bahçe
neydim bu hikâyede yakup mu yusuf muydum
ağaçları çürümüş karanlık ormanlardan
bahçe
Tarihi ve soran kişisi kayıtsız bu söyleşi ihtimal Sühan dergisinin son sayılarına doğru yapılmış. Nerede yayımlandığına, yayımlanacağına dair bir bilgi de yok. Dosyalar arasında bulunca buraya dahil etmek istedim.
Farklı açılardan
sorular yöneltmeden önce üstümde “farz-ı kifaye” gibi duran şu malum soruyu
sorayım da siz de rahatlayın ben de:
İlk sayılarında değişik edebi türde eserler yayınlayan Sühan; altıncı sayısından sonra çağdaş şiire kapılarını kapattı. Neden kapattı?
Sühan’ın şiir türüyle bir problemi yoktur olamaz da. Zaten yayın kadrosuna baktığımızda hemen hepsinin şiirle de uğraştığını görürüz. Şiir yayımlamayı bırakmak ile şiire karşı olmak farklı şeylerdir. Yedinci sayımızda ifade etmeye çalıştığımız kirli şiir, şair, kokusu yüzünden şiirden Sühan olarak uzak durmayı yeğledik; ama şiire hiçbir zaman sırtımızı dönmedik. Bizim dergide nesir yayımlayan arkadaşlar başka dergilerde şiir neşretmeye devam ettiler.
Bir insan neden dergi çıkarma ihtiyacı duyar? Sühan ne tür sancılar çekildikten sonra okuyucuya merhaba dedi?
On ve on birinci sayılarımızı kapanmış edebiyat dergilerinin
birinci ağızdan anlatılan hikayelerine ayırmıştık. İki sayı boyunca farklı zamanlarda
yurdumuzun farklı yerlerinde yayımlanan ve kapanmak zorunda kalan edebiyat
dergilerinin hikâyeleri anlatıldı. Her birinin
hikayesi, heyecanı farklı ama özde hepsinin kaderi aynı. Dergiler dost muhabbetlerinde doğar, bazen dostlukları bitirir. Ama gerçekte bir hayat belirtisi verme gayesi taşır dışarıya karşı. İster istemez bir iz de kalır ardımızda. Para kazanmayan ya da kazanamayan ama boşta da kalmak istemeyen okuryazar insanların yapabileceği en keyifli iştir dergicilik. Öteden beri söylenegelen dergiciliğin sıkıntıları, sancıları aslında yapılan işi başkaları nazarında kıymete bindirmek için abartılan küçük ve tatlı sıkıntılardır. Bir dergi çıkaranına külfet oluyorsa sancı çektiriyorsa onu kapatmasına kim mani olabilir ki. Kapatırsınız ve tüm sıkıntılar biter. Eğer şikâyetçiyseniz tabii.
Sühan elbette huzur içinde günlük güneşlik mekânlarda çıkarılan bir dergi değil. Yayın öncesi sancılar, sıkıntılardan çok dost muhabbetleri oldu ve muhabbetten Sühan hasıl oldu. Zaman zaman kırgınlıklar, sıkıntılar elbette yaşanıyor. Ancak bunun tabii olduğunu hepimiz biliyoruz ve aldırmıyoruz.
Sühan “şiir yayımlamayan dergi” diye tanımlanırken, son zamanlarda bu özelliğine “özel sayılar yapan edebiyat dergisi” niteliğini de ekledi. Ve bu özel sayıların konularından bazıları bana çok ilginç gelmiştir. Mesela yenge özel sayısı ve gâvur dostlarımız özel sayısı… Bunu neye göre seçiyorsunuz?
Müteahhitlerin gördükleri boş arsalara bakıp ne tür ev yapılabileceğini düşünüp hesap kitap etmesi gibi, bizlerde boş sohbetlerden dolu özel sayı konuları çıkarıyoruz. Sohbeti özel sayılarda tamamlıyoruz. Herkesin tamam demediği bir sayıya başlamıyoruz. Hayatın içinden seçtiğimiz küçük ayrıntıların aslında ne kadar mühim olduğunu tespite çalışıyoruz. Edebiyatı hayatın uzağında aramıyoruz. Biz fildişi kulelerden değil, apartman dairelerimizden, bahçeli evlerimizden yazıyoruz. Taklit etmeye çalışanlar da olmuyor değil tabii böyle bir ilk üslubu. Ama uyanık okuyucu durumun farkında.
Sühan Sivas’ta yayınlanan ve Türkiye geneline ulaşan bir dergi. “taşralı dergi” tanımlamasının zihninizi kurcalayıp, içinizi sıktığı oluyor mu? Daha doğrusu İstanbul’dan uzakta bir şehirde dergi çıkarmanın dezavantajı var mıdır?
Taşra kelimesi Sühan’ın lügatinde farklı çağrışımlarla doludur. Biz edebiyatın taşrasında olduğumuzu düşünmedik hiç, şayet merkez edebiyatsa. Taşra sizin merkezden ne anladığınıza bağlıdır. Bize batmayan, zihnimize hiçbir rahatsızlık vermeyen bir kelimedir taşra. İstanbul’da olmamak her açıdan güzel bir avantaj. Bunu orda çıkan dergilere ve bu dergilerin kadrolarına bakarak düşünüyoruz. Biz şehirleri değil, edebiyatı merkeze alıyoruz ve merkezde olduğumuza inanıyoruz.
Şiire yeni başlayanlara neler tavsiye edersiniz?
Henüz yolun başındayken ve adı kötüye çıkmamışken şiiri bırakıp daha cıvımamış türlere yönelmelerini tavsiye ederim. Eğer ısrarcı olan varsa da, türkü söyleyip gazel okumalarını, siyasete dalmalarını, mitinglere katılmalarını, panel, sempozyum ve benzeri etkinliklerle enerjilerini dizginlemelerini, blog hazırlamalarını, fanzin çıkarmalarını eğer çete kuramıyorlarsa bir çeteye üye olmalarını tavsiye ederim.
Sühan’a tekrar dönersek Sühan’ın dört yıl ve on altı sayıdır okurlarıyla uzun soluklu bir yürüyüşü var. Dört yıl yayınlanmak başarı mıdır kültür sanat dergileri için?
Dergicilikte önemli olan derginin yaşından çok, edebiyat
dünyasında bıraktığı izdir. Onlarca yıldır türlü kaynaklarla yayımına devam
eden ancak yenilik namına zerre miktar ilerleyemeyen birçok dergi var edebiyat
dünyasında. Hal böyle olunca bu dergilerin niçin çıktığı da ciddi bir problem
aslında. Sühan ilk yılından sonra sesini ve rengini bulmuş edebiyat dünyasında
apayrı bir yere oturmuş çoğu Türk Edebiyatı’nda ilkler arasında yer alması
gereken özel dosyalar hazırlamış reklama asla tenezzül etmemiş farklı bir
dergi. Sühan’ın asıl başarısı bu saydığımız özel vasıflarıdır.
