yahya kemal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yahya kemal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ağustos 2020 Perşembe

hüseyin kaya ile sühan dergisi ve dergicilik üzerine söyleşi

konuşturan: beria erva eriş, semanur abidan dalkıran

S.A.D:   Cemal Süreyya  “Şairin hayatı şiire dahil”  diyor. Sühan da sizin hayatınızın bir parçası olduğunu düşünerek bize biraz Sühan’dan bahseder misiniz? Nerede, nasıl, ne zaman, kimlerle bu yolculuk için karar aldınız?

Dergi yayımlama hevesi tıpkı tiyatrocuların “sahne tozu yutmak” deyimi gibi hastalıktır, bulaşıcıdır biraz. Bir kez matbaa kokusuna, o heyecana şahit olmuşsanız o his ömür boyu bırakmaz peşini. Eski bir hastalık gibi avare kaldığınız her an hatırlatır kendisini. İki binli yılların başlarıydı. Öğrencilik yıllarımızda zaten dergi tecrübesi kazanmıştık.  Artık her birimiz maaşlı olduğumuza göre daha kaliteli ve maddi bakımdan sıkıntıya düşmeden bir dergi yayımlayabiliriz diye düşündük.  Türlü vesilelerle bir araya geldiğimiz okuyan yazan arkadaşlarla bu fikri geliştirdik ve neticede ortaya Sühan çıktı.

B.E.E:Sühan ismi Şeyh Galip Hüsnü Aşk’ına telmih mi? Bu ismi neden seçtiniz?

Eski edebiyatta sık sık zikredilen bir kelime sühan. Hatta sühan kasideleri, sühan redifli gazeller var. Dergi ismi aradığımız dönemde aklımıza gelen her kelimeyi not alıp paylaştık. Bir kış akşamı dergi kadrosunda da olan bir arkadaşla hem yürüyor hem de dergiye isim düşünüyor, konuşuyoruz. O sırada aklıma geldi, “sühan” olabilir mi, dedim. Kelimenin anlamını arkadaşların çoğu bilmiyordu.  Hem edebiyattaki karşılığını hem de Hüsn ü Aşk’taki yerini öğrenince arkadaşlar kabul etti bu ismi. Başlangıçta edebiyat çevresinden bu ismi “arkaik” bulanlar oldu ama zamanla dergimiz benimsendi ve isim kabul gördü. Hatta edebiyat çevresinden bazı kalemlerin teveccühünü dergimiz  daha ellerine ulaşmadan sırf ismi ile kazandı diyebilirim.

B.E.E: “Çıkarını düşünenlerin bir çoğu dergi çıkarır.”  Hüseyin Akın siz sühanı hangi çıkarı gözeterek çıkardınız.

Herkesin bir dergi çıkarma amacı vardır şüphesiz ve bir “çıkar” adına dergi çıkaran yüzlerce ehl-i kaleme şahitlik etmiştir edebiyat tarihimiz. Sühan’ı farklı kılan da zaten “edebiyat”tan başka bir amaç ve çıkar peşinde olmaması idi. Okuyan, yazan insanlar bu samimiyeti gördükleri için dergide desteklerini esirgemediler. “Benim”, “bizim” değil Türk edebiyatının dergisi olma endişesiyle yayınlandı Sühan.  En azından benim “çıkar” endişem olmadı. Dergiye omuz veren arkadaşlar arasında bu tür beklentileri olanlar varlığından ise son sayımızda haberdar oldum.

S.A.D: Özel sayılarınız çok ilginç geldi bize. Özellikle Yenge özel sayısı Şair, yazarlar ve dergi çıkaranlar için bu bağlamda eşleri bir engel midir? Kocaeli merkezli bir yayın olduğu için rahat olabilirsiniz.

Her derginin değilse bile Sühan gibi dergilerin ailelere getirdiği birtakım yükler mevcut. Dergici eşleri şayet edebiyata aşina değillerse sitem etmez, engel de olmaz ama çoğu zaman anlam veremez bu çabaya. Bizim anlayışımızla yayın yapan dergiler çoğu zaman evin küçük çocuğu gibidir. Yazı ve şiir, evet eşler için “kuma”dır biraz zira ömürden ömür isteyen, candan can isteyen bir yanı var yazmak fiilinin. Bu kanaat de yalnızca kendi yazı dünyam için geçerli.  Yazmayı eğlenceye yahut bir çeşit gelir kaynağına dönüştürenler için bu dediklerim geçerli olmayabilir.

B.E.E: Hazır özel sayılara girmişken 10 ve 11. Sayı kapanan dergilerin hikâyelerine ayrılmış. Bu, dergi çıkarmayı düşünenler için bir vazgeçişe neden olabileceğini hiç düşündünüz mü?

Dergi çıkarmayı düşünenleri değil, geçmişte dergi çıkaranları düşünerek hazırlandı o sayılar. Bir vefa sayısı idi her ikisi de. Aslında tek sayı ile o dosya kapanacaktı ama ilgi gördü, ikincisini de hazırladık ve bu Türkiye'de “ilk” olma niteliği taşıyan bir düşünce. Diğer sayılarımızda da olduğu gibi sonradan bu düşünceyi kullanan, tekrar eden yayınlar çıktı piyasaya. Hem de Sühan’dan hiç bahsetmeden yaptılar bu işi bazıları.  Sühan edebiyat tarihine notunu düştü bu sayılarla. Görmezden gelen yahut taklit edenler düşünsün hallerini.

Dergi çıkarma fikri öyle telkinle, konuşmayla, yahut akıl vermekle vazgeçilecek bir düşünce değil zannımca. Bir zihne dergi fikri düşmüşse dönüşü olmuyor onun, belki erteleniyor ama günün birinde mutlaka o dergi çıkıyor. İlk gençlik yıllarında çıkaramadığı dergiyi profesör olunca, vali olunca, belediye başkanı olunca çıkaran insanlar var bu ülkede.

S.A.D: 10 ve 11. Sayıları yayımlamadaki amacınız neydi?

Aslında az evvel verdim bu sorunun cevabını. Vefa sayısı idi. Belki dergi mezarlığında adı sanı bile bulunmayan merhumlar için bir taziye düşüncesi.  Hissî bir sayı idi ve yazılar da hisli idi. Geçmişte dergi çıkaran arkadaşlarımıza, emekleriniz boşa gitmedi, mesajı da vardı bu düşüncenin altında. Bu sayılar için geride kalan dergiler adına “bir rahmet okuma çabası”, “hayırlı yâd ediş” de diyebiliriz.

B.E.E:10. Sayınızdaki” Aşinaya Aşina Bigâneye Bigâneyiz!”   ve 11. sayı “Hitab-ı Aşkı Kim Anlar Kiminle Söyleşelim” başlıklarınızı oldukça manidar geldi bize. Bu bir sitem mi? 

