29 Kasım 2021 Pazartesi

nöbet

 bir beşiktim saklanan sesinin gölgesinde

yazgısıyla körebe oynayan bir çocuktum

yosunlanmış su gibi kıyında dilsiz mahzun

yürümeyi unuttum konuşmayı unuttum


bir geceydim sabaha er geç yenik düşecek

yüzünle kanattığım çıkmaz düşlerden yorgun

aldığım her bir nefes içimde ilmek ilmek

acısını işledi gelmeyen yolculuğun


bir ağrıydım yazgında sözcüklerle dağlanan

yurdunda mahsur kalan kanatsız göçebeydim

paslanmış saatlerle gözlerime bağlanan

çoktan geride kalmış yarınları bekledim


kırılmış uykulara tüneyen yokluğunu

ürkütüyor karanlık şimdi dönsem ne yana

çiçeğine darılan iğde suskunluğunu

bu hazin mesnevide büyütmek düştü bana

2021






28 Kasım 2021 Pazar

korku

Kimi gök gürültüsünden korkar kimi fırtınadan. Kimi açlıktan korkar, kimi açıkta kalmaktan. Kimi ölümden, ölülerden korkar; kimi yaşamaktan, dirilerden. Zulmetmekten korkan da var zalim eline düşmekten de. Korkular sıra sıra, korku renk renk içimizde. 

Henüz dünyaya inmeden kalbimize işlenmiş bir nakış korku, daha yürümeye başlamadan yeryüzünde, içimizi titreten ayaz. Vücudumuz büyüdükçe ruhumuzda büyüyen boşluk korku, arşınladıkça yeryüzünü zihnimize dolaşan sarmaşık. Korku; ya sakin bir akşam vakti yahut uyandığımızda gecenin bir yarısı, endişelerimizi yanına alarak benliğimizin sınırlarını yıkan, nabzımızdaki ahengi sarsan sessiz bir uğultu; ardımızda, önümüzde, sağımızda, solumuzda ansızın beliren dipsiz kuyu. Korku, gerçeğin üzerini örtmek için gözlerimize inmiş perde. 

Gecemizi gündüzümüze katarak, canımızı dişimize takarak var gücümüzle sarılmamız hayata; hep bir şeylerin peşinde sürüklememiz saatleri, günleri; durmadan bir yerlere, şeylere yetişme çabamız; bir rüya gibi önümüzden koşan zaman atının terkisine atlamaya çalışıp da kapaklanışımız yerlere aslında yalnızca korkudan. Yalnızca korku bizlere düşündüren geleceği, geçmişi ve yalnızca korku yön veren hayatımıza, hayallerimize, ümitlerimize. Korkularımızın toplamı kadardır ömrümüz. Nelerden korktuğumuz belirleyicisidir dünyada kaybettiğimizin yahut kazandığımızın. Kimse kabul etmese de korktuğunu, korkak sıfatını yakıştırmasa da kendine; en cesurumuz en çok korkanımız, korkuyu hiç aklından çıkarmayanımız, korkunun iğneli fıçısında yaşayanımız aslında. 

Akşam, içime düşen korku, pişmanlık, hile.

Varamadığım deniz, suyu çekilen ırmak.

(Ziya Osman)

Belki soğukluğundan belki de manasında içerdiği acizlik yüzünden kabullenmek zor olsa da ve yokmuş gibi davransak da zihnimizdeki sözlükte karşılığı, korkudur bizleri dünyada telaşlı karıncalar gibi oradan oraya koşturan. 

Korkuyoruz yarınlarımızdan, dünü hatırlamaktan. Korkuyoruz kaybolmaktan, kaybetmekten. Korkuyoruz geride kalmaktan, üzerimize basılıp geçilmesinden, unutmaktan, unutulmaktan, yazılmaktan, silinmekten, düşmekten, çarpmaktan. Karanlıktan da korkuyoruz aydınlıktan da. Saklanmaktan da korkuyoruz bulunmaktan da. Geç kalmak da bir korku nedeni bizler için vaktinden erken varmak da. Korkuyoruz oyundan çıkarılmaktan da oyuna kendimizi kaptırmaktan da. Yalnızlıktan korkuyoruz ama korkuyoruz kendi kendimize kalmaktan da. Korkuyoruz ölmekten, tıpkı korktuğumuz gibi yaşamaktan. Korku, farkında olmasak da damarlarımızda kanı hareket ettiren güç ve korku gecenin bir yarısında bizi uykudan uyandırıp yolla düşüren cellat. Sevinç dolu küçücük zamanlarımızın önünü kesen gardiyan korku ve ezelde kalbimize, boynumuza, ayaklarımıza bağlanmış zincir.  Hayatlarımız korkularımız üzerine kurulu, varlığımızı korkularımızla devam ettiriyoruz hayat sahnesinde her an. Korkularımızla planlıyoruz yarınları, geleceği. Korktuğumuz şeyler yüzünden bölünüyor uykularımız ve tüm çırpınışlarımızın asıl nedeni korkularımız. 

Korkuyu büyüten, benliğimizi korku ile bürüyen sadece bilinmezlik, bilmediklerimiz değildir; hatta korkunun acıtan elleri, kalbimize en çok bildiklerimizin açtığı pencereden uzanır. Belki de bu yüzden tanıdıkça dünyayı, anladıkça hayatı işgali daha da büyür ruh atlasımızda korkunun. 

Var olanı kaybetme ihtimali belki de korkuyu yücelten, içimizde korkunun ıslığını çınlatan. Ulaşmanın, sahip olmanın, elimizde tutmanın çabası belki korkunun kuyularını habire derinlere indiren. Her ihtimali bilmek, her hikâyeyi muhayyilemizde canlandırmak yükseltir korku duvarını etrafımızda. Korku; içimize ve dışımıza her gün yenisini ördüğümüz duvarların, başkasını çektiğimiz perdelerin adı belki, anahtarını denizlere attığımız paslı kilitlerin anahtarı. Korku; teslimiyetin terbiyecisi, dudakları kanatan duaların elçisi, ayaklarımız altındaki diken. Sevdiren, nefret ettiren, büyüten, küçülten, bizi hâlden hâle koyan, içimizde şekilden şekle giren, adını bildiğimiz ama telaffuz etmeye kalkıştığımızda gırtlağımıza takılıp kalan çengelin, iki hecenin adı.