Edebiyat dünyasında şiir ve ardından hikâye dergileri
çıkmaya başladı. Bir deneme dergisi halen yayımlanmadı. Sühan’ın memleketimizin
ilk deneme dergisi vasfına da layık olduğuna inanıyoruz.
Elbette temennimiz bu yürüyüşün ağır usul da olsa devam etmesi, bitmemesidir.
Sivas halkı
dergisinden haberdar mı?
Haberdar olması gerekiyor mu? Önce bu soruya cevap bulmak lazım. Sühan her şeyden önce bir edebiyat dergisi. Eğer bir şehir kültürü dergisi olsaydı, Sivas’ın dergimizi tanımasını ister ve dergimize destek vermesini umardık. Ancak bir edebiyat dergisi olarak buna hakkımız olduğunu düşünmüyoruz.
Son olarak Sühan’da kimler yazıyor?
Her sayı yeni isimler yazar kadromuza dahil oluyor. Ancak,
Recai Güllaptan, Berat Demirci, A.Turan Alkan, Adem Turan, Metin Önal
Mengüşoğlu, Halim Şafak, Şaban Abak, Nazım H. Polat, Mustafa Muharrem, Mehmet
Aycı, Sühan’a devamlı emek veren, Sühan’ı dergisi bilen her zaman kendilerine
müteşekkir olduğumuz isimlerdir.
Her adımda arkalarına küçük taşları, kesek
parçalarını yuvarlayarak adam ve çocuk nefes nefese dağın zirvesine ulaştılar.
Yaramaz bir kedi gibi rüzgâr birkaç kez dolandı ikisinin de bacaklarının
etrafında, birkaç gelincik ve kara çıtlık sessizce selamladı suskun yolcuları.
Geriye dönüp geldikleri çığıra baktılar, uzaklarda kalan kutu gibi evlere,
yılan gibi kıvrılan yollara. Bulutlara daha yakındılar, insanlara uzak.
Rüzgârdan, yağmurdan, güneşten ve daha kim bilir
hangi sebeplerden üzeri aşınmış kocaman düz bir kaya parçası vardı birkaç adım
ötede. Bir çekirge sıçradı, bir kertenkele meçhule aktı hızlıca ayak
çıtırtılarından. Bir bunelek önce hücum etti gürültülü kanatlarıyla bu iki
yolcuya sonra uzaklaştı yakınlarından. Odasındaki halıya uzanır gibi çocuk
uzandı kayalara sırt üstü, sonra adam uzandı yanına. İkisi de ellerini başlarının
ardından bağlayarak yastık yaptı kendine. Arada bir kollarını, paçalarını,
saçlarını okşayan rüzgârda uzak okyanusların, ırmakların, ovaların, tarlaların,
bahçelerin, ormanların ve her çiçeğin, her mevsimin kokusu var gibiydi.
İkisinin de kalp atışları yavaşladı, kuş ve böcek
sesleri çoğaldı.
Adam, epeydir unutmuştu göğe bakmayı, unutmuştu
bulutların süzülüşünü. Bulutları bir şeylere benzetmeyi unutmuştu. Bir süre
izledikten sonra başını yana çevirmeden, ne kadar hızlı hareket ediyor bulutlar
değil mi, dedi. Çocuk kısa bir süre
sustu. Hayır, dedi onlar aslında hareket etmiyor. Dünya döndüğü için biz onları
hareket ediyor gibi görüyoruz.
O günden sonra bulutlar hep yerinde kaldı, dünya döndü adam için.
ali bal
Hüseyn Kaya;
şair ve yazar. Bu yeter mi, yetmez mi, bilemiyorum. Bildiğimi değil de
hissettiğimi, gördüğümü, tecrübeyle sabit yaşadıklarımızı burada söylemek
lüzumu hâsıl olursa iş uzar. Ancak lafzı uzatmak yerine manayı hissettirmek makbul
olacağı için Hüseyn’deki manayı işârî vechiyle bahse almak isterim. Nedir o?
Şudur: Kalbin lisanını bilen şairdir. Yeter sanırım. Elhak bir dostu anlatmanın
hem kolaylığı hem de zorluğu vardır. Ben şimdi zor tarafın kapısını çalıyorum.
İçeride kimse
var mı, demiyorum. İçerideki sese meyledip yola düşüyorum. Orada bir şair var:
Hüseyn Kaya. Hüseyn; vakur, sakin ve selîm. “Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler
/ ‘Yevme lâ-yenfau’da kalb-i selîm isterler” diyordu Rûhî-i Bağdâdî. Kalb-i
selîm bir dostu kim istemez? Var olsun, Hüseyn de öyledir, değilse de onun için
kalbî temennâmız öyledir. Öyle ya bir dostu, bir dost hangi makamda görmek
ister? Biz de o niyetle söylemiş olalım. Aslında bu yazı bir eser tanıtımı olacaktı
ama birkaç kelam etmeden asıl konuya gelemedim. Şimdi sadede geliyorum.
Hüseyn
Kaya’nın Akşam Ağrısı 2023 yazında okuyucusunu selamladı. Eşik Yayınları
arasında çıkan ve deneme türündeki eser dört bölümden ve 192 sayfadan oluşuyor:
I. Dün Yorgunu, II. Yine Gam Yükünün Kervanı Geldi, III. Bizim Pencereler Yele
Karşıdır, IV. Geldi Geçti Ömrüm Benim. İlk bölümde 16, ikinci bölümde 6, üçüncü
bölümde 4, dördüncü bölümde 6 olmak üzere toplam 30 deneme bulunuyor.
“Dün Yorgunu”
isimli ilk bölüme Fasîh Dede’nin şu dizesi ile giriyorsunuz: “Rûzigârın önüne düşmeyen
âdem yorulur.” Ve ilk deneme: Yorgunluk Kuşu. “Aslında dünyaya yorgun
geliriz.” Diyor Hüseyn Kaya ve ekliyor: “Dünyaya ait olmadığımızı anladığımızda
ve dünyada hiçbir şeye sahip olamayacağımızı bildiğimizde çalmaya başlar
yorgunluğun hazin şarkısı ruhumuzun derinliklerinde.” Yazar, yorgunluğu öyle
zarif ve anlamlı buluyor ki bakın ne diyor: “Dünyayı yadırgamanın, dünyada
suskun bir yabancı olmanın ilk adımıdır; ömür defterine en güzel cümleleri yazmayı
ümit ederken kalem elde uyuyakalmanın adıdır yorgunluk.”