Evet, sitem vardı biraz. Düşünün, Türkiye’nin değil dünyanın en farklı edebiyat dergisini çıkarıyorsunuz ve hatta dünyanın dört bir yanına dergiyi gönderiyorsunuz. Abartı değil bu Asya’dan Amerika’ya, Balkanlar’a, Avrupa’ya gidiyordu dergi.  Değil yayımlanmış, düşünülmemiş sayıları hazırlıyorsunuz ama kimi çevreler bu çabayı görmemek adına başını kuma sokuyor ve az evvel de dediğim gibi sizin sayılarınızdan ilham alarak çalışmalar yapıyorlar bir taraftan... Üstelik sizin çalışmalarınızı görmezden gelerek. Edebiyat camiasının maalesef böyle bir  tabakası da var. Ne diyelim, “aşinaya aşina, biganeye biganeyiz”. Halen...

S.A.D: Turan Karataş taşra dergisi hikâyesini ‘’Kabuk Bağlamayan Yara’’ olarak sundu. Sizce Sühan hala kanayan bir yara mı?

Sühan dergi olarak bir yara değil. Onurla ömür defterim arasında muhafaza ettiğim bir hoş hatıra... Bir baki sedâ. Yara, olan kısmı arkadaşlıklar, dostluklar bağlamında yaptığım hatalar ama acısı yok onun da. İnsan tarafımız bu.

B.E.E: Dergi hikâyelerinin anlatıldığı yazıların başlıkları da hayli ilginç:

-Rüzgârın Kırdığı Dal: Burak

-Palandöken Hep Karla Kaplı Kalacak

-Susku Sustu Susalı

-Kırkikindi: Sona Eren Her Türkü Yanıktır.

Dergicilik bir romantiklik mi?

Elbette romantik. Akıllıca bir izahı var mı beş yıl boyunca ek ders ücretlerini geri gelmeyeceğini bile bile dergiye yatırmamın? Akıllıca bir izahı var mı -9 dereceyi bulan arızalı bir çift göz ile sabahlara kadar dergi tasarımı, tashihi yapmanın?  Bayram günlerini, tatil günlerini hiçbir karşılık beklemeden birilerinin yazılarını tashih ile geçirmenin?..

Anadolu dergiciliği romantiktir. Mücadeleci ruh taşıyan dergiler dahi  “yel değirmenleri”ne karşı “merkez”e karşı yapılmış Don Kişotluktur.  Buralarda bir söz var “Oturduğun ahır sekisi, söylediğin İstanbul türküsü” derler.  Elbette İstanbul türküsü söylemeye çalışan dergiler de var. Allah hidayet versin...

S.A. D :Yahya kemal :

Bir bitmeyecek şevk verirken beste,

Bir tel kopar âhenk ebediyyen kesilir..diyor  Sühan'ın kapanması sizde  bu hissi uyandırdı mı?

Hayatımda bir boşluk oluştuğu doğrudur. Her hafta kapıma bir çanta dergi, kitap getiren postacının kapımızı unuttuğu doğrudur. Susmak bilmeyen telefonların artık bayramda, kandilde dahi tenhalaştığı da doğrudur. “Altın altına gider, bakır bakıra doğru”. Kurduğumuz dostluklar, tanışıklıklar olumsuzlukları unutturacak nitelikte. Ahenk kesilmedi ama değişti... Hakiki dostlar, dostluklar kaldı geriye, bu yeterli.

B.E.E: Sühan ismini bize verirken evladını evlatlık veren bir ebeveynin hüznünü duydunuz mu?

Kelimeler kimsenin değil Allah’ındır ve emanettir hepimize. Yazdıklarım dahil şahsım adına ne varsa âlemde miri malıdır. Kaynak dahi verilmeden kullanılabilir. Bilakis mutlu oldum. Fuzûlî’nin, bu ismi tercihine dair bir rivayet var biliyorsunuz. İki manalı bir kelime fuzuli... Sühan da öyle.  “Boş lakırtı” anlamı da var bu kelimenin. Ümidim güzel manası ile yayıncılığa devam etmeniz, lakin bizi de arada yad etmeniz. Bizi derken “Sühan”ı kastediyorum elbet.

S.A.D: Sorularımızı samimiyetle cevapladığınız için Mehmet Akif Ersoy Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi, Sühan dergisi adına sizlere teşekkür ederiz.

Dergi çıkardığım dönemlerde bile “yeni bir dergi” fikri beni hep heyecanlandırdı ve bu düşüncede olan arkadaşlarla gençlerle tecrübelerimi paylaşmaktan memnuniyet duydum. Her yeni dergi klasik söylemle yeni bir umut. Kim bilir aranızdan kimlerin dünyasında yeni kapılar aralanacak, kimlerin yıllar sonra bu hastalığı yeniden nüksedecek... Kimler bu dergiden aldığı heyecan ve şevkle edebiyat öğretmeni, şair, yazar olma sevdasına düşecek. Vefadarlığınız ve iyi niyetiniz için teşekkür ediyor, selamlarımı gönderiyorum. Güzel haberlerinizi, sayılarınızı ben de heyecanla bekliyorum.

mart 2016

23 Temmuz 2020 Perşembe

hüseyin kaya'nın derin hüznünün acı meyvası

selçuk karakılıç


Yahya Kemal, ne zaman yazdığını tespit edemediğimiz “Resimsizlik ve Nesirsizlik” başlıklı yazısında, “Milliyetimizi, kendime göre idrak ettiğimden beri dilimden düşmeyen bir cümle budur: Resimsizlik ve nesirsizlik… Bu iki feci noksanımız olmasaydı bizim milliyetimizi bugün olduğundan yüz kat daha kuvvetli olurdu.” diyerek resim ve yazıya olan kayıtsızlığımızdan bahseder.

Paris’te Louvre Müzesini gezen, Picasco’nun sergilerindeki hıncahınç kalabalık karşısında hayranlığını gizleyemeyen ve Madrid Büyükelçiliği sırasında davet edildiği şatolarda, ressam Velaskes ve Goya’nın tablolarının önünden dakikalarca ayrılmayan Yahya Kemal’in memlekete döndükten sonra resim aşkının günbegün arttığı görülüyor. Daha çok parnasyen şairlerin etkisiyle resme ilgi duyan Yahya Kemal, sözünü ettiğimiz “Resimsizlik ve Nesirsizlik” yazısına şöyle devam ediyor:

Eğer Türk milletinin resim bir, nesir iki, bu iki sanatı olsaydı bugün milliyetimizin kudreti, olduğundan yüz kat daha fazla olurdu. Muhayyileyi en fazla işleten bu iki sanatı talih bizden esirgedi. Cedlerimizin resimleri yok, onları hemen hemen bilmiyoruz. Minyatürlerden Avrupa’nın o asırlardaki ressamlarının levhalarından hayal meyal onları seziyoruz. Nesrimiz, resmimize göre vardı. Lakin yazık ki nesrimiz, üç kusurla maluldür. Çok az yazı yazmışız, çok kötü yazı yazmışız, çok kısa yazı yazmışız.”[1]

 

Bu ilginç yazıdan çıkaracağımız tabii sonuç, o yıllarda zengin ve seçkin şiir hayatının olması kadar, nesre ve resme yeteri kadar eğilim göstermediğimiz ve önemsemediğimizdir. Aslında Göl Saatleri’ni (Evkaf Matbaası, 1921, s. 63) yayımlayarak akşamın dinginliğini ruhlarımıza üfleyen Ahmet Haşim, önce “Örümcek Ağı” (1925) ile başlayan sonra “Kaldırımlar” (1928) ile devam eden Necip Fazıl şiirinin eksantrik ve mistik havası, Faruk Nafiz’in memleket kokan şiirlerinin yanında Refik Halit’in Memleket Hikâyeleri (1919) gibi, Yakup Kadri’nin Erenlerin Bağından (1922) gibi, Halide Edip’in Ateşten Gömlek (1923) gibi kuvvetli, özenli ve artistik nesir yazarlarının ve eserlerinin olması bile, bu resmi olmayan nesri kıymetlendirmiyor Yahya Kemal için...

