, Doğulu şair hayalin sınırsız evreniyle özdeşleşmeyi romantizmle eş tuttu.
Doğulu Türk şairi, Batı romantizminde melankolyasını buldu.

2.

‘Rüya, ağrı, düş, sızı, hayat, ayna, Leyla, melâl, dünya, deniz, düğüm, kalp, bûse, teselli, gül, gönül, ömür, mahzun, hüzün, gözyaşı, nasır, keder, hatıra, melek, takvim, hazan, ruh, acı, veba, sunak, sürgün, nevbahar, şarkı, gölge, ayrılık, yaprak, çöl, hicran, yağmur, intihar, kahır, sır, hicret, dağ, menekşe, kül, gök, yürek, yüz, yazgı, akşam, dua, varlık, nefes, büyü, ezgi, yara, tufan, gemi, kan, sara, fitil, karanlık, ışık, çığ, çığlık, toprak, ırmak, yokluk, yol, kıyı, elem, çamur, vuslat, ten, korku, Yusuf, Yakup, ateş, firkat, köz, masal, perçem, ağu, söz, akasya, pınar, düş, sonbahar, Kafdağı, monna rosa, dev, nişan, leyl, mesnevi, zifir, katran, sevda, ümit, yemin, bedel ve daha birçok kelime, ibare, mısra, dörtlükler ve çağrışım dünyaları, romantik bir şair olan Hüseyin Kaya’nın lirik bir senfonyasıdır. Bu kelimeler de zaten Kaya’nın ‘şiir haritası’nı ve ‘şiir hâli’ni göz önüne çıkartacak cinsten soyut ve duygulanımcı karakterlidirler. Bünyelerinde, yukarıda izaha çalıştığımız duygu içre hallenmelerin iklimini fazlasıyla taşırlar.

Melâl Bahçesi’nden seçip aldığımız yukarıdaki lirik yapılı kelimelerle birlikte ve kelimeler eşliğinde kitapta öne çıkan özellikleri maddeler halinde sıralayalım:

a- ‘Acı, düş, rüya, hayat, hüzün’ vb. kelimelerin
kitapta sıklıkla geçmesi, hem şiirsel bağlam hem de kelimelerin çağrışım evreni itibariyle Hüseyin Kaya’yı lirik bir şair kılar. Örnekleyecek olursak:


‘‘sana bir kere daha acılar adıyorum
bu sızılı
bu kanlı sunağında kalbimin
daha dönmeyesin yar
daha dönüp de beni
dağımda bulmayasın’’ (s. 30)

 

b- Kitabın isminden ve çağrışım ağından başlayarak şairin, ‘melal, hüzün, gül, akşam, rüya, kızıl’ vb. kelime kadrosuyla çalışması, Ahmet Haşim’in ‘şiir haritası’nı anıştırır bir biçim ve içerikle romantik şiire has özellikler taşır.


‘‘yine de bakıyorsun içine gözlerimin
bakar gibi perdeli bir camın arkasına
oysa çoktan kayboldum içinde bu gölgenin
ve karıştı ruhumun beyazı karasına’’ (s.9)

c- ‘Rüya, ayna, mahzun, hatıra, hazan, nevbahar, hicran, hicret, elem, vuslat, firkat, masal, ümit, yemin’ vb. kelimeler ve bu kelimelerin çağrışım ağı, Kaya’nın Hece kalıpları içinde şiirini biçimlendirdiğini göz önünde bulunduğumuzda, bize Cumhuriyet Dönemi Hece duyarlığı dairesinde hareket ettiğini düşündürür. Kaya’da biçim ve içerik olarak Yeni Hece Şiirine özgü bir modernleştirme eğilimine de tanıklık etmeyiz. Bu bağlamda Melâl Bahçesi, geleneksel şiire ait verilerle beslenir.