Korku bir kokudur ki karışmış bu havaya,

Ve sükut bir çığ gibi büyüyen düşüncedir.

(Cahit Sıtkı)

Korku yalnız bizim değil kâinatın, kâinattaki her şeyin özüne işlenmiş kanaviçe. Dünyayı döndüren, yıldızları titreten, ırmakları coşturan, denizleri dalgalandıran maya korku. Tohum çürümekten korktuğu için çatlatır gövdesini; ağaç kurumaktan, yok olmaktan korktuğu için durur meyveye. Butimar, korkar kurumasından denizlerin. Kuşlar yeryüzünden korktuğu için kanat çırpar gökyüzünde ve korkudan yuvalarını kurar kartallar en yücelere. Kurtlar korktuğu için yanaşamaz şehirlere. Yılanı toprağın altına indiren korkudur, örümceğe her akşam ağını nakşettiren de korku. Unutulmaktan korktuğu için günler, haftalar, aylar, mevsimler yeniden yeniden döner gelir ve hatırlatır kendini. Saat korktuğu için durmaktan ha bire döner aynı yuvarlakta. Sevgiler bitmekten, azalmaktan korktuğu için fetheder odalarını girdiği kalbin. Ümit, korkudan korktuğundan terk etmemek için direnir en karanlık zamanında bile gecenin. Aslında korku dahi korkar kaybolmaktan, unutulmaktan, mağlup olmaktan ki korkunun bittiği yerde ırmak kavuşur okyanusa. Korkunun bittiği yerde biter hayat, başlar sonsuzluk. 

Korkularımız her an orada, bulunduğu yerde dursa da her zaman varlığını görmez hissetmeyiz onun. Karanlığın bizi selamladığı anda kendini gösteren yıldızlar gibi bekler korkularımızın çoğu kendisini hatırlatmak için geceyi. Bir kaybolur bir görünür, bazen uzaklaşır bazen “acaba”lar, “belki”ler, “yoksa”ların kıymığı ile yakınlaşır korkular da. Bütün sınırlarımızın, kurallarımızın, şüpheci yaklaşımlarımızın temelinde korku vardır ve bizi hapsettiği kadar korur da korkularımız kötülüklerden, kötülerden, düşmekten, yaralanmaktan.

Korkuyorum değerken karanlığın hayatına.

(Fazıl Hüsnü)

Bir şiire başlıyorsun, bir öyküye, bir hayali bezemeye… Yarım kalmasından korkuyorsun başladığın her şeyin. Korkuyorsun benzemekten eski bir defterde kelimeleri unutulmuş yetim bir şiire, küsmesinden bütün küstüm çiçeklerinin ve ölmesinden menekşelerinin. Korktuğun her şey mermer bir sütun olup dikiliyor çatısı çaresizliklerle kurulmuş hiçliğin mabedine. Araladığın kapıların ardının boş olmasından korkuyorsun, ayrıldığın kapının anahtarını kaybetmekten. Gidememek korkutuyor seni, kalamayacak olmak da. Korkuyorsun bir sabah açtığında perdelerini, kurumuş ağaçlarla dolu bulmaktan kalbinin bahçesini. Bütün kuşların aynı anda kanatlarının sesini duymaktan korkuyorsun, bütün kuşların aynı anda can vermesinden uçarken ve korkuyorsun altında kalmaktan siyah bulutlarla örülü gökyüzünün. Heybeni düşürmekten korkuyorsun ırmağa geçerken köprülerden, ırmağa bakmaktan ürküyorsun. Avuçlarında parlayan incilerin kurumasından ve elin boş gitmekten gideceğin yere korkuyorsun ve en çok kaybetmeden korkuyorsun korkuyu.  Yaşamak korkulacak şey ve dünya korkulması gereken bir âlem, anlıyorsun.

kasım 2021/mostar



"yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez"

 Her şeyin bir tanımı, her şeyin bir izahı varsa da bazı şeyler sığmaz söze, gelmez dile. Yaşarız, hissederiz lakin anlatamayız.  Burada başlar şiire, edebiyata olan ihtiyacımız. Onlarca yazarın, şairin kapısına düşer yolumuz; yüzlerce kitabın, binlerce sayfanın eşiğine. Hâlimizi anlatacak bir çift söz, karanlığımızı aydınlatacak küçücük bir ışık, bizi felaha götürecek bir patika ararız. Çantamızın bir kenarında romanlar, hikâyeler, denemeler bizimle arşınlar durur yaşadığımız mekânları. Şiirler düşer dilimize, şarkılar, türküler, ilahiler. Uzadıkça dünyadaki yolumuz; bırakırız yol kenarlarına bize ağır gelen her şeyi. Yoruldukça ayaklarımız sözü, sözden ayırırız; gerçeği, yalandan. Uçuşur biriktirdiğimiz kitapların sayfaları zamanın rüzgârıyla sağımızdan solumuzdan, uçuşur zihnimizi kuşatan cümleler, şiirler, türküler lakin kalır Yunus. Ayırır kendini, kalır ve daha da pekiştirir içimizdeki yerini. 

Henüz dünyaya yabancı, beşikte salınan küçücük melekleri uykuya yollayan anneler de Yunus’un sözlerine koşar, hayatın bütün köşelerini arşınlamış ecel atını bekleyen dedeler de. Yunus’la başlar küçücük hikâyemiz ve Yunus’la biter nihayetinde.