Şairimizin, bu “seçkin nesir”lerin varlığına rağmen nesirsizlikten şikâyetini anlamlandıramıyoruz. Üstelik artistik nesrin fikir ve çığır açıcısı Falih Rıfkı, Suriye hatıralarını Ateş ve Güneş’te (1918) toplamış, 1930’lara doğru ise orijinal yazış ve duyuşa sahip fantezist nesrin yazıcısı Arif Nihat’ın ayak sesleri de duyulmaya başlamışken…

Fakat “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” gibi bir şahesere imza atan şairin seziş ve hissediş kabiliyeti burada daha da bir anlam kazanıyor: Mehmet Akif hariç kimsenin aklından geçirmediği yahut geçirdiyse bile dillendiremediği “resim” sanatının yokluğunu ilk fark eden sanatkâr olması ve bunu ifade edebilmesi önemli bir fark ediştir.

İşte bu, şairin çağrışımlarla dolu muhayyilesinin devamlı aksiyon içinde olduğunu gösteriyor. Onun şiirde olduğu kadar, nesirde olduğu kadar resim sanatının da farkında oluşu, sanatkâr sezgisinin kuvvetinden ileri gelmektedir.

Ne var ki, bugünlerde, Yahya Kemal’in eleştirdiği resimsiz ve nesirsiz edebiyat ırmağının yerine “şiirsiz bir edebiyat âlemi” karşımızda bulunuyor. Ancak bizim asıl şikâyetimiz, şairsiz ve şiirsiz oluşumuzdan ileri gelmiyor. Aksine şair bolluğunun olduğu bir ortamda, yeni ve farklı bir şiirin uzun zamandır sesini duymamamızdan kaynaklanıyor. Bizi, maddeci dünyanın demir pençesinden bir nebze kurtaracak, hislendirecek, sevindirecek “has şiire” ihtiyacımız çoğalarak artarken bu iştiyakımızı karşılayacak, hasretini çektiğimiz şiire ruh üfleyecek şairler arıyoruz.

İşte, şairlik kumaşı sağlam, gelenekten beslenerek yenilenmiş bir şiirle beslenen Hüseyin Kaya’nın mısraları bu şiirsizlik ortamında bizi alıp götürüyor âdeta. Son yirmi yılda, şiirimizin lirizme hapsolduğu bir dönemden sonra Kaya’nın şiirleriyle hüznü, acıyı, kederi yeniden hatırlamış olduk.

Hüseyin Kaya, 2006 yılında yayımladığı Çekil Gideyim Hayat isimli şiir kitabı ile beş yıl sonra neşrettiği Çırpınıp İçinde Döndüğüm Deniz (Ötüken, 2012) ve Melâl Bahçesi (Sütun, 2013) isimli (ilki ve üçüncüsü şiir, ikincisi ise nesir) kitaplarıyla bizde bıraktığı ilk intiba romantik ve hüzünkâr bir şairin ele avuca sığmayan melali oldu.

Şairin melali gün geçtikçe artmış, kederi çoğalmış, hüzün evine bağdaş kurmuş oturmuştur. Ve en sonunda ise melal bahçesinde elem çiçekleri açmıştır… Aşırı hassas ruh hâlinin açtığı yaralar ise şairi, iç dünyasının dışına çıkarmıyor. Aksine içine kapattıkça kapatıyor, hüznün kalesine girdikçe giriyor…

Yalnız şair, Çekil Gideyim Hayat’ta (Kaya, 2006: 7), “Hüzünler evi” ismiyle bir bölüm açıyor. “Hüzünler evi”nde karamsar bir ruh hâline sahip şairin kimseye belli etmediği, ama fark edilen hüznünün tablo tablo resimleri de bulunuyor.

Yusuf suresinin 86. ayeti olan “Ben hüznümü, kederimi ancak Allah’a şikâyet ederim”i epigraf olarak seçen şairin tercihinin bize çok anlamlı geldiğini söyleyebiliriz. Bu gizlenmeye çalışılan hüznün, kederin sonu yok mu? Şair, daha önce Çekil Gideyim Hayat’ta kederini “Hüzünler evi”ne saklamışken Melâl Bahçesi’nde artık melâle dönüşmüş, evden bahçeye çıkmış, hayat karşısındaki yorgunluk artmış, bezgin ve bedbin bir ruha evrilmiş bulunuyor. Yani azalacağının, şairin peşini bırakacağının yerine hüzün çoğalmaya devam ediyor…

Onun şiirlerinde, dışa dönük, sosyal veya toplum merkezli bakış açısından ziyade sanatçının kendi “ben”i ön plandadır diyebiliriz. Kaya’nın iç dünyasının izlerini taşıyan hem nesri hem de şiirlerinin en belirgin özelliği “hüzün kuşatması” altında olduğunu söylemek pekâlâ mümkündür. Bu hüzün ve karamsarlığın altyapısını oluşturan, şairi melankoli denizinde yüzdüren asıl duygu ise yaşanılan hayatın çekilmezliği olabilir mi? Şair mi bu dünyanın yükünü kaldıramıyor yahut dünya mı şairin yükünü çekemiyor?

Çekil Gideyim Hayat’ın (Lamure, 2006: s. 7) iç kapağına bilerek ve isteyerek “hüzünler evi” yazan şairin yaşadığı elemin arka planını şu kelimelerden yola çıkarak takip etmek ve Kaya’nın hüznünü daha da anlamlandırmak mümkündür: “Hep aynı çöl”, “bu hüzün kıssasının ortasındayım”, “hayatın mültecisi bir kalp”, “yağmalanmış ömrüm”, “kısadır geçer hayat dediğin”, “kavruk yüreğim”, “surların önündeyim”, “beni hayata değil kendine bağla”, “acıyla sarıyorum acıyan yerlerimi”, “içimde tek hüzün kaldı” gibi söz veya söz öbeklerine bakılırsa şairin hassas ruh hâli ve karamsarlığı görülecektir.

Elem ve kederi sevincin bir parçası gören Suarés, “elem birdir” diyerek aslında bütün kederlilerin bir mabette toplandığını söylerken hiç de haksız sayılmaz. Hüseyin Kaya’nın şiirleri aynı kederi ve ızdırabı paylaşanların aynı mabette toplandıklarını da gösteriyor: “Çöl”, “Hüzün Kıssası”, “Nehir”, “Elem Çiçeği”, “Ortada”, “Muğber”, “Masalın Bittiği Yer” başlıklı şiirler sanatçının hüznünü ele veren, kuşatılmışlık duygusunu gözler önüne seren parçalardır.