Nesirde yer
yer şiirlerden alıntılar yapmak hem gözü hem de ruhu dinlendiriyor. Hüseyn Kaya
da böyle alıntılara sıkça yer veriyor. Hüseyin Akkaya’nın yorgunluğa dair şu ikiliği
belki de Hüseyn Kaya’nın hâletirûhiyesini anlatan en veciz ifadelerdir: “Yorgunum
ayna ayna bakınıp durmalardan/Dipsiz derin sularda boy vermekten yorgunum”
Hüseyn Kaya’yı
yatağında akan durgun ırmak gibi gördüm. Akarken yorulan ve kendi yatağına
çekilen, kendi toprağında kalan ırmak. Kendi kıyısına çekilen... Ahmet Hamdi Tanpınar
yıllar evvelinden imdadına yetişiyor ve sesleniyor: “Ne yorgun inliyor sahilde sesin!
/ Ruhunun hicranı akşamla eş mi?”
Hüseyn Kaya,
her denemede birkaç dize alıntı yaparak şiirin gücünden faydalanıyor. Çok şey
söyleyebilir ama yorulan kalbini daha da yormak istemez gibi. “Dünlerin Götürdüğü”
isimli denemede “Kardeştir yedi gün, benzemez hiçbiri diğerine. Kimi durgundur,
kimi neşeli.” derken, ömür yolculuğundaki hâlini anlatır gibidir. “Hasret Türküsü”nde,
“Dünya hasretliğin yurdu, bitmeyen özlemlerin diyarı ve kendisini hep bir
sonrakine ulayan, ardı görünmeyen sıradağlar gibi ayrılıkların, hicranların, intizarların
ırmağı.” diyor
Hüseyn Kaya. “Kaybetmek
Risalesi” isimli denemede, “Kaybetmek, anayurdu dünyanın, mayası varlığımızın.”
derken, Hz. Âdem’le başlayan kayıplarla insanoğlunun kendi yitiğini nasıl
bulması gerektiğini hatırlatıyor.
Hüseyn Kaya,
ömrün muhasebesini yapan ve hayatın eksilerini, artılarını ortaya döken bir
yazar. Muhasebede icmal tablosu vardır. Ömrün icmalini yapmaktan bile korkarız.
Ama Hüseyn Kaya ömrünün icmalini yapar ve korkularını bir bir sıralayarak şöyle
der: “Yaşamak korkulacak şey ve dünya korkulması gereken bir âlem, anlıyorsun.”
İnsan dünyadan nasıl geçer, neyi alır da götürür, neyi bırakır omuzlarından?
İnsana gerçek âlemde lazım olmayan ne varsa yük değil midir? Yük, dert değil
midir? Derdimizi kime, nereye bırakırız? Hüseyn Kaya’nın diliyle dert: “Dert
kuyudur Yusuf’un kendi hakikatiyle baş başa kaldığı. Dert uzlettir Meryem’in
sınandığı.” Böyle diyor “Anlatmam Derdimi Dertsiz İnsana” isimli denemede.
Hüseyn Kaya, “Dün
Yorgunu” isimli ilk bölümün diğer denemelerinde bize kavramlarla ördüğü
dünyayı tanıtıyor. Sabır’da: “Sabır bir kale, bir sığınak, bir giysi”
der ve bizi sabra davet eder. Eski’de: “Faniliğin surette mührü,
sonsuzluk özleminin şiiridir eski.” diyor ve zamanı bir bütünün kopmaz parçası olarak
görüyor. Kalem’de: “Çoğu zaman unutsak da bir kalemin çizdiği yol üzere yürürüz
ömrümüzü.” derken, her bir kavramın başka bir âlemin kapısı olduğunu, oradan
girmek için bu çağrıyı anlamak gerektiğini hissettiriyor.
Eski fotoğraflara bakmaya kıyamayız, üzülürüz. Gözümüzü kaçırırız çünkü onlar “Hayatımızın Sessiz Şahitleri”dir. Hüseyn Kaya’nın deyimiyle. “Zamanla değil seyredildikçe sararır fotoğraflar, seyredildikçe birer ikişer azalır karelerdeki yüzler.” Diğer denemelerde de içimizi oya oya, dağları yara yara ilerler Hüseyn Kaya’nın sesi. Kalbin Kâğıda İşlediği Oya: “Kendine yazdığın ve okuduğun uzun bir mektuptu kalbin.” der ve kalbimize sığınmak gerektiğini hissettirir. Söz Bahçesi: “Bir ömür kelimeleri taşırız içimizde, bir ömür kelimelere taşırız içimizi.” Sabah Kasidesi: “Sabaha ermek uzun bir yoldan dönmektir kendimize.” Akşam Ağrısı: “Günün vardığı son duraktır akşam, susma ve bekleme ve çokça tefekkür etme durağı.” Dağların Türküsü: “Dağ, dünyadır. Suyumuz onun bağrından süzülerek gelir avuçlarımıza, yiyeceğimiz onun duldasında yetişir.” Rüya: “Ölünün gördüğü dünya, yaşayanın gördüğü ölümdür rüya.”
“Yine Gam
Yükünün Kervanı Geldi” adıyla başlayan ikinci bölüm, Nev‘îzâde Atâî’den bir
dize ile başlar: “Kande bir gam yârsız kalsa benimle yâr olur” Bu bölümdeki denemelerden
aldığım özlü sözleri birer tohum gibi bırakıyorum kalbimize. Hüzün Bahsi: “Kalp
aynasından dünyanın buğusunu sildiğimizde karşılaştığımız kendi yüzümüzdür
hüzün.” Yürümek: “Kalpte hasret, damarda kan, yanakta gözyaşı yürür.” Gözyaşı: “Gözyaşı,
varlığımızın ve hiçliğimizin kendisini asla unutturmayan yegâne telmihidir.
Belki de bu yüzden; önce gözyaşı verilmiştir hepimize...” Yara: “Yarası
olmayanın, yarasını bulmayanın ömrü yüktür kalbinde, omuzlarında.” Yalnızlık: “Yalnızlık
ruhumuzun üşümesidir yeryüzünde.” Üşümek: “Üşüyenler kadar yalnızdır üşümenin
de kendisi.”
Üçüncü bölümde
bir türkünün sesi var: “Bizim Pencereler Yele Karşıdır” Sivas’ın taşına, toprağına;
dağına, ırmağına bir türkünün sesi sinmiştir. Hüseyn Kaya’nın hem nesir hem de
şiirlerinde bu türkülerin sesini, içli ve sevda dolu yönünü görürüz. Bu
bölümdeki denemelerden seçtiğim cümlelerle Hüseyn Kaya’nın gönül evini tanıyoruz.
Bu evi, bir usta gibi kendisi inşa ediyor. Zihnimizde canlandırdığımız bu ev
kaybettiğimiz bir kültürün, mazinin hatırlanışıdır. Evin Ön Sözü: “Bahçeler
evlerin ön sözü, bahçeler hayatın ve dünyanın minyatürüydü.” Pencereler: “Mahrem
sırların en suskun şahididir pencereler ve bilinmesi, görünmesi istenmeyen
cümle ahvalin örtüsü.” Kapılar: “Ekmek kapısı, gurbet kapısı, dünya evinin
kapısı peş peşe alır bizi içine.” Oda: “Sessiz bir dost, dilsiz bir sırdaştır
oda.”