Çocukluk ve gençlik yıllarımızın arasında, ya ansızın çevirdiğimiz bir ders kitabı sayfasında yahut ramazan, kandil gecelerinde bir ilahinin sonunda duyarız Yunus’un adını önceleri. Kenarları kıvrılmış sarı sayfalı eski defterlerden, katlanarak cebe konulmuş bir takvim yaprağından, kapağı yıpranmış ilahi kitaplarından ezberlenmeye çalışılan kalbe şifa Yunus şiirleriyle geçer teravihler, kandiller, sohbetler ve çocukluğumuz ve ilk gençlik yıllarımız.

Gün gelip gençlik rüzgarı başımızda deli deli estiğinde Âşık Kerem, Emrah, Sümmani, Karacaoğlan dolansa da dilimize,  bir mevsim yağan yağmur gibi uzaklaşır gider başımız üzerinden hepsi. Yunus, aydan arı yüzlü, güzel sözlü mümin bir şair olarak her dem hayatdar kalır zihimizde gönlümüzde. İrfan, ilim meclislerinde; dost, akraba buluşmalarında Yunus’tan bir ilahi okumak yahut bir beyit söylemek, yüceltir değerini okuyanın, ışıtır meclisi. Yunus, ne bir dönemlik misafiridir dilimizin ne bir mevsimlik yolcusudur kalbimizin.  

***

Yıllardır koşarım izinde pîrim

Ağlamak isterim dizinde pîrim

(Halide Nusret)

Yunus’un dili ayrı bir dil, sözü ayrı bir söz. Gönül, aşk, dünya, gurbet harflerini; çiçeğin, gülün, çiğdemin yazısını; derdin, dostun şiirini Yunus’un alfabesiyle heceleriz sınıflarda okumayı öğrenmeden önce. Karlı dağların başında salkım salkım olan bulutu onun sesiyle okuruz. Gökyüzünü, yeryüzünü ve yıldızları Yunus’un gözleriyle seyrederiz. Erik dalındaki üzümü Yunus’un rahlesinde misafir olanlar tanır ve tadar. Dertli dolabın iniltisini, saçın çözüp ağlayan bulutun sesini yalnızca Yunus’un lisanını bilenler duyar. Elif onunla bilinir, aşk onunla, sevmek onunla… Şol cennetin ırmaklarının huzur veren sesi onun kelimeleriyle ulaşır kurak dünyalarımıza.

Sevmeyi ve istemeyi onun alfabesiyle öğrenenler; gülü değil, gülü vereni; cenneti değil cennetin sahibini arzular. Onun dizeleriyle kâinata anlam vermeye çalışan herkesin ruhuna bir ışık düşer muhakkak onun söz aydınlığından. Gül onun anlattığı kadar güzeldir ve bülbül ondan öğrendiğimiz kadar dertli, sevgi onun bahsettiği kadar değerli. Onunla bilinir kadri kıymeti dostun, dostların; derdin, kederin. Dört kitabın biricik manasını o şerh eder dünyanın kararttığı, kalabalıklaştırdığı dağınık zihinlerimize, paslanmış gönüllerimize. Tekkeler, dergâhlar, meclisler, camiler, sınıflar onun sedasıyla dönüşür cennet bahçesine. Kalbimizin, ruhumuzun kılavuzudur Yunus, onun her dizesi gah Kaf Dağı’nın ardına gah sırlı bir kapının önüne gah perdelerin ardında bir âleme götürür bırakır bizi. 

***

Geldin ateş gibi geçtin âb gibi

(Halide Nusret)

Niyedir bilinmez yaşarken hep başkalarının hikâyelerini merak ederiz. Belki de bu yüzden kadim kitaplar bize hep başkalarınınmış gibi dinlediğimiz kıssalar anlatır. Kendi kıssamızdır aslında anlatılan bütün kitaplarda, mecmualarda. Merak eder, tekrar tekrar dinler sonra kendi hikâyemizi ararız duyduğumuz, okuduğumuz hikâyelerde. Kendimizden bir şeyler bulamadığımız hikâyelere kendimizden bir şeyler katarız ve bu yüzden birbirine benzer bütün hikâyeler, hikâyelerimiz. 

Yunus’un hikâyesi de sözü de kendimizden bir şeyler bulduğumuz ve yıllar yılı kendimizden de bir şeyler katarak kemale ermiş bir hikâye aslında. Kimine göre derviş, kimine göre şair, kimine göre bilge, kimine göre âşık…  Herkesin bir Yunus’u var.  Köydeki çiftçinin de dilinde onun dizeleri, şehirdeki memurun da. Gurbetteki öğrencinin de kalbinde onun şiirleri, evindeki öğretmenin de. Okuma yazma bilmeyenlerin de zihninde, gönlünde muhakkak bir yeri var onun şiirlerinin: mektep, medrese görenin de. Onu yüzyıllar boyu yaşatan, eskitmeyen ve yaşatacak olan da şüphesiz bu vasfı. Oysa onun muradı ne yaşamak asırlarca ne şair olmak ne tanınmak ne bilinmek.

“Yunus”, deriz, “Yunus Emre” deriz, bir dizesinin, bir beytinin ardından yürür gideriz, lakin onun kim olduğunu, ailesini, nerede ne zaman yaşadığını düşünmeyiz. Onun sözü, kendisiyle aynı dili konuşan, aynı mana ile kainata bakan her mekanda, her diyarda dört mevsim çiçekle bezeli bir bahçe. Menkıbelerini anlatır, içlenir, kendimize bir hakikat çıkarırız yaşadıklarından ancak düşerken onun kelimelerinin ardına, amacımız şiir okumak değildir çoğu zaman ve dinlerken menkıbelerini maksadımız değildir dinlemek bir hikâyeyi. Onun söz bahçesinde gezinirken o bahçede kendimizden bir şeyler ararız, buluruz, kendimizde olanı onda olana benzetmeye çalışırız. 