Hüzünler devşirip, onları bir bahçede toplayan Hüseyin Kaya’nın Melâl Bahçesi, şairin daha önce yayımladığı Çekil Gideyim Hayat isimli ilk şiir kitabından seçme şiirler ile birlikte yeni şiirlerden oluşmaktadır. Yani bir bakıma şair, kendince bir seçim yaparak eskilerle yenileri hüzün bahçesinde harmanlamayı denemiş…

Melâl Bahçesi’nin ilk şiiri ise “Rüya” ile başlıyor. Fakat bu, sevgilinin adını yazmak bir yana dursun, ismini dilinde gezdirmek yükünü bile taşıyamayan şairin korkulu hülyasıdır bu rüya… Uyanıkken görülen rüyanın sonunda yorgun ve kırgın, yalnız ve kederli bir şair görünür ufkumuzda:

“ah efendim sizin de yanar mı içinizde

unutulmuş bir sure gibi uzak her yıldız

yoruldum ah efendim bu dünya denizinde

aynı rüyada bile yalnızız hep yalnızız”

Melâl Bahçesi’nin “beytü’l ahzan” bölümüne kadar ölüm temasının arttığını görmekteyiz. “Gölgesi bile ağır bu hayatın altında” şairin kalbi kırıldıkça kırılıyor, teselliden ise nasibi azaldıkça azalıyor…

“gölgesi bile ağır bu hayatın altında

 kalmıyor teselliden sabırdan nasibimiz

hepimizin içinde gün görmeyen bir oda

yağmur bile dokunsa kırılıyor kalbimiz”

Şair, kitaba ismini veren ve böylece ön plana çıkıveren “Melâl Bahçesi”nde, Cahit Sıtkı’yı aratmayacak ölüm vurgusu ve yalnızlık korkusuyla bizi başbaşa bırakıyor:

“her çiçeği süsler ölüm korkusu

 güz ne kadar uzak durursa dursun

 perdelere sinmiş yağmur kokusu

 anneniz uyuyor çocuklar susun

….

ve kalp de yorulur hep titremekten

bir gülün üstüne gülden habersiz

göçüyorum parça parça gölgemden

ah çocuklar sararıyor bahçemiz”

“ah çocuklar sararıyor bahçemiz” diyerek etrafındaki dostlarının başka bir mekâna göç eylediğini söyleyen şair “Dünya Hâli”nde, sonsuzluk kervanının yaklaştığını belirterek uyku gibi gelen ayrılığı şöylece tarif etmektedir:

“uyku gibi gelir ayrılıklar da

ağırlaşır kollar saatler kanar

son sayfası eksik bir kitap dünya

şiirler şarkılar buraya kadar”

Melâl Bahçesi’nin ilk bölümünde Kaya, hayat karşısında yılgın bir görüntü vermektedir. “Rüya”, “Dünya”, “Kelebeklerin Ahı”, “Melâl Bahçesi”, “Kaza Namazı”, “Hatıra”, “Küstüm Çiçeği”, “Dünya Hâli” yalnız bir adamın kuşatılmışlığını en iyi ifade eden örneklerdir.

Melâl Bahçesi’nin (2013, s. 27) “beytü’l ahzan” bölümünün ilk şiiri olan “Çöl”de ise anlatılmaz bir karamsarlık havasının hâkim olduğu daha ilk mısralarında kendini ele veriyor. Kuşkusuz her sanatçı, yaşayıp gördüğünü terennüm etmekle görevini yapmış oluyor. Hayatın bir tarafı sevinç, öteki tarafı kederden ibaretse her ikisinin aynı ölçü içinde seyretmesi daha bir insanı kuşatıyor. Ama buradan bakıldığında şairdeki yeis ve karamsarlık alıp başını gitmişe benziyor:

“bir hicrana emanet yele düşmüş ömrüme

bundan sonra bin bahar gelse ne gelmese ne”

Burada şairin, ömrünün son baharını yaşayan bir kimse gibi ümitsizliğe kapılması bir kırgınlığın varlığını hissettiriyor. Şiirin kalan dörtlüğünde, asıl varmak istediği menzili haber veriyor. Yaşama hevesini kaybetmiş görünen, serazat ve boş vermişlik hissi uyandıran bu şiirde, Kaya’nın rest çeker gibi bir hâli vardır:

“olsa ne olmasa ne bu masalın sonrası

hep aynı çöl ruhumdan cennetime dökülen

yeniden yaşasaydım dediğim bir günüm yok

çekil gideyim hayat çekil gideyim senden”

Şairi hayattan bu kadar kopartan ve uzaklaşma isteğini doğuran ana sebep ne olabilir? Aşk vurgunu mu, baba özlemi mi, dost kahrı mı, hayatın çekilmezliği mi, yalnızlık mı? Bu saydıklarımızın belki sadece biri, belki de tamamı sebeplerden biri olabilir. Ama onun asıl melalini artıran, kalabalılar içinde yalnızlaştıran hatta hayattan uzaklaşma eğilimini günbegün artıran unsurun zaman ve mekân karşısında tutunamayışı gibi geliyor.

Zaman zaman bizler de yeis, ümitsizlik denizinde savrulmuyor muyuz? Tutunacak dalımızın olmadığı hissine kapılarak “hayattan çekilmeyi” düşünmüyor muyuz? İşte şair, belki de sadece kendi ben’ini merkeze alarak yazdığı “Çöl”de, hemen hemen herkesin başındaki elemi farkında olmaksızın dile getirdiğini söyleyebiliriz.

Türk şiirinde “baba”ya yazılmış şiirler belki bir elin parmaklarını geçmezken, “anne” şiirleri yahut “anne”den bahseden mısraların hacmi epey büyük bir yer teşkil eder. Aradaki bu orantısızlığın sebebi, “baba”larımızın çocuklarını kucaklarına almayışı, onları açıktan sevmeyişi veya çocukla arasına belirgin bir mesafe koyması olabilir. Baba-oğul arasındaki derin kırılmaların meydana getirdiği “baba kompleksi” ise şiirimize de yansıyor…

Bu itibarla birkaç örnek verecek olursak Mehmet Akif-Emin, Tevfik Fikret-Haluk, Nâzım Hikmet-Memet gibi şair babalar ile oğulları arasındaki yol ayrılıkları, çocukların babalarına olan sevgisini azaltmış, onları birbirinden uzaklaştırmıştır. Tabii, bütün toplumu çocukları görerek onların doğru yolu bulmaları için çırpınan şair babalar, esasında kendi öz çocuklarının acılarıyla, sevinçleriyle yeterince ilgilenememekte daha da ötesi onların duygularına hitap edecek sözler söyleyememektedirler. Bütün bunlar daha sonraları başlayacak kasırgaların, kırgınlıkların habercisi ve babaya olan soğuk bakışın işaretleridir. Yeniden şiir tarihimize dönelim ve asıl sorumuzu soralım: “Türk şiirinde babasına seslenen veya doğrudan baba özlemiyle şiir yazan kaç şair vardır?”