Dördüncü ve
son bölüm: “Geldi Geçti Ömrüm Benim” Bu bölüme Nef‘î ile başlıyoruz: “Bir düş gibidir
hak bu ki ma‘nîde bu âlem./ Kim göz yumup açınca zamânı güzer eyler.” Kırk’a
Dair: “Sükûnet limanının uzaktan göründüğü yaşlardır kırklı yaşlar.” Dünya: “Dünya
kendisini sevdirmek isteyen çocuklar gibi dolaşır durur ayaklarımıza.” İmtihan
Dünyası: “Her an önümüze kilitli bir sandık koyar dünya, her açtığımız kapının
ardında yeni bir kapı bekler bizi.” Gönül Darlığı: “Daralan gönlümüze şiirler, şarkılar,
sevdalar misafir olmuyor.” Hastane Önünde İncir Ağacı: “Hastalık acısı görmeyen
kalp, gün görmeyen meyve çekirdeği gibi kurur kalır olduğu yerde.” Kafesten Kuş
Uçmuş Gibi: “Ölüm gelir ve ödünç verilen nefesi alır ruhumuzdan, gölgemiz dahi
terk eder peşimizi. Dünya kitabının son sayfasıdır ölüm, herkes için.” Ölüm,
ömür, yalnızlık, yorgunluk, hüzün ve dünyanın aldatıcı yüzü. Akşam Ağrısı
aslında bir yolculuğun, bir ömrün hikâyesidir. Hüseyn Kaya’nın dünyadan geçişini,
duraklarını, dertlerini, sığınaklarını, gönül evini ve gideceği menzili okuyorsunuz.
Türü deneme olsa da bilinçli bir kurgu ve kompozisyon ile bir ömrün serencamına
şahit oluyorsunuz. Şiir değil ama şiir denizinden alınan mürekkeple yazılan denemeler
okuyorsunuz. İçinde şiir, yanık türküler, hüznün dile gelmiş hâli ve
yalnızlığın resmini değil kendisini buluyorsunuz. Akşam Ağrısı, sadece adında
ağrı olan ama içinde her kalbe şifa olacak bir eser.
kaynak: sebilürreşad dergisi, haziran 2023, sayı:82
özcan ünlü
İlk gençlik dönemimin hırçınlığına, küçücük sayfalarında açtığı farklı dünyalarla gem vurmuştu dergiler. Bazen, birkaç mısra, bazen bir kitap tanıtımı, bazen bir öykü, çoğunda içine girmeye çalıştığım dünyanın pencere önünde duran dergilerden çoğu, bir bir kaybolmaya başladığında, hayatımın en acı dönemlerini yaşamıştım. Dergiler neden 'çıkamaz' olur ki diye içli bir sitemde bulunurdum sahiplerine ve hatta kızardım... Çok sonraları, dergilerin de insanlar gibi yaşayan birer organizma olduğunu anlayacaktım ve fakat yine de kayıp gidenlerin ardından üzülecektim; hatta bazılarına içim öyle burkulacaktı ki, aklıma her düştüklerinde derin bir keder kaplayacaktı kalbimi... Onları 'hür tefekkürün kaleleri' olarak öğretmişlerdi ya bana, sanki sohbetlerde, konferanslarda, kitaplarda, radyo mikrofonlarında, televizyon ekranlarında söylenmeyenler gizliydi satır aralarında. Öyle ki, yolumuzu aydınlatan bir çok insan, sanki kelime halılarının altına saklamıştı bütün sırlarını da, halının ucunu kaldırıp onları görmemizi isterdi. "Hitab-ı aşkı kim anlar kiminle söyleşelim" diyerek yeni sayısını yayımlayan Sühan, bir önceki sayısında önemli -hatta çok önemli- dosya konusuyla, hüznümün bulvarlarında dolaşan dergileri yeniden hatırlatmayı sürdürüyor. 100. sayı dolayısıyla, geçen ay, Türkiye'de dergiciliği masaya yatıran Ankara merkezli Hece'yi okurken, kültür hayatımızdan kayıp giden dergileri yeniden hatırlamıştım. Fakat, sevgili Hüseyin Kaya dostumuzun Sivas'ta hazırladığı Sühan'ın sayfalarında iki sayıdır devam eden dergi yolculuğu unuttuğum diğer dergileri de hatırlamama vesile oldu. Kimi fotokopi, kimi fanzin, kimi naif, kimi rock, kimi folklorik bir tarzda çıkan fakat yayımlandıkları dönemde ciddi ilgiler gören bu dergilerin günümüz edebiyatına kazandırdığı isimlere baktığımda, ne kadar önemli fonksiyonlar üstlendiğini bir kere daha teslim ettim. Kahramanmaraş'ta çıkan "Andırın Postası"ndan Ordu'da yayımlanan "Kum Yazıları"na, Adana/ Osmaniye merkezli "Güneysu" ve "Kırağı"dan Tokat'taki "Kızılırmak"a, Trabzon'daki "Gelecek"ten Burdur'daki "Burak"a, Erzurum'daki "Palandöken"den, Kayseri'deki "Eşik"e, İstanbul'daki "Kardelen", "Bürde" "Kayıtlar"dan İzmir'deki "Kırkikindi"ye, Bursa'daki "İpek Dili"nden Çorum'daki "Seviye"ye kadar, daha birçok derginin, edebiyat ve sanat hafızamıza önemli işler ve isimler bıraktıklarını bir kere daha anladım. Sühan, özellikle kapanan dergilerin hafızamdaki külünü biraz daha eşelemiş oldu. "Keşke" dedirtti; "Keşke bu dergiler yaşayabilseydi..." Çünkü, her dergi 'yeni şeyler' söylemek isteyenlerin bir harman yeridir. Kendini istediği gibi ifade edebileceği bir fırsatlar/ imkanlar tarlasıdır. 94. yılını kutlayan Türk Yurdu dergisi de, benzer bir özel sayıyla okurlarını selamladı. Merkezdeki dev aynasına bakıp kendinden küçükleri adam yerine koymayan dükalara karşı iki sayı çıkaran Sühan gibi, Türk Yurdu da, özellikle fikir dergiciliği konusunda isim yapmış ve fakat artık kapısına kilit vurmuş dergileri hatırlatıyor okurlarına. Türk Ocakları Genel Merkezi'nin yayını olarak yaklaşık bir asırdır okurlarıyla buluşan Türk Yurdu hakkında günümüzün önemli fikir ve sanat adamlarının kaleme aldığı yazıların yanı sıra bir de soruşturmaya yer verilen dergide "Türk Edebiyatı", "Tarih ve Toplum", "Hareket", "Türk Düşüncesi", "Boğu-Batı", "Milli Folklor", "Toplum ve Bilim", "Ocak", "Töre", "Emel", "Hayat", "Dergah", "Çınaraltı", "Türklük", "Birikim" vb. gibi dergilerin maceraları, bizzat dergi yöneticileri ve sahipleri tarafından kaleme alınıyor, yorumlanıyor, hatırlatılıyor. Hayalin ve umudun tükendiği yerde sarılırız edebiyata ve sanata... Ve onları bulabilmek için dergilerin kapılarını aşındırırız. Fakat bilmeyiz ki, bu dergiler sırf biz kendimizi "rahat", "huzurlu" ve "mutlu" hissedelim diye çıkmazlar. Sevdiğimiz, bizden bildiğimiz ve gördüğümüz dergileri yaşatamazsak eğer, söz biter; başlar vakti sükûtun... Sonra kiminle söyleşiriz?..