Sayıları az olsa da kendisiyle aynı yolda olan diğer isimler gibi asıl hikâyesi çoktan sır olmuş bir Türkmen kocası o. Şair değil şiirin kendisi, âşık değil aşk, insancıl değil insan.

Yunus zahitlerin yoluna yolu düşmeyen, hakikat ormanında kalbinin nuru ile kendi yolunu bulan ve yürürken yalnızca kendisiyle söyleşen bir mümin. 

***

Ah mirim, aşk elinden gideli

Odunlar eğri, od sönük, ocak kül

(İsmail Karakurt)

Adını koyamadığımız garipliğimizin, dilimizin dönmediği yangınların, ayrılıkların gözyaşlarının, dünyaya sürgünlüğümüzün tercümanıdır onun sözleri. Tıpkı dua okur gibi terennüm ederiz onun şiirlerini ve bir inşirah yayılır dünyadan bunalan ruhumuza onun kelimelerinden gelen nefesle.

Menkıbeleri, şiirleri unutulsun istemeyiz, ismi unutulsun istemeyiz ve bu yüzden çocuklarımızın isimlerinde yaşatırız onun ismini, nefesiyle süsleriz sözümüzü. 

Yunus yüzümüzün eksik yanını tamamlayan ayna, kalbimizin temiz kalmış köşesinin en suskun sahibidir biraz da. Ne vakit kendimize, kalbimize dönsek en çok orada rastlayıveririz Yunus’a. Çocukluğumuzda gönlümüze, ruhumuza, dilimize asılan duadır Yunus, bir ömür okuruz onu kalbimizin, ruhumuzun, dilimizin duvarında.  

eylül 2021 / mostar

29 Ekim 2021 Cuma

oda

 

Nerede yaşarsak yaşayalım, kaç yaşında olursak olalım, türlü sıkıntılar musibetlerle dolu yeryüzünde hep bir sığınacak köşe, bir dulda duvar dibi ararız kendimize. Her ne kadar bazen üzerimize üzerimize yürüse de duvarlar, yükünü sırtımıza indirse de gökyüzünü kapayan tavanlar; kerpiçten, taştan, ahşaptan, tuğladan yahut betondan inşa edilmiş dört duvarın etrafımızı kuşattığını görmek çoğu zaman huzurun, sakinliğin limanına taşır kalbimizi. Geceden, kardan, yağmurdan, güneşten, rüzgârdan, kötülüklerden emin olmak; endişesiz bir bekleyişle sabaha, bahara ulaşmak için odalar kurarız kendimize özgü, evlerimizin en ücra köşesinde. Dünyanın uğultusuna kulaklarımızı, rengine gözlerimizi kapayıp yalnızca kendimizi duymak, görmek istediğimizde eşiğinden atladığımız başka bir âlemdir oda. Orada eşya dile gelir, mazi sahipsiz gölgeler gibi dolaşır duvarlarda. Orada canlanır hayaller ve ümitler, pişmanlıklar alçacık bulutlar gibi dolaşır durur tepemizde. Kimsenin gürültüsünü duymadığı meydan savaşları orada verilir, orada sarılır mağlubiyetlerin yaraları, orada asılır galibiyetin bayrağı. Mahremiyetin eşsiz barınağıdır oda, sükûtun inzivadaki şiiri, bestelenmemiş şarkısı. Eşiği eşik değil odamızın, dünyaya çekilmiş bir sınır; duvarı duvar değil odamızın, her şeye çekilmiş bir perde.

Oda, düşler sığınağı, yalnızlık kalesi; oda, hayaller sahili, sessizlik yurdu. Oda, ev ülkesinin biricik şehri.

İnsan bir adadır.

Oda: Bir dünya.

(İlhan Berk)

Her şey birbiriyle ilintili odamızı süsleyen, her şey bizden bir parça odamıza taşıdığımız, odamızda barındırdığımız. Batık bir gemiden yalnızlığın adasına taşır gibi taşırız dünyayı odamıza. Köşede sandık, yanda dolap, koltuktaki yastık, yerdeki minder, duvardaki raf, çerçeve… Hiçbiri rastgele oraya konmuş, hiçbiri öylesine yerini bulmuş değildir eşyamızın. Vakti gelip perdeler çekilince ve kapı kapanınca dile gelir duvarlar, tavan ve eşyalar, sonsuz bir sohbet başlar odada seslerin uzağında. Hürriyetin de esaretin de içine sığdığı yegâne kara parçasıdır oda.

Bizimle vücut bulmamış olsa da bizimle renk, koku değiştirir odalar. İçimizin durgunluğu, coşkusu gibi bungunluğu da yansır odamızın yüzüne. Önce oyunları, oyuncakları yığarız odamıza; sonra kaybetmekten korktuğumuz, önemli bulduğumuz şeyleri ve en sonunda yalnızlığımızı. Zira daha oyuncaklarımız eskimeden bitmesin istediğimiz oyunlar biter.  Hayatımızdan gitmesin istediğimiz herkes gider bırakarak odamıza bir parçasını. Biz geçerken bir gününden bir gününe ömrümüzün; çocukluğumuz, gençliğimiz bir görünüp bir kaybolur odamızda. Başucumuzdaki saat yorulmaz, karşımızdaki ayna eskimez ama eskir odalarda yüzümüz, ellerimiz, bakışlarımız.