Necip Fazıl Kısakürek üç Ömer Bedrettin Uşaklı iki, Fazıl Hüsnü Dağlarca üç, Arif Nihat Asya bir, Yavuz Bülent Bakiler altı şiirini annelerine hasretmelerine rağmen, babalarına dair ya hiç şiir yazmamışlardır yahut temas edip geçmişlerdir.

Şiirimizde belki yukarıda işaret ettiğimiz sebeplerden ötürü babasına şiir yazan şair sayımız ne yazık ki çok azdır. Baba temalı yazılmış şiirlerde ise en belirgin özellik kuşatılmışlık hissi veren ve sitem yüklü mısraların ördüğü şiirler ön plandadır.

İşte baba kompleksi taşımadan, babasına doğrudan seslenen, onun yokluğundan doğan acılarını yine ona anlatan Hüseyin Kaya, “Geçerken” şiirinde yalnız, çaresiz, yaşama hevesini ve umudunu yitirmek üzere bir genç adamın hüznünü anlatır. “Sen baba sen bilirsin bu öykünün sonunu” diyen şair, yanında olmayan sevgili babasına şöyle sesleniyor:

“bana ne yaşamak de

ne de denizi anlat

hiçbir yerinde böyle

böylece bu hayatın

hiçbir yerinde aşkın

her yerinde acının

ben  burda

kaldım baba

ben

böyle yaşıyorum

yaşadığımı

böyle

ben böyle geçiyorum geçtiğim ateşlerden”

 “Elem Çiçeği”nde ise şair, babasının yokluğunu, çocuk yüreğinde bıraktığı kavruk yaranın acısını, ondan çok uzakta, belki hiç gelmeyecek babasına sitemkâr bir edayla sesleniyor:

“bir kez oğlum deseydin olmazdı acılarım

kıncıtmazdım dağımda yeşeren baharları

baba

sevgili babam

ben böyle yitiyorum

bir kez karanlığıma doğmadan bakışların”

Şair, babasının bir kez bakışına (bu bakış ister tebessüm eden ister sert bir baba bakışı olsun) karanlıktan çıkmak için ümit bağlamaktadır. Hüseyin Kaya, “Masalın Bittiği Yer” şiirinde ise aşk vurgunu bir kalbin hicranını çok sakin bir üslupla anlatıyor:

“beni bilme

akıyor iki gözüm önüme

unutulan yeminin bedeli böyle imiş.”

Hüseyin Kaya’nın masalı burada bitiyor. Yalnız bitmeyen, artan, çoğalan bir hisler yumağı var. Hüseyin Kaya, elem çiçeklerini, Melâl Bahçesi’nde büyütmeye, onlarla yaşamaya devam ediyor. Bakalım bu melal daha ne kadar sürecektir?


kaynak: Türk Dili Dergisi, Cilt: CV Sayı, 739, temmuz 2013



[1] Yahya Kemal, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Çemiyeti Yayınları, İstanbul 2012, s. 71.

yolculuklar mesnevisi

hüseyn kaya

Her akşam,

inerken güneş sulara

Yıldızlar mendil salladılar

Eşsiz yolculara...

(Cemil Meriç) 

Her kalbin kıyısında kıvrıla kıvrıla ufka doğru uzanan bir patika vardır ve yalnız o yoldur yürüdüğümüz ömrümüz boyunca. Zahirdeyse yollar türlü türlü, yollar iç içedir;  onlarca kez yola düşeriz, onlarca yolu geride bırakırız, onlarca yolda yürümekten usanırız ya da kayboluruz. Her yolculuk bir ayrıkla başlar ve bir vuslata taşır bizi, her vuslat başka hasretlerin kapısını aralar. Sürekli bir şeyleri geride bırakır, bir şeylerden vaz geçer, ilerleriz tepelerin ardındaki adını bilmediğimiz kasabalara, rüyalarda dahi görmediğimiz yarınlara. Yeni yerler, kişiler tanırız ve eskileri unuturuz tıpkı her yeni günde, haftada bir öncekini unuttuğumuz gibi.  Kendimize yol kıyıları buluruz biraz oturup dinleneceğimiz ve bir daha asla uğramayacağımız.

Bölünerek çölde kaybolan ırmaklar gibi bölünürüz başka başka taraflara ve bölünerek ilerleriz. Biz ilerledikçe kuru bir ırmağa dönüşür ömrümüz bizden geride. Önce kendimizi unutur, kaybederiz yollarda sonra unuttuğumuz, yitirdiğimiz kendimizi ararız yıllar boyu.

***

Yollar içindedir senin

Yollara çıkmadan yürü

(Arif Nihat)

Her yolcu, yolunu içinde taşır. Gördüğümüz her şeyin, yaşadığımız her anın kendi içinde bir yol hikâyesi vardır. Geçen her saat bir sonrakine, her gün; bir ertesine yolcudur, bu yüzden kaçar gibi hızla geçer zaman önümüzden durup dinlenmeden.

Bahar, yaza yolcudur, yaz sonbahara; ağaç tohuma yolcudur, tohum toprağa. Yağmurlar da yolcudur yer ile gök arasında durmadan gidip gelen ve rüzgârdan atların yelesinde uzak diyarlara savrulan.

Bahçemizde açan gülün, penceremizi süsleyen çiçeklerin dahi bir yol hikâyesi vardır alfabesini bilenler için yapraklarında yazılı.

***

Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar

(Faruk Nafiz)

Konuşmadan önce yürümeyi öğreniriz küçücük ve korkak adımlarla oysa yürüsek de dursak da bizler de her daim yolcusuyuz kendi hikâyemizin.

Biz yoldan geçmesek de yol, geçer bizden. Bebekliğimiz bizi çocukluğumuza uğurlar, çocukluğumuz gençliğimize. Otuzlu yaşlara girerken yirmili yaşları geride bırakırız, anne baba olmaya giderken anne babamızdan ayrılırız. Sevgilinin eşiğinden içeri adım attığımızda kendimizi bırakırız geride. Yürümek biraz da kendimizden parçalar bırakmaktır ardımızda.

Hüzün varsa suretimizde yolculuk elemindendir, tebessüm varsa yolculuk sevincindendir. Tedirginliklerimiz, telaşlarımız, hep eksik kalan yarımlarımız bu yüzdendir. Nereye gidersek gidelim, kimi yanımıza alırsak alalım, çantamızda ne dolu olursa olsun; her şeyin emanetçisi yorgun bir misafir mahcubiyetiyle dolaşırız dünya üzerinde ve kendimizi yolcusu sandığımız dünya dahi bir yolcudur kardeş yıldızlarla koca evrende. Yıldızlar da yolcudur ve bu yüzden kendisine yol soranlara işaret ederler yolları, yönleri.

Bazı yolları farkında olmadan yürürüz, bazı yolları yürürken ayaklarımızın altına iner kara sular, bazen yığılır kalırız da yol götürür bizi gideceğimiz yere. Kaybolduğumuzda bile yeni bir yol gelir serilir ayaklarımız altına.

Yolda düşmek, yolu düş bilmek dahi yeni bir yola düşmektir.