kaynak: türkiye gazetesi 2005-05-16 01:00:00
kaynak: milli gazete 16 şubat 2016
Şair kardeşim Hüseyin Kaya şimdiye
kadar örneğine rastlamadığımız bir projeyle bizi haberdar ettiğinde,
heyecanlanmıştık. Sühan dergisinin 13. sayısını "Yenge Özel" olarak
düşünmüştü. Bir yazıyla bu sayıda yer alma düşüncemiz ne yazık ki
gerçekleşmedi.
Dergi yayımlandı, her ilgili gibi,
bizim de elimize ulaştı. Bazılarını daha önceden görüp inceleme imkanı
bulduğumuz halde, baştan sona bütün yazıları tekrar okuduk. Genel olarak iki
kategori karşımıza çıkıyordu: "Yenge"lerimize olumlu ve güzel
duygularla yaklaşan şair ve yazarların yazıları bir yanda? Diğer tarafta ise,
marazlı tutumlarıyla bizi şaşırtanların harap halleri?
"Yenge"lerimize örnek bir
tavırla yaklaşanların başında Berat Demirci, Metin Önal Mengüşoğlu, M. Said
Türkoğlu geliyordu. Bu sahici ve samimi iki yazar, beslendikleri medeniyet
kaynağının merkezinden doğan duygularla okuyucuyu sarıp sarmalıyordu. Sözgelimi
Berat Demirci "Aile, medeniyetin Hakk katında hakikatidir."
şeklindeki ilk cümlesiyle kendi konumunu ortaya seriyordu. Çağın hâkim global
dünyasınca işgal edilmek istenen aile kurumunun aslî değerlere bağlı olarak
korunması konusundaki görüşleri de burada özellikle öne çıkarılmalıdır.
Mengüşoğlu ise, "Emsalsiz Sevda" başlığını taşıyan yazısında,
Müslüman ve şair ? yazar bir "eş"in nasıl olması gerektiğini bütün
yönleriyle bizlere aktarıyordu. O, "Emsalsiz Sevda"sını çocukluktan
gençliğe, öğrencilikten esnaflığa, yokluktan varlığa, hayatın çeşitli
dönemlerinde yaşadığı olaylar ve yoğun duygular eşliğinde anlatıyordu. "Saadet
yuvasının türbedarı" olarak görür "yenge"mizi. Bu arada, hatalar
- doğrular, acılar ? sevinçler, hasretler ? vuslatlar? Hemen her insanın başına
gelebilecek bu durumlar, herhangi bir söz oyununa gerek duyulmadan dikkatlere
sunulur?
"Edebiyat adamının nazik
durumu"nu "Edebiyat adamı, dikkatli bir seçimle kurduğu aile
ortamında sanatçı duyuşun gereklerine göre değil, hayatın gereklerine göre
beklentiler içine girmelidir." ikazıyla tamamlayan M. Said Türkoğlu nu da
okuyucuya işaret ettikten sonra, geçelim öte tarafa?
Adları lazım mı bilmem; eşya, eşhas
ve kâinat karşısındaki tutum ve duruşları tahribata uğramış izlenimi veren bir
grup şair-yazar ise içinde bulundukları karmaşa hâlini "Yenge"ye
yönelik tutumlarında da sergilemişler. Onların bu marazîlikleri "şairlik"
(yahut "öykücülük") apoletine olan "müptelalık"tan
kaynaklanıyor olabilir. Fakat bu, "bağlılık" iddiasında bulunulan
temel atlasın dışına çıkmanın bir başka tezahürü değil midir? Medeniyet
algımız, hayatı ve unsurlarını, sözgelimi "şairlik"le
"yenge"yi ayrı tutum ve davranışlarla mı değerlendirmeye
almamızı öngörüyor? Yoksa hepsi, tek ahlâk anlayışıyla mı yaşatılıp
yürütülmelidir?
Sorumuz boşuna; şairane bir
artistliğin peşine düşme sevdası elbette bir bilinçli bir tercihin
sonucudur. Bu olumsuz tercihin sahipleri, kendilerine benzer
olumsuzluklarla donanmış karşı cinsten bazılarının dikkatini -haliyle-
çekmiş olacak ki, şamar yemekte geç kalmadılar. Günlük bir gazetede, feministçe
duyuşun yüksek bir gösterisi olarak patlatılan şamar, piyasaya karşı "caka"
satma şanını tepe tepe kullanan "sabıkalı" şair ve yazarların
"havalılık" derecelerini bir miktar daha artırmış olabilir. Fakat
işin öte yüzleri de yok değil mi? Çünkü onlar kesinlikle hak gaspı
yapmışlardır. Hak gaspı yaptıkları "yenge"lerin (şimdilik) itirazî
yazı yazma imkân ve ihtimalleri olmadığından (ki gâsıplardan kimisi bunu açıkça
belirtiyor), bu gaspın derecesini bilmiyoruz. İşin diğer bir yüzü,
"temsilcisi" olarak gösterildikleri (çünkü haklarında yazı kaleme
alan bayan yazarlar onlar için ?İslamcı sıfatını kullanıyor) kesime
sıçrattıkları kötülüktür, bu ne olacak?
Sühan ın "Yenge"
sayısında kalem oynatma riskini içinden geldikleri dünya bakımından alanlar
ise, farklı bir değerlendirme birimine bağlı olmakla birlikte, üçüncü grubu
oluştururlar. Halim Şafak ve Fuat Çiftçi bu grubun üyeleridir. Geçmişten beri
yaza geldikleri bir ortamın dışına (bildiğim kadarıyla) ilk kez çıkma
cesaretini gösteren bu isimleri tebrîk etmek bize düşmez. Onlar ortam dışına
çıkma eylemlerine çıkarken kendilerine gelebilecek "yoldaş
kurbağalar"ın "vak vak"larını elbette kestirmişlerdi.
Dolayısıyla, kendileri hakkında belli bir çevrede yapılan
"efe"lenmelere, yazılıp çizilenlere pek aldırış etmemelerini tavsiye
edebilirim.