Bir oda, içinde bir saat sesi

Hayatın sırtımdan giden pençesi

(Ziya Osman)

Duvarın hemen önüne konulmuş bir masa, masa üzerinde defter, kitap, kalem, bardak, anahtar... Masanın dibindeki kova, kovanın içindeki kağıt parçaları. Ya kapı ardında yahut yanında bir askı, binbir özenle duvarlarda kendisine yer bulmuş çerçeveler. Pencere önünde kendi kendine neşelenip hüzünlenen çiçekler… Odamıza biz şekil verdiğimizi zannederiz oysa zamanla odamız da şeklini işler içimize. Karanlık da aydınlık da orada dolar içimize, hüzün de sevinç de oradan, o odadan başlar göç etmeye kalbimize. Sessiz bir dost, dilsiz bir sırdaştır oda. Pencere önüne misafir ettiği kuşlara dahi anlatmaz bildiklerini. Şahididir ömrümüzün, kederlerimizin, mırıldandığımız şiirlerin ve şarkıların, kırgınlıklarımızın, kızgınlıklarımızın hatta şahididir hayallerimiz kadar düşlerimizin, sayıklamalarımızın. Hepsini, her şeyi bilir de söylemez bir başkasına bir gün onu terk edip gittiğimizde bile. Biz odamızda yaşarız, odamız yaşar bizim içimizde.

Evren içinde evren, dünya içinde dünya, can içinde canan gibi ev içinde evin adıdır oda. Aldığımız nefesten, sesimizin renginden, kalbimizin ritminden, yüzümüzün tebessümünden, bakışlarımızın dilinden bize ait bir şeyler siner yaşadığımız odaya. Duvarının rengiyle, penceresinin perdesiyle bütünleşir benliğimiz. Biz nasıl başkalarının odalarında tedirginliğin soğuk ırmağına düşüyorsak odalar da başkalarını misafir ederken tedirgin olur. Kimseler girmesin ister sahibinden başka içeriye. Dışarıda üşüyen ruhumuzun libasıdır oda ve dünyaya karşı örtündüğümüz, ördüğümüz kabuk.

Akşam olduğunda kurdu kuşu yuvasına döndüren ne ise bizi evimize koşturan, odamıza çağıran da odur. Gün boyu bin parçaya ayrılan kalbimizin yaralarının kabuğa durduğu tedavi alanı, evimizin bizi bekleyen tek gözüdür oda. Biz nasıl ondan uzak kaldığımızda yokluğunu hissedip özlersek onu, o da bizi özler, boşluğun sağır eden uğultusu yankılanır içinde yokluğumuzda. Başka şehirlere gittiğimizde, başka bir eve taşındığımızda etrafımızı kuşatan kaybolmuşluk hissi aslında odamızın uzağına düşmemizdendir biraz da. Odamızın dışında hep küçücük de olsa bir gurbet ağırlığı biner sırtımıza. Akşam tez gelsin isteriz dönmek için odamıza. Beşiğin ardı gibi gurbettir biraz odanın ardı da.

Kırk kapı açtık Mavi Sakal öldü

Kırk odanın içinde güzel aslanlar güldü

(Sezai Karakoç)

Odalar büyüklü küçüklü, odalar kat kat, odalar türlü türlü. Dünyaya değil odalara açılan bir hayat aslında yaşadığımız.  Kırk odalı bir dünyaya bölünmüş zamanı tüketerek geçiyor ömrümüz. İster biz kuralım ister başkaları bizim için kurmuş olsun her oda başka bir âlem. Doğum odası, hastane odası, öğretmen odası, otel odası, bekleme odası, müdür odası, oturma odası, misafir odası…  Kendimize ait bir odamız olsa da her birine düşüyor yolumuz geçerken dünyadan ve en sonunda kırkıncı odanın önüne düşüyoruz. Kırkıncı oda kapısız, penceresiz. Kırkıncı oda ufacık, serin ve karanlık. Altı, dört yanı toprak;  üstü tahta, üstü taş; o da bir oda. Tıpkı içinde yaşayıp içimizde taşıdığımız bütün odalar gibi.

Bir oda yaptırdım türbeye yakın

Odam karanlıktır çifte mum yakın

(Erzurum türküsü)

Bütün kıyılardan kendi yatağına çekilen durgun bir ırmak gibi çekildin en karanlık odasına kalbinin. Bir odan oldu kapısını taşlarla ördüğün, odanda bir masan, bir kitaplığın. Kalemler biriktirdin, saklanan kelimeleri bulabilmek için; defterler yığdın, uçuşan cümleleri sayfalarına bağlayabilmek için. Şimdi sessizliğin rüzgârıyla savruluyor yarım şiirlerin, başlanmamış hikâyelerin, unutulmuş türkülerin kelimeleri dört yanında.  Dudaklarını kapatıp duvarlarla konuşuyor, gözlerini kapatıp tavanla bakışıyorsun.  Şimdi kalbinin sesiyle titriyor zamanın yaprakları. Her şeyden uzak odandasın. Yağmurda unutulmuş resim gibi renkleri darmadağın hayatının. Pencereye varmadan görebiliyorsun dışarıyı, pencereyi açmadan duyabiliyorsun dünyanın dönerken çıkardığı sesi. Başka bir odanın çağırısı duyuluyor uzaktan uzağa. Oda evin içinde, oda bu dünyada değil, her şey gibi o da senin içinde.

güz, 2021

6 Eylül 2021 Pazartesi

"anlatmam derdimi dertsiz insana"

 

Dünyaya gelirken sırtımıza sardığımız ten gömleği; renk renk, kimi bir mevsimlik kimi ömürlük dertlerle bezenmiştir ezelde. Her ne kadar gün gelip unutulanı yahut kuşlar gibi uçup gideni varsa da nafiledir bir âh ile cümlesinden sıyrılıp yaşamaya devam etmek bütün dertlerin. Nafiledir dertsiz bir mekan, dertsiz bir gün aramak yeryüzünde. Nafiledir derdimizi dökecek bir kör kuyu, azıtacak bir dağ başı arayışımız. Ayaklarımız bağlı, dilimiz suskun, ruhumuz perişan yürürüz dünya üzerinde sırtımızda dert heybesi. Derdin birini döksek bu heybeden, yol üzerinde bir köprüden ırmağa, gelir başkası doldurur yerini. Sabrın demirden çarığı delinir, şükrün demirden asası eskir de elimizde, dert azalmaz, dert bitmez. Dünyaya gelirken bir dertle gözlerimizi açarız lakin dertlerle kapatırız gözlerimizi dünyadan giderken.