‘‘açma bezirganbaşı kapıyı benim için
kanasın avuçlarım kanasın eşiğine
bir hicrana emanet yele düşmüş ömrüme
bundan sonra bin bahar gelse ne gelmese ne’’ (s.27)

d- ‘Liman, gemi, park, balkon’ gibi sınırlı sayıdaki modern dünyaya ait yapı ve nesneler, Melâl Bahçesi’nin ‘Çağının Şiiri’ anlayışından uzak durduğunu gösterir. Kitapta modern dünya ve modern hayat eleştirisinin varlığına dair herhangi bir emare yoktur. Bu yönüyle bir kez daha geleneğin dünyasına ve ruhuna ait bir toplamdır Melâl Bahçesi.


‘‘sen sahibi bu çığın sebebi çığlığımın
seni senin yurduna kara kalbime gömdüm
ne dallarımda kuşlar ne baharımda çiçek
ben kuru ağaçlarla dolu bahçeye döndüm’’ (s.42)

e- Kitaba boydan boya kırılgan, titrek ve acı bir lirizm egemendir. Bu ise lirik bir şair olan Hüseyin Kaya’yı bir ‘hüzün şairi’ kılar. Bu hüznün şiir şeklinde biçimlenişinde aşk duygusu ve acı hissiyatı belirleyici rol oynar. Şaire karakterini veren bu aşktır. Şair, ‘düş, rüya, gül, hüzün’ kelimelerini kullanarak şiirlerine ‘romantik bir hatıra’ havası verir.

f- Şiirlerin taşıdığı genel atmosfer itibariyle Hüseyin Kaya’nın karamsar bir şiir ve dünya görüşü, hemen her şiire rengini verebilecek cinste belirgindir.
Hüseyin Kaya, yukarıda kendi zaviyemizden görünen özelliklerini serimlediğimiz Melâl Bahçesi adlı şiir kitabında doğuya özgü lirizmi romantik karakterli şiirler yazarak ve ‘doğulu duygu kumaşı’nı kendi ipliğiyle eğirerek örmüş ve şekillendirmiştir.
Melâl Bahçesi, yoruma kapılarını açan bir toplam.
Kalbin telleri titrer ve bir güz mevsiminde melâl bahçesi olur. Şaire selam.

Poetik Haber 19.03.2015

(*) Hüseyin Kaya, Melâl Bahçesi, Nisan 2013, İst.

Kaynak: www.poetikhaber.net

 


bir hüzün sağanağında hüseyin kaya

mehmet baş

 

Bazı insanlar önce âlem-i ervahta tanışırlarmış. Dünyadaki tanışıklık bu ülfetin bir devamı olsa gerek. Şair Hüseyin Kaya ile benim tanışıklığım galiba âlem-i ervaha gidiyor.

Her şeyin sahteliklerin kabuğuna çekildiği bir dönemde Hüseyin Kaya sahiciliği ve samimiyeti ile eskimeyen insanlar arasındaki yerini alıyor.

Onun şiirleri kadife bir akşamüstü ay ışığını imbikten geçiren rüzgârların sesiyle gelir ve konar adı henüz konmamış bir hüznün sofrasına.  Şair “sesimi arıyorum dibi yok kuyularda” mısrasıyla hayret ufuklarını temaşa ederken derdini şu sözlerle ortaya döker: “sana doğru gelirken kendime çarpıyorum / kör serçeler gibiyim ne olur anla beni

Hüseyin Kaya kendi sırrını kalbinde taşıyan ve gönlünü gelip geçici heveslere kaptırmayan bir titizlikle yürür yalan dünyanın üzerinde. Şu mısralar bu teyakkuzun işareti olsa gerek: “üzerinde yürümek bir kalbin nasıl da zor / söyleyemem efendim bunu ben başkasına”

Şairimiz şiir adına ilk olarak Necip Fazıl Kısakürek’in “Kaldırımlar” şiirini okuduğunu söylemektedir.  Şiire Necip Fazıl okuyarak başlamak dağcılık sporuna Everest’e tırmanarak başlamak kadar güzel olsa gerek.

Hüseyin Kaya şiirinde aklı başında ve ayakları yere sağlam basan bir lirizmle karşılaşmak mümkün. Peki, aklı başında lirizmde nerden çıktı? diyen olabilir. Bence aklı başında olmayan lirizm hayatta ve insanda karşılığı olmayan abartılı bir lirizmdir. Şairimizde ise hayat bir bütün olarak kavrandığı için yaşamanın hakkını veren şiirler göze çarpar. İlhama dayanan ve mekanik olmayan şiirlerle kendi şiir mecrasında akmaya devam eder.