*
Sühan Sivas ta, Anadolu nun
bağrında samimi bir şair tarafından yayımlanıyor. Hüseyin Kaya,
"çete" ağlarıyla örülmüş ve "kişiliksizlik" batağına
saplanmış "merkezî" edebiyat ortamına aldırış etmeden, el değmemiş
konular ediniyor kendisine. Derginin "Yenge" sayısı bu konulardan
birisiydi. Şimdi sırada diğerleri var: Oyuncak, istasyon ve diğerleri?
(Sühan a ulaşmak için: 0 505 351 54
11 ? Çiçekli Cad. No: 73, Sivas (huseynkaya@gmail.com)
Soğan olsun mu dedi, dürüm saran
çocuk.
Olmasın, dedim. Olmasın… Ne olduysa
işte o anda o anda oldu. Kalabalığın ve gürültünün arasında zaman önce durdu,
sonra yıllar öncesine döndü.
Kar diz boyu yağardı o vakitler.
Sabahları elimizi attığımız dış kapının kolu elimize yapışırdı çoğu zaman
soğuktan. Bahçe kapılarını kürek yardımı olmadan açmak zor olurdu bazen. Donan
su boruları, tüten soba boruları, ayaklarımızda kara lastik ayakkabılar ve
sırtlarımızda ağabeyimizden hatta ablamızdan kalan gocuklarla, siyah beyaz
albümlerde ve yaşadığımız şehirlerin hafızasında kaldı çocukluğumuz, ilk
gençliğimiz.
O sabahlardan biriydi yine.
Cumartesi pazarı evimize en yakın mahalle pazarıydı ve meyve sebze ihtiyacımız
dahil pek çok ev ihtiyacımızı buradan temin ediyorduk. Manavın adını hayat
bilgisi kitaplarında duyardık ancak canlı bir manav görmemişti çoğumuz.
Annem çizgili pijamaya benzeyen
pazar çantasını bir elime, alınacakların listesiyle beraber ucu ucuna
yetebilecek parayı da diğer elime tutuşturdu, yeşil gocuğumu giydirdi, akşamdan
sobanın yanına koyduğu ayakkabılarımı da dış kapıya kadar kendisi getirdi.
Uğurlar olsun, dedi.
Gece kar yağmış hava biraz
yumuşamıştı. Soğuk, kış, kar kimsenin umurunda değildi. Herkes işinde
gücündeydi. Yol boyu soba borusu temizleyenlere, dün akşamın külünü küçük çöp
kovalarıyla kapılarının önlerine çıkaranlara, bahçesindeki karı kürekle yollara
atanlara baka baka pazara ulaştım. Bir elim sımsıkı pazar parasını tutuyordu
cebimin içinde. Böyle havalarda birkaç saat pazara geç gelecek olsam buzlanmış
meyveleri ve sebzeleri eve götürme ihtimalim vardı. Ne sabah ne öğlen… Pazar
alışverişi için en güzel vakitti.
Her zaman olduğu gibi önce baştan
aşağı dolaştım pazarı. Meyvenin sebzenin iyi ve uygun olduğu tezgâhları tespit
ettim daha sonra oyalanmadan listedekileri birer ikişer almaya başladım. Önce
ezilmeyecek meyve ve sebzeleri almam gerekiyordu. Ezilme ihtimali olanları en
sona alıp çantanın en üstüne yerleştiriyordum. Kısa bir süre sonra pazar
çantasını doldurdum. Annemin verdiği paradan bir miktar da artırmıştım. Ağır
usul pazardan çıkacağım köşeye doğru ilerlemeye başladım. Gâh sağ elime
alıyordum çantayı gâh sol elime. Çanta tutmayan elimi hem cebimde ısıtıyor hem
de dinlendiriyordum. Evin en büyük oğlu olmak böyle bir şey olsa gerek diye
düşünmeden alamıyordum kendimi böyle durumlarda ancak şikayetçi değildim.
Tam pazardan çıkacağım köşede
benden biraz daha yaşı büyük, ağabey, diyebileceğim bir delikanlı düştü önüme.
İki elinde boğazlarından tutulmuş kirli iki telis torba ile bata çıka
ilerliyordu erimeye durmuş karlı yolda. Zayıftı ve uzun boyluydu. Şapka
takmamıştı, epeyidir dışarıda olduğu kulaklarından ve boynundan belli oluyordu.
O önde, ben arkada iki yüz metre kadar ilerledik. Pazarın biraz kıyısında ara
sokaklardan birindeydik ve o anda oldu olan. Birdenbire delikanlı
elindeki torbaları aniden savurarak yol kenarında bir kar yığını üzerine sırt
üstü kendini attı. Şaşırmıştım. Öylece kalakaldım. Ellerini ayaklarını çırpıyor
hırıltıya benzer sesler çıkarıyordu. Pazardan aldığı ne varsa savrulmuştu iki
yana. O çırpındıkça kara gömülüyor ben ise ne yapacağımı bilemeden öylece
bekliyordum. Elimdeki çantayı bir kenara koydum ve gence doğru ilerledim. O
sırada yoldan geçen yaşlı bir adam yetişti yanımıza geldi. Gencin kollarını iki
yana ayırdı, güçlükle zapt ediyordu. Bir yandan da kasılıp tekrar gevşeyen
ayaklarına dizleriyle bastırıyordu. İhtiyar, sağ kolunu iyice tuttu yerde yatan
delikanlının sol kolunu bana uzattı. Genç yumruklarını demir gibi sımsıkı
kapamıştı. Yaşlı adam bana bakarak, yumruklarını çöz, dedi. Bunu derken kendisi
de elindeki sağ elin yumruğunu çözmeye çalışıyordu fakat nafile bir çaba
gibiydi bu.
İçim daralmıştı. Birdenbire mekan,
zaman değişmiş kendimi bambaşka bir dünyada buluvermiştim sanki. Dediğini
yapmaya çalıştım adamın. Gencin parmaklarını biraz gevşetiyor ancak canını
yakmaktan da korkuyordum. Avucunda bir şey saklıyormuşçasına sıkıyordu
parmaklarını. Geriye doğru dönmüş gözlerinin akına birkaç kez bakabildim
sadece. Bağından kurtulmaya çalışan bir kurban gibi öylece çırpınıyor,
çırpınıyordu. Bir süre sonra ağzından köpükler de gelmeye başladı. Ben ne
olduğunu ne yapmam gerektiğini anlamaya çalışırken birkaç kişi daha geldi
yanımıza. Yakındaki evlerden birinden bir kadın limon kolonyası getirdi. Bir
başkası su getirdi. Başucumuzdaki sesler çoğalmıştı ancak kimsenin benim
vazifemi üstlenmeye niyeti yoktu. Kadınlardan biri su içirmeye çalıştı
delikanlıya lakin gencin kilitlenmiş dişleri arasında su gitmiyordu. Limon
kolonyasının da bir etkisi olmamıştı.