Yürüdükçe uzar yollar uzar ve bölünür sonsuza. Kimi uçsuz bucaksız sahraların bağrından onlarca kervanı aşırır kiminden kuş uçmaz, kervan geçmez. Kimi karanlık ormanlara götürür yolcusunu, derin bataklıklara; kimi okyanuslara, uçsuz bucaksız aydınlıklara. Bittiğini sandığımız her yol bir yenisinin başlangıcıdır. Aramak da yoktur o yüzden bulmak da. Sonu yoktur karanlığın da aydınlığın da.

***

Daima yollar uzar kalb üzülür

(Yahya Kemal)

Aşk da bir yolcudur gelir; ama geçmez kalbimiz üzerinden. Kalbimiz o yolcunun her an kendine geleceği heyecanıyla durmadan titrer sabah akşam. Aşk, Hüsn’ün ve hüznün olduğu her kalbin eşiğinden bir o yana bir bu yana gidip gelendir. Bazen söz atlarına biner uçar göklere bazen gözyaşı şelalesinden dökülür sonsuzluk ırmağına.

Gözyaşı gibi söz de hem yol, hem yolcudur, en ezeli seyyah odur. Bazı sözler cennete uzanır ve çiçek açar cennet bahçelerinde bazı sözler karanlıktır dökülür dibi yok kuyulara. Bazen sözlerin yolu birleşir ve şiirden bir yola düşerler bir şairin ışıldayan kalbinde; bazen söz deniz olur dalgalanır masamızda bir kitap suretinde. Bir türküden gönlümüze yol bulup üşüşen hüzün de sözün kanatlarında süzülür ruhumuzun göğünde.

***

Yoksulluğumuzu, mutluluğumuzu, yalnızlığımızı yürürüz. Geceyi ve gündüzü, çocukluğumuzu, gençliğimizi, ihtiyarlığımızı yürürüz. Geçtiğimiz yollara boşunadır işaret bırakmamız kimsenin ayak izi kimsenin kaderinden geçmez,  kimse aynı yolu iki kez yürümez hayatında. Daima değişir yollar ve yolcular, daima değişir yolcuların dudaklarındaki şarkılar.

Bir hastane koridorunda yahut bir mezarlığın ucunda adımlarımız seyreldiğinde hissederiz yolun ayaklarımız altından kaydığını.

***

Çok yürüdük yollar kayboldu yol bulduk sana geldik

(Mevlana İdris)

Yalnız hac değil, oruç ve namaz da bir yolculuktur teslimiyet sandalıyla ilerleriz durgun ırmaklarında faniliğimizin.  Dualara tutunur, dualardan geçeriz sürgünü olduğumuz ötelere. Dünyanın ağır yükü dökülür sırtımızdan her adımda. Suyun içinde susuzluğu, güneşin önünde karanlığı yürürüz.

Yol olmasaydı koşmazdı zaman, akmazdı ırmaklar, çiçekler açmaz, ağaçlar büyümez ve dönmezdi dünya, gecemiz de olmazdı gündüzümüz de. Yol olmasaydı söz anlamsız ve kanatsız sürünürdü yeryüzünde, gözyaşı boşuboşuna kayardı yerinden, bulutlar avaresi olurdu gökyüzünün. Yol olmasaydı dönmezdi mevsimler, kuşlar göç etmezdi. Aşk dönüp bakmazdı kalbimizin yüzüne; yol olmasaydı, yüzünün nurunu bilmeden yiterdik siyah zülüflerinde Leylâ’nın. Yol olmasa, yürümek de olmazdı; avare mecnunlar, şaşkın şairler gibi dürülürdü dilimiz ağzımıza, ayaklarımız altımıza.

Yolcu olmasak farkına varamazdık yarım yanımızın, karanlığımızın, bitmeyen yalnızlığımızın.

Yolcu olmasak, kalbimizin ağırlığından dizlerimize kadar toprağa gömülürdü ayaklarımız.

***

Ayrılıklar azığımızda, umutlar mataramızda; hepimiz muhaciriyiz kendimizin, kalbimizin. Sürgünlüğümüz aynı olsa da hepimizin yolu başka, yükü başka, hikâyesi başka. Bu yüzden hüznün ve hasretin vezni okunur adımlarımızda.

Her kalbin kıyısında kıvrıla kıvrıla ufka doğru uzanan bir patika vardır ve yalnız o yoldur yürüdüğümüz ömrümüz boyunca.


17 Temmuz 2020 Cuma

rüya

hüseyn kaya

Bazen yüzümüzde tuhaf gülümsemeler bazen garip acılarla uyanırız uykulardan. Bazen ümitle doğruluruz yattığımız yerden, bazen sıkıntılarla. Gün, tabir edilmemiş rüyalarla başlar çoğu kez bazılarımız için hâlbuki rüya sonrası uyandığımız her gün; yeni değil, eskimiş bir gündür.

Önceleri her anını hatırlarız az önce düşler ülkesinde bıraktığımız rüyanın, sonra unutmamak için bir yerlere yazmak isteriz bazılarını yahut birilerine anlatmak isteriz gördüklerimizi; ancak ürkek kuşlar gibi ilk fırsatta havalanır uçar zihnimizden rüyalar… Tıpkı kalemi elimize aldığımızda kaçışan kelimeler, cümleler gibi rüyalar da anayurdunda kalmak ve orada bilinmek ister. Unutulan rüyaları hatırlamaya çalışmak nafiledir, yorar insanı çünkü yaşanmışlık izi vardır cümlesinin gölgesinde dahi.

Her gün kısa süreliğine de olsa uğramazsak öleceğimiz bir ülke gibidir düşler ülkesi. Oraya gider, sığınır ve kurtuluruz dünyanın acıtan ağırlığından. Bazen biz yürürüz onun eşiğine bazen o gelir umulmadık bir vakitte bizi yakalar ve sürükler derinliklere. Anlarız ki hayat yalnızca dünyadan ibaret değil, anlarız ki misafiriz yeryüzünde.

Son merhale bir fasl-ı hazandır ki sürer

Geçmiş, gelecek cümlesi rüya görünür

(Yahya Kemal)

***

Durmadan ayaklarımız altında kayan bir yolda sürekli bir yürüyüştür rüya, uyku kapısını aralar aralamaz bir boşluğa düşercesine serilir ayaklarımız altına rüya yolu.

Büyüsek, değişsek, yaşlansak da rüyalarımız hep aynı yerde aynı renklerde canlanır gözlerimiz önünde. Çocukluğumuz oradadır, gençliğimiz, ihtiyarlığımız… Ölmüşlerimiz de oradadır daha doğmamışlarımız da.

Başımızın üstünden geçen bulutlar, tepemizde dolaşan kuşlar gibidir rüyalar. Ne biz çağırırız onları ne de uzanıp dokunabiliriz herhangi birine. Yalnızca seyrederiz uzaktan uzağa. Dokunmaya çalıştığımızda yerle yeksan olduğumuz da olur arşa yaklaştığımız da.