Şairi “Dünya Hali “şiirinde “son sayfası eksik bir kitap dünya / şiirler şarkılar buraya kadar” sözleriyle dünyaya fazla bel bağlamayan bir tavrın içinde görürüz.

Bir gazelinde ise hüzün evi olarak gördüğü dünyayı şu sözlerle ifade eder: “şerh-i gamdır okuduğum leyl ü nehâr bu bahtımdan / beytü’l ahzân imiş dünya bir ömür nalân geçiyor”.

Hüseyin Kaya’nın kelimelerle yaptığı resimlerde en çok kullandığı boya hüzün boyasıdır diyebiliriz. Bu durumu kendisi şu sözlerle ifade etmektedir: “Dünyanın hüzün üzerine kurulu olduğuna hatta cümle yaratılmışın bir yüzünün hüzne boyandığına inanıyorum.”

Şairimiz Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz kitabıyla şiirde sürdürdüğü başarıyı nesirde de göstermiş hayatı ve hüznü kuşatan yazıları ile gönül köşkümüzde mihman olmuştur.

Şairin “ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler” mısrasını hatırlatan “ve kalp de yorulur hep titremekten / bir gülün üstüne gülden habersiz” mısraları bizi “melal bahçelerinde” dolaştırmaya yeter de artar bile.

Hayata karşı mihnetsiz olan şair “Çöl” şiirinde ki “çekil gideyim hayat çekil gideyim senden” mısrasıyla bu tavrını ortaya koyar.

Bazı insanların hadiselerin dağdağasından ve dünya sarhoşluğundan bir türlü göremediği ince hakikatleri inancının açtığı pencereden görmeyi başaran şairimiz hakikatin dergâhında her lahza hayret ve şükür edebilen bir ruh hali ile alışkanlıkların sarmalından kendini kurtarmayı başarıp Koca Yunus’umuzun ifadesi ile “her dem yeni doğarız / bizden kim usanası” sözlerini taçlandırmaktadır.

Şair rindane bir tavır ile kendini kaderin rüzgârlarına teslim eder ve Yüce yaratıcının karşısında boynunu büker. “Kaza Namazı” isimli şiirindeki “sulara saçlarını çözen söğütler gibi / eğiliyor kalbim de üstüne rahmetinin” mısraları bu tevekkülün bir işaretidir.

Kelebeklerin Ahı” şiirindeki “hepimizin içinde gün görmeyen bir oda / yağmur bile dokunsa kırılıyor kalbimiz” mısraları ile hem içimizdeki derin hüznü hem de faniliğimizi anlatan şair, yine aynı şiirde “camlara çarpa çarpa ölen kelebeklerin / ahı tutuyor zahir ahı tutuyor bizi” diyerek insana zayıflığını ve acizliğini yeniden hatırlatır. O inceliklerle dolu ve merhametli bir kalbin sahibidir. Buradan hüzün yağmurlarında şemsiyesiz dolaşan şairimize selâm ediyorum.

 

kaynak: defterk.biz

http://www.defterk.biz/haber/tahrir-defteri/bir-huzun-sagnaginda-huseyin-kaya/1399.html


22 Haziran 2020 Pazartesi

kelebeklerin âhı

başımızın üstünden geçen bulutlar gibi

geçip gidiyor günler geçip gidiyor hayat

bulutların zamanın akıp gittiği yeri

hazin bir dua gibi tekrar ediyor saat

 

camlara çarpa çarpa ölen kelebeklerin

âhı tutuyor zahir âhı tutuyor bizi

siliniyor bûsesi sözlerden meleklerin

bu yüzden anlamıyor kimseler cümlemizi

 

gölgesi bile ağır bu hayatın altında

kalmıyor teselliden sabırdan nasibimiz

hepimizin içinde gün görmeyen bir oda

yağmur bile dokunsa kırılıyor kalbimiz

 

 

yaz 2012