Üç beş dakika sonra yaşlı adam
başımızda toplananlara; soğan getirin, dedi. Kuru soğan getirin çabuk olun. Çok
sürmedi iki tane iri kuru soğan getirdiler ve uzattılar adama. Genç biraz
yorulmuş gibiydi, ağzındaki köpük git gide çoğalıyordu. İhtiyar bana bakarak,
sen bırakma oğlum, dedi. Tutmaya devam et. Tamam anlamında başımı salladım.
Adam gencin ayaklarını bıraktı ve sağ kolunu dizlerinin arasına aldı. Soğanı
iki elinin arasında limon gibi sıkmaya ve suyunu gencin ağzına burnuna dökmeye
başladı. Ne gencin durumundan bir şey anlıyordum ne de yaşlı adamın
yaptığından. İhtiyar yaptığı işten gayet emindi, soğanın suyunun bittiğine
kanaat getirince ikinci soğanı sıkmaya başladı gencin yüzüne. Bu defa genç
öksürmeye, aksırmaya başladı. Bir iki aksırıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi
doğruldu. Bir uykudan uyanmış gibiydi. Ürktüm, elini bırakıp kenara çekildim.
Önce parmaklarını ovuşturdu sonra yattığı yerden doğruldu ve yerden aldığı
birkaç avuç karla yüzünü, ağzını temizledi. Hiç kimsenin yüzüne bakmadı.
Sebepsiz bir mahcubiyet vardı yüzünde. Kimseye teşekkür etmedi, edemedi belki
de. Kalabalıktan birkaç kişinin yardımıyla dağılan meyveleri sebzeleri telis
torbaya doldurdu. İyi misin yavrum, dedi bir teyze. Teyzenin yüzüne bakmadan
başını salladı. Yarı ıslak haldeki kirli torbalarının tekrar boynundan tuttu ve
ardına bile bakmadan yoluna devam etti.
Kalabalık dağılınca yalnızca
ihtiyar adam ve ben kaldık sokakta. Evimizin yakın olup olmadığını sordu,
yakın, dedim. Üşüme, sen de ıslandın biraz, dedi. Kanım donmuş gibiydi.
Yorulmuştum, ter içindeydim. Çantamı duvar dibinden getirdi ve elime tutuşturdu.
Sara, dedi. Aklında olsun, soğan daima iyi gelir sara nöbetine. Çocuk aklımla
hemen inanıverdim ve aklımın bir kenarına yazdım zira her şey gözlerimin önünde
cereyan etmişti.
İlk defa duyduğum bu hastalığın
adını tekrar ede ede eve ulaştım. Annem bahçede kar kürüyordu dış kapıyı
açtığımda ama aslında beni bekliyordu. Halimi görünce birden tedirgin
oldu.
Yollar hem kar hem su hem de buz,
dedim.
Düştüm, demek istedim, dudaklarım
titredi gözlerim doldu, diyemedim.
Annem elimdeki çantayı aldı, diğer
eliyle bana sarıldı. Hayat boyu bir daha hiç karşılaşmadığım o genç için, bütün
hastalar için, yoksullar için, ıslanan elbiselerim için, Hıçkıra hıçkıra,
titreye titreye ağlamak istedim.
Dürüm hazır, dedi çocuk. Parasını
uzattım, dürüm kalsın, dedim.
2014
Evden çıkmaya hazırdı artık. Çayının yarısını bardakta bırakmış, çantasını akşam bıraktığı yerden almış, her zamanki sabahlardan birine doğru yürümeye başlamak üzereydi. Pek de uzun sürmeyecek bir yolculuktan sonra iş yerine ulaşacak, sözden çok işaretle verilen selamlara yorgun ve uykulu gözlerle karşılık verecek, kendine geldiğinde gün çoktan yarılanmış olacaktı. Sanki her şeyiyle ezberlenmiş bir hayatın kendine ait olmayan cümlelerini tekrar edip duran oyuncusuydu. Yalnız hayat değil elbette rüyalarının, epeydir unuttuğu hayallerinin dahi kendisine ait olup olmadığı hakkında fikri yoktu. Aynı yollar, aynı yüzler, aynı gürültü içerisinde her gün aynı rüyaya düşüyor gibiydi uyandığı andan itibaren. Bu düşünceler içinde her akşam evine gelir gelmez anahtarlığını bıraktığı askılığın yanına geldi ve gözlerini aşağı indirmeye ihtiyaç hissetmeden anahtarına uzandı ancak anahtarı her zamanki yerinde değildi. Dikkatini toplayarak bu kez gözleriyle bulmaya çalıştı anahtarını ancak anahtar yerinde yoktu. Sağı solu, ceplerini yokladı gittikçe büyüyen bir telaşla fakat halen anahtarını bulamamıştı. Vakit kaybetmemesi gerekiyordu zira beş dakika geç çıkması evden, her şeyi alt üst edebilirdi. Hızla odasındaki çalışma masasına doğru ilerledi; çekmeceleri açtı, yokladı; masanın üzerini, rafları taradı gözleriyle. Önceki akşam elleri dolu olduğu için doğrudan mutfağa geçtiğini hatırladı ve telaşla mutfağa geçti. Masanın, sandalyelerin ve tezgâhın üzerine baktı, nafile. Yanından hiç ayırmadığı küçük el çantasının gözlerinde kalmıştı son umudu. Çantayı açmadan birkaç kez salladı, ters çevirdi anahtar şıkırtısına benzer bir ses duyabilmek maksadıyla. Metal sürtünmesine benzeyen sesler duyunca çantasının fermuarlarını hızla açtı birer birer ancak birkaç metal para, yanından ayırmadığı küçük çakı ve dolap anahtarlarından başka bir şey bulamadı. Diğer elinden hiç bırakmadığı telefonundan saate baktı beş dakika geçmişti bile.
Bir an kapıyı çekip çıkmayı düşündü. Akşam iş dönüşü nasıl olsa bir şekilde kapıyı açmanın yolunu bulurdu. Yedek bir anahtarım olsaydı, dedi kendi kendine. Zihninde binbir düşünce ile hareketsiz öylece kalakaldı. Bir yandan hayıflanıyor, bir yandan anahtarı bırakma ihtimali olan yerleri düşünüyor, bir yandan ceplerini yoklamaya çalışıyordu. Çantasını tamamen boşalttı, ceplerinin astarını dışına çıkardı. Daha önce dolaştığı her yeri bir kez daha ve detaylı süzerek dolaştı: yoktu. Bu, sıkıntılı bir rüya mıydı, halen uyanamamış mıydı? Yeniden saate baktı. On beş senelik memuriyet hayatında bir kez olsun işine geç kalmadığını hatırladı ve hiç değilse bir kez buna hakkım olsun, diye içinden geçirdi. Hatta hiç gitmese bugün işe kim ne diyebilirdi ki? Hem onca yıl koştura koştura gitmenin, vazifelerini aksatmamanın karşılığını görebilmiş miydi? On beş yılda ancak bir kez, iki gün mazeret izni kullanmıştı, rapor almışlığı bile yoktu. Hepsi hepsi bir gün işe geç kalmanın yahut hiç gitmemenin kendisi için bir sıkıntı doğurmayacağını düşündü.