Dilsiz, konuşur; duyamayan, duyar; görmeyen, görür; yürüyemeyen koşar rüyalarında. Yüzümüz, parmak izimiz kaderimiz gibi rüyalarımız da benzemez birbirine. Herkesin rüyası başka başkadır. Gözlerine bakamadığınız sevgili, istemeden de olsa kalbini kırdığınız dost, dizlerinde yatamadığınız anne gelir gider rüyalarınıza sormadan, sual etmeden.  Kimi cam kâseden yeşil badeler içer maşukunun elinden kimi ömür boyu bir daha ne rüyada ne dünyada göremeyeceği iklimleri dolaşır. Kimi cennetini görür uykularında kimi cehennemini… Kimi güneşin ve ayın secdesini görür kimi kendi oğlunu kurban ettiğini. Tıpkı uykusu gibi rüyası da ibadettir kimilerinin.

Dağların bile kaldıramadığı yükün altında ezilen insanlığımıza yüce bir lütuftur yerine göre bazı rüyalar. Rüya karanlığın ve gecenin dilidir fısıldar bize uyku eşiğinden atladığımız andan itibaren.

Aşinası olduğumuz, peşimizi bırakmayan rüyalar gelir misafiri olur uykularımızın. Dekor hep aynıdır, renkler, kişiler ve sıkıntılar daima aynı. Ormanlarda kayboluruz, uçurumlardan atlarız yemyeşil vadilere… Bir dersin sınavına yetişmeye çalışırız, bir namaz için durmadan abdest alırız mesela. Yıllar önce dünyadan göçmüş yakınlarımız bazen sıklaştırır rüyalarımızda ziyaretini ki ölmüşlerimiz dahi aslında hayatta olduğunu o âlemde anlar, yaşarız.

Her sabah dünyanın bir köşesinde mutlaka rüyalarını anlatan yahut anlatacak birilerini arayan insanlar vardır ve onlar rüyalarını anlatırken birilerine başkaları misafir olur rüya âlemine. O âlemde annenizi görür uyanır ararsınız onu, oğlunuzu görür koşar yatağına bakarsınız oğlunuzun. Yıllar önce dünyadan göçmüş dedenizi görür dualarla yad edersiniz. Çözülmesi müşkül metinler gibi, cevabı zor bilmeceler gibidir rüyalar. Anlatmak da zordur rüyaları anlamak da. Zira ruhumuzun aynasıdır rüyalar karmakarışık bir yumak gibi gün boyu dolaşan, ömür boyu düğümlenen.

***

Aynalar görürüm, aynalarda rüyalar

(Asaf Halet)

Rüyalar arındırır dünyadan kalbimizi ruhumuzu. Türlü türlü aynalardan örülü bir ormanıdır rüyalar uykularımız üzerine sıralanmış.

Süresi ve mekânı belirsiz bir filmin içinde sayfaları esrarlı bir kitabın sayfalarında gibisinizdir rüyalar aleminde. Dipsiz karanlık kuyular gibidir rüyalar üzerine eğiliriz ve kendi suretimizle karşılaşırız o karanlık suların yüzünde belli belirsiz. Her şeyin herkesin aslında ne kadar uzağında olduğumuzu rüyalarda yaşar, hissederiz en çok. Sahip olduğumuz şeylerin asıl yüzüyle rüyalarda karşı karşıya geliriz. Korkularımız, ümitlerimiz, heveslerimiz, tutkularımız rüyalarda gerçek rengiyle çıkar karşımıza.

Askerde bir ranzanın alt yatağında yahut bir öğrenci yurdunun soğuk döşeğinde, ilaç kokulu bir hastanenin loş koğuşunda sizi ağlatarak uykudan uyandıran rüyalarınız vardır muhakkak. Uyandığınızda tuhaf bir boşluk ve acıdan başka bir şey kalmaz kalbinizde.
Sayıklamalar, ağlamalar, ansızın sıçrayıp kalkmalar rüyalara dahi sığmayan büyük hakikatlerin ruhumuzda bıraktığı derin izlerden başka nedir ki aslında.
Bir de sır gibi sakladığınız ve bir ömür gerçekleşmesini beklediğiniz rüyalarınız vardır herkese anlatmadığınız,  bazen yeniden aynı rüyayı bir kez daha görme ümidiyle yastığa baş koyduğunuz. Bir çerçeveye koyup duvara asmayı istediğiniz yahut bir kağıda yazıp cebinizde dua niyetine taşımak istediğiniz rüyalar zihninizde, ruhunuzda her dem tazeliğini korur ve sıklaştırır ilmeklerini kalbinizin.

İçimizde kalmış bir yarım şarkıdır, şiirdir bazı rüyalar. Çoktan uzaklaştığımız kıyılar gibi, uzağına düştüğümüz mevsimler gibi tekrarı olmaz istesek de.

Dünya hayat ve ölüm arasında dolduramadığımız tüm boşluklar dolar rüya ırmağıyla. Bizi bırakıp giden her şey yahut bırakıp ayrıldığımız her şey rüyaların renginde yaşar bu yüzden rüyalar hayalden ve ümitten, geçmişten ve gelecekten bir mecaz barındırır içinde. Manasını bilemediğimiz kelimeler gibi önümüzde o pencerenin ardında renkler ve ışıklar arasında daima seyrettirir bize acıyı rüyalar.

Ölünün gördüğü dünya yaşayanın gördüğü ölümdür rüya.

***

Ne güzel vak'adır kim bu açıp can gözümü,

hab-ı gaflette geçen ömrümü rüya gördüm

(Zatî)

Bir rüyadan uyanıyoruz ve başlıyor her şey belki de bitiyor. Tablo değişiyor, zaman ve mekan değişiyor. Sanki uykudayız ve rüya içinde görüyoruz bütün rüyaları. Saysak da bir şey ifade etmiyor saatler takvimler tıpkı rüyalarımızdaki gibi. Zaman, mekan ve görüntüler durmadan değişiyor, etrafımızdaki suretler durmadan değişiyor, bizler değişiyoruz. Aynaya baktığımızda önce bir çocuk görüyoruz karşımızda sonra genç… Bir gün bakıyoruz aynaya kırağı düşmüş saçlarımıza. Kah çocuk sesleriyle uyanıyoruz dünyaya kah sevdiklerimizin salasıyla hayata. Dünyanın kısa bir düş olduğunu anladığımızda aslında gerçekle rüya birbirine karışıyor. Rüyalar nerede başlıyor ve gerçek nerede bitiyor anlayamıyoruz. Sabun köpüğü üzerinde gördüğümüz suretler, eşyalar, mekanlar gibi kayboluyor her şey, kayboluyor gökyüzü ve büyük bir ıssızlığın ortasında yaşıyoruz aslında yaşadığımız, yaşadığımızı sandığımız her şeyi. Ömür gecesinde gördüğümüz pınarlara anlatılası bir rüya gibi yürüyoruz dünya hayatının içinde.

2014

22 Haziran 2020 Pazartesi

akşam ağrısı

Altın kulelerden yine kuşlar

Tekrarını ömrün eder i’lan

(Ahmet Haşim)

Eğer mevsimlerden yaz ise önce kuşlardan alırız haberini akşamın.