Dert, tek heceli olsa da belki de türlü türlü olduğundan derdin tek tarife sığmaz manası. Ömürlere dar gelen bir kelimenin elbette yer almaz tam karşılığı lügatlerde de. Dert değildir asılında konuşulan, söylenen; derdin gölgesidir dertleşsek de geceler boyu dostla, yarenle. Derdin yanlız adıdır dolaşan şiirlerde, türkülerde. Dertleşsek de dilsiz geceyle, seherle; kimi dertler yâd edildikçe yayılır kalbin vadilerinde.

Hep özlediğimiz, dertsiz günler olarak andığımız çocukluğumuzun, deli ırmak gençliğimizin, hayatın kıyısında yürüdüğümüz öğrencilik yahut ilk gençlik yıllarımızın dertleri unutulsa da zamanla, aşı izi gibi kalır kalbimizin bir kenarında. Nefes alıp verdikçe ardı arkası kesilmez dert sağanağının sadece büyüdüğümüz için bazı dertler, dertten sayılamayacak kadar küçülür dünyamızda.

Dert bir denizdir bu âlemi seyrederken içinde çırpındığımız ve bu denizin dalgalarıdır gam, keder, hüzün, elem, acı, hasret, sevda, yoksulluk, hastalık, ayrılık... Tadı acı, katlanması zor olsa da dert bir iksirdir bizi taşıyan varlığa yahut yokluğa.

Ko ağyârı gel ehl-i derd ile yâr olmak istersen

Cefâ çek aşk ile yâr-ı vefâdâr olmak istersen

(Usûlî)

Dert, gecedir bütün renkleri silen;  dert, gecedir karanlıkların annesi ve dert müjdecisi sonsuz aydınlığın. Dert kuyudur Yusuf'un kendi hakikatiyle baş başa kaldığı. Dert uzlettir Meryem'in sınandığı. Derttir bülbüle içli şarkılar veren, güle güzellik. Mumu eriten de derttir, pervaneyi onun etrafında divane eden de. Mecnun'u çöle, Ferhat'ı dağlara süren de derttir; Kerem'i küle çeviren de.

Derttir kuzuları koyunların ardında dolaştıran, dumanı dağların başına saran. Derttir arıyı çiçek çiçek dolaştıran, karıncaları telaşlı kılan. Derttir kilimlere düşen rengarenk desenler anaların kirkitinden. Derttir; yazarı kalemle yoldaş eden, bestekarın kalbine nağmeler serpen, şairin ruhuna ilham üfleyen.

Derdimiz her ne ise ancak o kadar varız dünyada. Dert yalnız bizim değil her şeyin varlığını resmeden hakikattir kainatta. Dert etmeyenin, derdi olmayanın varlığı da yoktur aslında.

Zannedilenin aksine neşeyi değil derdi söyler serçeler her sabah, her akşam. Derttir diyar diyar gezdiren göçmen kuşları. Yağmur derdinden atar kendini toprağın bağrına, bulutlar dertle arşınlar gökyüzünü her mevsim. Rüzgarın uğultusu, suyun şırıltısı, göğün gürültüsü derttendir aslında. Lale dertle büker boynunu, sümbül dertle dizer yapraklarını, ağaç dertle yürür meyveye.

Bir derdin esiri olmayan, boyasıyla boyanmayan, katlanmayan bir derdin zahmetine, bilemez dermanın kıymetini, giremez dermanın gülistanına. Dert mazlumun dilinde duadır dervişin gönlünde bahar.

Ehl-i derd ol, ehl-i derd ol, ehl-i derd ol, ehl-i derd

(Usûlî)

Dert etmeden açılmaz önünde durduğumuz hiç bir kapı. Dert etmeden varılmaz bitmez sandığımız yolun sonuna. Derdimizi unuttuğumuzda, unutmaya çalıştığımızda dünya çölünün serabıdır bizi çağıran kendisine.  Geceyi dert etmeyene seher, kışı dert etmeyene bahar uğramaz. Su nasıl şekil verirse çakıl taşlarına, dertler de öyle şekillendirir uğradığı, misafir olduğu kalbi ve işler o kalbin en kuytu köşelerine acziyeti, sabrı, sessizliği.

Bilsek de her derdin bir dermanı olduğunu, bilsek de hiçbir derdin sonsuza kadar sırtımızda kalmayacağını, bilsek de yarasız ağaç dertsiz baş bulunmayacağını yine de süzülür kimi zaman yanağımızdan birkaç damla yaş, yine de akseder yüzümüze biçareliğin durgunluğu. Yalnızca gözleri, yüzü değildir dert ehlini ele veren. Yürüyüşünden, duruşundan, sesinden, nefes alışından dahi ağır bir hüzün sızar dert sahibinin. Dert nasıl elvan elvan ise dertliler de türlü türlüdür. Bazıları dertsiz hayat düşüyle tüketir bütün ömür sermayesini sayısız dertler içinde, bazıları severek derdini bir derde yâr olur. Kimileri şikayet eder dermansızlığından derdinin, kimileri dermanı dertte bulur.

Tıpkı insanın dünyada misafir olduğu gibi büyük ya da küçük dert, dertler de misafiridir insanın son nefesine kadar. Renk renk, kimi bir mevsimlik kimi ömürlük dertlerle donatılmış ten gömleğini çıkarıp üzerimizden dönerken dünyadan ; anlarız dermanın dert, derdin derman olduğunu ve vedalaşırız bütün yüküyle ömrümüzün, kalbimizin.

Satıp dermânını derd al melâmet şehri içinde

Deli gönlüm gibi rüsvây-ı bâzâr olmak istersen

(Usûlî)

Geçecek sandın, geçmedi. Uçup gidecek sandın, biri gittiyse birkaçı yeniden geldi dayandı kapılarına kalp şehrinin. Kapıları kapadın, pencerelere perde çektin en uzağına gittin içindeki ülkenin. Kurtulamadın.