İyi de nereye koymuştu anahtarını. Artık onu evde bulamayacağına kendini ikna etmeye başlamıştı içten içe. Bu saatte ne yapabilirdi ki kapıyı çekip çıkmaktan başka. Kapıyı çekip çıksa akşam dönüşte bir çilingire haber verse ve kilidi değiştirse aslında sorun kalmayacak gibiydi. Gün boyu zihninde kayıp bir anahtarla dolaşmak ve kilitli kapıyı düşünmek de pek akıl kârı bir iş değildi. Düşünceler ve evhamlar arasında bitmek tükenmek bilmeyen bir git gel yaşıyordu.
Kısa süren çırpınışların, telaşın yerini yılların yorgunluğu almaya başlamıştı bile. Birkaç gece gördüğü rüya geldi birdenbire aklına. Cuma ya da bayram namazı sonrası cami çıkışında ayakkabılarını bulmaya çalışmış ancak bulamamıştı rüyasında. Önce kalabalığın çekilmesini beklemiş, sonra ayakkabılıktaki tüm bölümlere bakmış ama ayakkabılarını görememişti. Terlikle olsun evine dönmek için epey çaba sarf etmişti caminin son cemaat yerinde ancak ne terlik ne de eski bir çift ayakkabı kalmıştı kendisine. Dışarda kar vardı üstelik. Yorgunluğa bezenmiş bir sıkıntıyla uyanmış, gün boyu birkaç kez bu rüyayı hatırlamıştı. Gerçi annesi: Kış düşü, boş düşü, derdi ve içinde kar olan rüyaları yorumlamazdı. Sığınmıştı o zaman bu söze: Kış düşü, boş düşü… Şimdi içinde bulunduğu halin de bir rüya olmasını ne çok isterdi.
Zihni durmadan çalışıyor, bütün uzak ihtimallerin karmaşık yumağını önüne bırakıyordu. Gece hırsız girmiş olabilir miydi evine? Öyle bir durum olsa duyardı, uyanırdı ihtimal. Zaten en küçük çıtırtıya bile uyanır, tam dalamazdı ki… Bu ihtimale kendisi de inanmadı ancak yine de eşyaları süzerek sağa sola hızlıca bakmaktan kendini alıkoyamadı. Her şey yerli yerindeydi. Evet, her şey yerli yerindeydi ama ya hırsız gelip anahtarı aldıysa ve sokağın bir köşesinde kendisinin evden çıkmasını bekliyorsa… Son zamanlarda bu türden bir olayın ne mahallede ne şehirde yaşandığını düşünerek bu karanlık endişelerden kendisini uzaklaştırmaya çalıştı.
Birazdan iş yerinden arayan birileri illaki olur, diye düşündü. Göz ucuyla yeniden saate baktı, dakikalar her zamankinden daha hızlı ilerliyordu. Anahtarımı kaybettim de o yüzden henüz evden çıkamadım, böyle bir mazeret ne kadar sahici yahut geçerli olurdu arkadaşlarının, müdürünün nazarında. Kaybetmeyen bilemezdi ki bu sıkıntıyı. Anahtar başka şeye benzemezdi; kimlik, banka kartı kaybetmek kadar hatta daha da riskli bir durumdu. Bu anahtar sadece kapı açmaya yarayan küçük bir metal değildi. Kendisine ait bir dünyanın, ülkenin mecazıydı. Anahtarı neden ceplerimizde, elimizin hemen altında saklıyorduk ki önemsiz olsa. Neden herkesin kilidi başka, anahtarı başka oluyordu önemsiz olsa. Anahtardı bu, başka şeye benzemezdi. Dolap anahtarı, çekmece anahtarı da değil kocaman bir dünyanın, mahreminin, evinin anahtarıydı kaybettiği. Daha önce hiç ev anahtarı kaybetmemişti. Çocukluğunda, gençliğinde evin anahtarını yanında bile taşımamıştı. Aslında babası da anahtar taşımazdı çünkü annesi hep evde olurdu. Evde hep biri olur ve gidenleri uğurlar, gelenlere kapıyı açardı.
Düşünmekten ve oraya buraya bakmaktan iyice yorgun düşmüştü kısacık sürede. Oysa bambaşka dertleri vardı her gün kendisini yoran, kıvrandıran. Küçücük bir anahtar tüm sorunları başka bir mekana kilitlemiş, kendisini de her akşam bir an önce gelmek için can attığı evine hapsetmiş gibiydi. Artık anahtar arayacak takati kalmamıştı. Zaten aklı almıyordu evde anahtarın nasıl kaybolduğunu, kaybolacağını. Koridordan odaya doğru sürüklenircesine yürüdü, en yakın çekyatın kenarına oturdu. Yine istemsizce gözleri saate takıldı. Sağ eli çekyatın kenar boşluklarında geziniyordu. Kendisi aramayı bırakmış olsa da eli anahtarı aramaya devam ediyordu. Böylesi durumlarda okunan dualar, sureler olduğunu hatırladı. Nerede, hangi kitaptaydı? Dünya, her şey bir anda nasıl da gerisine düşmüştü bir anahtarın? Bildiği duaları okumaya çalıştı. Yapacak başka bir şey de yoktu zaten. İş yerinden ararlarsa telefonu açmamaya karar verdi.
Pencereden dışarıya baktı göz ucuyla. Her zamankinden daha hızlı ilerleyen saate baktı. Çantasını toparladı, kıyafetini düzeltti. Kapıyı çekip çıkmaya, akşam bir çilingirle kapıyı açıp yedek anahtarı da bulunan bir kilit taktırmaya karar verdi. Telaş ve gerginlik yerini kendiliğinden sükunete ve kabullenişe bırakmıştı. Hepsi hepsi bir anahtardı. Kapıyı açarak dışarı çıktı ve ayakkabılarını giydi. Kapıyı çekeceği anda kapı kolunun altında anahtarını ve salınan anahtarlığını gördü. Rüya mıydı, şaka mıydı? Elleri dolu olduğu için anahtarı sonradan almak üzere kapının üzerinde bırakmış olmalıydı. Kapıyı kilitledi, anahtarı avcuna alarak yakından baktı. Tebessüm etti. Birden yeniden telaşlandı, geç de olsa iş yerine ulaşmalıydı artık. Koşar adım merdivenlerden indi. Başka bir sabaha, başka bir dünyaya uyanmıştı sanki. Hızlı adımlarla iş yerine doğru ilerlerken günlerden pazar olduğunun farkında değildi.
2022 aralık