Telaşlı cıvıltılarını üzerimize dökerek binbir heyecan ve endişe içinde habire konar kalkarlar yuvalarının bulunduğu ağaçlara, saçaklara. Bazen çığlığı bazen ağlayışı andıran sesleriyle kim bilir neler söyler neler niyaz ederler… Böcekler kuşların tedirginliğini abartılı bulurlar biraz; fakat onlar da kendilerini alamazlar bu telaştan, heyecandan. Mahcup bir ilahinin ürkek nağmelerini terennüm ediyor gibidirler taşların, çiçeklerin, otların duldasında. Irmakların, dalgaların bile sesi değişir bu vakitlerde. Gün boyu gölgesinde misafir ağırlayan ağaçlar, rüzgârın ipekten saçlarını hisseder hissetmez yapraklarında, unutuverirler tüm yorgunluklarını. Son ile başlangıç arasında, ölümü ve yeniden dirilişi bir kez daha yaşatır akşam, gün boyu yürüyüp de kendine ulaşan herkese.

***

Güneş çekildi demin,

Doğdu bir renk akşamı.

(Necip Fazıl Kısakürek)

En ruhsuz şehirlerde bile akşamın rengi rahmetten bir örtüye dönüşür; caddelerin, çarşıların gürültüleri, sokak lambaları ve kocaman ışıklar, bu örtünün altında kalır. İlla evimize ulaşmak, evimizde olmak, sevdiğimiz herkesi yakınımızda bilmek arzusu bürür içimizi.

Yeryüzü gölgelenir ve yorulan, ağırlaşan kalpler hızlı okunan bir ezanın dirilten sesiyle ebedi yurduna duyduğu hasretle titremeye başlar. Tez vakit sonra telaş ve endişe biter. Sanki bir eşikten geçilir, bir kapı kapanır her şeyin üzerine. Kuşlar susar,  böcekler susar, ezan biter, pencerelerin perdeleri çekilir… Kuşlar yuvalarında derin bir sükûta bürünür, babalar omuzlarında günün ve dünyanın yorgunluğuyla evlerine ulaşır. Biter hasreti pencere önünde bekleyen küçücük çocukların. Annelerin ömrü biraz daha eskir mutfaklarda. Aceleci yıldızlar gökyüzünün tamamen kararmasını beklemeden kınalı keklikler gibi suya iner. Ay bir kandil olur asılır gökyüzüne. Kimi çiçekler uykuya dalarken gün boyu güneşle söyleşmenin verdiği yorgunlukla, sarmaşıklar ve gündüz yüzünü göstermeye utanan bütün mahcup çiçekler gözlerini ovuşturarak uyanır sessiz sedasız. Akşam olur, şairin kalemine can gelir, kalbine gün doğar.

Akşam olur, bir sayfası daha çevrilir ömür defterinin.

***

Akşam, içime düşen korku, pişmanlık, hile.

Varamadığım deniz, suyu çekilen ırmak.

(Ziya Osman Saba)

İkindinin ağabeyi gecenin küçük ve hüzünlü kardeşidir akşam, her güneş batımında aheste dokunuşlarla çalar ruhumuzun kapısını.

Öteki vakitlere benzemez o, ne öğlen kadar durgun ne de gece kadar sessizdir. Her şeyi önce sadeleştirir sonra kendi renginden bile uzaklaştırarak dinginleştirir ve uçurur gecenin pencerelerine. Gün, uzak tepeler arasından kaybolup giderken usul usul ya da ufku kızıla boyayarak gömülürken sulara, eskittiğimiz tüm günlerin hüznü fısıldamaya başlar faniliğimizi.

Yalnız giden günün hüznü değildir bu demlerde ruha dolan, elimizden kalbimizden kayıp düşen ne varsa hepsinin yokluğu alevden libaslarla geçer zihnimizden birer birer.

Gölgemizin bile bize ait olmadığını bu demlerde anlarız. Ayaklarıyla kalbimize tutunarak siyah kanatlarını dalga dalga yeryüzüne yayan alaca bir kuştur belki de akşam dediğimiz.

***

Akşam kapanınca perde perde,

Bir hatıra zevki var kederde.

(Yahya Kemal Beyatlı)

Birbirinin aynı gibi peş peşe gelip geçseler de akşamların asla biri ötekine benzemez hakikatte; zira her gün doğan gün bir başkadır ve her akşam batan gün bir başka... Akşamını hissetmediğimiz, yaşamadığımız günler aslında yaşanmamış günlerimizdir. Aynı durgun sularda ritmi yavaşlasa da kalbimizin, sızlayan daima başka başka köşeleridir.

Yoksulluk bu vakitlerde bir yara olduğunu hissettirir kendisini sırtında taşıyan, gurbet, ayrılık bu vakitlerde oturur insanın içine. Hastanelerde, hapishanelerde yahut yatılı okulların koğuşlarında akşam; şiirlerin, türkülerin kolunda gelir ağır aksak…

Oruçlu için bir günün değil sabırla surları önünde beklenen bir şehrin fethidir akşam vakti.

Yalnızlıklar, ayrılıklar ve diğer bütün insani acılar gibi hastalıklar bile bu vakitte daha bir başka hatırlatır kendini.  Tekrarı yoktur yaşanan acıların, ağrıların; ya eksiktir biraz daha her şey bir önceki akşamdan ya fazla.

Günün sonbaharıdır akşam.

Yaşadığımız her günün akşamı; içinde bizim de olduğumuz bir fotoğraftır ve ebediyen kalır dünyanın zihninde.

***

Sabahın derdi akşama kavuşmaktır daima ve yürür durmadan akşama ulaşmak için. Akrep ve yelkovan birbirini akşam olsun diye kovalar, dünya akşama ulaşmak için döner bir kez daha ve gün içinde bütün yollar düğümlenmiştir akşama. Akşamdan önce bitirmek isteriz işlerimizi ve akşam olmadan gelsin isteriz beklediklerimiz uzaklardan. Akşamın duruluğunu kendimize, sevdiklerimize, sevdiğimiz şeylere ayırmak isteriz.

Günün vardığı son duraktır akşam, susma ve bekleme ve çokça tefekkür etme durağı. Akşamın ardından yeni bir sefer başlar bambaşka vakitlere. Gün boyu peşinde koştuğumuz serabın hakikate döndüğü yerdir akşam, nasıl ölüm kendisinden başka her şeyi anlamsız kılıyorsa misafir olduğu mekânlarda akşam da bazen öyle anlamsız kılar gün boyu peşinde savrulduğumuz ümitleri, hayalleri ve elmaslarımız cam parçalarına döner avuçlarımızda.

***

Gün Akşamlıdır

Güneş doğuyor ve batıyor, gün başlıyor ve bitiyor; galiba her gün yeniden dirilen ve ölen; başlayan ve biten biziz. Saatler, günler, haftalar mevsimler değil kapımızdan gelip geçen bizim parçalarımız. Habire kendimizi buluyor tekrar yitiriyoruz saatlerin tik taklarında, takvimlerin savrulan yapraklarında, günün aydınlığında ve akşamların alacakaranlığında. Akşamın siyah tülü bizden koparak düşüyor yeryüzüne. Bu yüzden her gün batımında, ufukta yahut dağların arasında kalbimiz kan revan.