Kaç geceyi uykusuz geçirdin, kaç gündüzü geceye kederle bağladın. Kalmadı farkı geceyle gündüzün, baharla güzün. İçindeki yükü, ruhundaki ağırlığı taşımaktan yoruldu kalbin, ayakların. Kaç kez bulutlansa da gözlerin, ağlayamadın. Yorgun bakışların her gün biraz daha boşluğa, ötelere yöneliyor. Konuşan sen değilsin, işiten sen değil. Bir kuş sesi duysan belli belirsiz, kalbine çarpıyor kanatları. Bir boynu bükük çiçek görsen ruhunda yankılanıyor feryadı. Hiçbir şemsiye, çatı altı korumuyor ansızın gelen yağmurlardan gövdeni. Hiç bir mevsim geçmiyor titremesi kalbinin.

Duldan yok sığınacak hiçbir rüzgarda.

Işıltılı cümleler uğramaz oldu sessiz bahçene. Anlatsan dilin yorgun, kelimelerin kırgın içinle konuşmaktan, söylesen tarifi yok lügatlerde halinin. Ruhunun aynasından siliniyor her gün biraz daha suretin. Gölgen bile taşıyamaz oldu derdini. Derdinlesin, derdin sensin.

yaz 2021

8 Ağustos 2021 Pazar

tatil kitabı

 Yaz gelirdi, sobalar kaldırılırdı evlerden, sınıflardan. Yaz gelirdi, ayakkabılarımızdaki çamur, çoraplarımızdaki ıslaklık, sırtımızdaki eski gocuklar kaybolurdu birer birer. Yaz gelirdi ve okul önlerine dondurma niyetine renkli, şekerli buz parçaları satan amcalar gelirdi. Yaz gelirdi; kaymadan, düşmeden yürüyebilir, beyaz yakalıkların düğmesini açarak oynayabilirdik okul bahçesinde ve kavrulduğumuzda sıcaktan, suyu şişelerden değil musluklardan içerdik kana kana. Yaz gelirdi, biraz daha soldurmaya siyah önlüklerimizin rengini. 

Ardından yaz tatili gelirdi karnelerin beyaz kanatlarında. Karneler dağıtılır ve hayat birdenbire değişirdi hepimiz için. Kimilerinin çantasına saklayarak kimilerinin elinde sallayarak evine götürdüğü karnelerde öğretmenin dolma kalemle yazdığı her not, her kelime okunurdu tekrar tekrar ve ardından kaldırılırdı sandıklara, dolaplara, çekmecelere bir mektup, bir anı niyetine bu belge. Yaz tatili, derlerdi;  yaz tatilinde yaptıklarınızı anlatan bir kompozisyon yazın, derlerdi. Yaz’ı bilirdik ama tatilin ne olduğunu sorana hepimiz başka başka şeyler anlatırdık. 

Kimilerimiz için yaz tatili; mahalle pazarlarında poşet satmak, boş arabacılık yapmaktı. Bazılarımız için simit satmak, bazılarımız için şehrin işlek caddesinde ayakkabı boyamaktı. Kimilerimiz için köyde buğday tarlalarında ya da kuzularla geçecek üç ay demekti yaz tatili. Biraz şanslı olanlarımız, şehir dışındaki akrabalarına giderdi birkaç haftalığına. Kimilerimiz için yaz tatili, mahalle camisinde yaz boyu Kur’an kursuna devam etmekti. Çantalar bir mevsimliğine inerdi sırtımızdan, ne test bilirdik ne dershane ne de özel ders. Okulun; sınırların ardında bir ülkeye dönüştüğü, her şeye verilen birkaç aylık molanın adıydı yaz tatili. Yeniden eylül ayı gelip de okullar açıldığında ellerimizdeki nasır, yüzümüzdeki güneş yanığı, içine sığmakta zorlandığımız rengi soluk siyah önlüktü biraz da yaz tatili.

Yaz boyu okulu, dersleri unutmamız ve bir sonraki senenin derslerine hazırlıklı olmamız için bize sunulan tek seçenek vardı: tatil kitabı. Yıl sonu yaklaşıp artık karne, not işleri tamamlandığında örnek tatil kitaplarının yüzünü görmeye başlardık. Öğretmenler bu kitapları tavsiye eder, fiyatını ailelerimize bildirmemizi isterdi. Birkaç gün sonra ise bazı arkadaşlarımızın masasından, çantasından göz kırpmaya başlardı tatil kitapları. Ders kitabına, ansiklopedilere dahi masraf edilmeyen o yıllarda tatilin ne olduğunu bilmesek de tatil kitabının ne olduğunu bilirdik. Yalnızca öğretmenler önermezdi elbette bu kitapları. Okulların kapanmasına yakın kırtasiyelerin, kitapçıların vitrinlerine de kocaman harflerle yazılırdı: Tatil Kitabı Gelmiştir. 

Ders kitaplarına benzemezdi tatil kitapları; sınıf kitaplığının köşesinde mahzun bekleyen, kapağı kaybolmuş, sayfaları bantla tamir görmüş, hatta iple hoyratça dikilmiş hikaye kitaplarına da. Ebatı farklı olurdu onların; cildi, kağıdı hatta kokusu da. Ağabeyden, abladan, komşu çocuğundan miras kalmış, bir sene de bizim çantamızda yıpranmış, kenarları kıvrılmış ders kitaplarının yanında; kapağını açarken dahi heyecanlandığımız, belki merak ettiğimiz belki imrendiğimiz başka bir dünya vardı o kitaplarda. Her sayfa, başka bir âleme açılan kapı gibiydi; her resim dakikalarca kendimizi seyirden alamadığımız bir çizgi film. Bir fantastik eser, bilimkurgu kitabı, bir define haritası kadar gizemli gelirdi bizlere tatil kitaplarının dışı da içi de. Bu kitaplarda resmedilen insanlara, orada sunulan hayat tarzına öylesine uzaktı ki yaşadığımız dünya... Mesela köy resimleri olurdu metinlerin arasında, benzemezdi köyümüze; dede resimleri olurdu, benzemezdi dedelerimize. Hatta manzarayı tamamlamak için öylesine resme yerleştirilmiş kuşlar, kediler, ağaçlar bile benzemezdi bizim kuşlara, kedilere, ağaçlara. Bisiklet, uçurtma, olta resimleri... Dedesiyle  balık tutan; saçları uzun, pantolonu kısa, yanakları al al, mutluluğu yüzünden okunan çocuklar… Çiçekler ve ağaçlarla dolu kocaman bir bahçede, yere serilmiş rengarenk örtüler üzerinde, başlarında çiçeklerden yapılmış taçlarla kahvaltı yapan çocuklar... Ailesiyle hayvanat bahçesini gezen yahut lunaparka giden; mutluluğu ve heyecanı yüzlerinden okunan çocuklar... Kendisine ait odada, arkadaşlarıyla oyun oynayan veya sırt üstü uzanıp kitap okuyan çocuklar... Deniz kenarında kumdan kaleler yapan,  ormanda çadır kuran, kamp yapan çocuklar... Yaz, vardı; tatili ise herkes için başkaydı. En çok bu gerçeği fısıldardı tatil kitapları küçücük kalbimize. 

Bizim köyümüzün, köyümüzdeki derenin, bostanın, pınarın, kuzuların, ineklerin resmi yer almazdı ne tatil kitaplarında ne başka kitaplarda. Toz toprak içinde ayakkabılarla tarladan dönen büyüklerimizin yüzündeki kederli tebessümün, yorgunluktan sedir kenarında uyuyan çocukların, süt sağan teyzelerin, kilim dokuyan annelerin resmi yer almazdı tatil kitaplarında. Yaz boyu küçücük elleri ile ayakkabı boyayan, pazarlarda çalışan, limonata veya simit satan, Kur'an kursuna giden çocukların, çocukluğumuzun resmi siyah beyazdı ve yalnızca kalbimizin sayfalarındaydı. Tatil kitabı, tatili olanların kitabıydı galiba.

Onca cazibesine, onca etkileyiciliğine rağmen mevsimlik çiçekler gibiydi bu kitaplar. Üç ay balkonları, bahçeleri süsleyen ardından sararıp kuruyan ve toprağa karışan mevsimlik çiçekler gibi. Sonbahar başlar başlamaz boynunu büken çiçekler gibi. Okullar kapanmadan önceki son hafta açan; rengiyle, kokusuyla bizi mest eden ve okullar açıldıktan sonraki ilk hafta yaprakları dökülen narin bir çiçek... Ders kitapları gibi ciltlenmez, etiket yapıştırılmaz; kardeşe, komşu çocuğuna miras da bırakılmazdı.

Yaz veda eder, güz gelirdi, durgun bir sarıya boyayarak her şeyi. Güz gelirdi; yağmurun sesine, çiğ tanelerinin nefesine tutunarak ve kurulurdu usul usul sobalar önce sofalara sonra büyük odalara. Güz gelirdi ve yeniden cıvıltıya, toza dumana boğulurdu okul bahçeleri. Güz gelirdi, okul önlerine küçücük arabalarda satılan tespih taneleri gibi dizilmiş alıçlar, tane işi satılan sarı ayvalar, ters çevrilmiş bir meyve kasası üzerinde kalem gibi dizilmiş meyan kökleri de gelirdi. Güz gelirdi ve dönerdik okula üç numaraya vurulmuş yahut baba makasından geçmiş saçlarla. Biz bir önceki seneden yarım kalmış bir defter ve eski bir kalemle dönerdik okula, bazı arkadaşlarımız tatil kitaplarıyla dönerdi. Güz gelirdi, kapanırdı tatil kitabının son sayfası. 


1 Ağustos 2021 Pazar

dünya

 hüseyn kaya

yine de bakıyorsun içine gözlerimin
bakar gibi perdeli bir camın arkasına
oysa çoktan kayboldum içinde bu gölgenin
ve karıştı ruhumun beyazı karasına

üzerinde yürümek bir kalbin nasıl da zor
söyleyemem efendim bunu ben başkasına
usul usul bir serçe ölüsüne dönüyor
sesine tutunmasam dünya avuçlarımda


2015

sabır

Her insan acemisidir kendi yazgısının, kaderinin ve dünya yolcusunu en çok yolun  nereye varacağını bilememek, yol ikiye ayrıldığında hangisinin huzura taşıyacağını hangisinin karanlığa sürükleyeceğini kestirememek yorar. Çıkmaz bir yola girip de aniden çarpınca bir duvara, karanlık bir kuyuya düştüğümüzde gündüzün en aydınlık vaktinde yahut dermansız bir derdin pençesinde dinmeyen sızılar kuşattığında ruhumuzu, bedenimizi; adına sabır denilen küçücük bir tohum kımıldar en derin yerinde kalbimizin . O tohumdan sızan ışıkla tahammül edilir her derde, belaya. O tohumdan kalbe üflenen umutla sayılır günler, haftalar, aylar mevsimler.  Biz sadece “sabır” desek de adına onun da bin bir türlüsü vardır.  Ayrılıklar için başka bir sabır gerekir, yalnızlıklar için başka bir sabır. Yoksulun sabrı başkadır zenginin sabrı başka. Birbirine benzemez elbette dertlinin, hastanın, düşkünün garibin sabrı. Her sabır, başka bir sabırla çatlatır kabuğunu,başka bir  sabırla dal budak verir ve başka bir sabırla mevyeye durur.

***

Sabr ile malum olur esrâr-ı Hak

Sabr ile bilindi her müşkil sebak

Eşrefoğlu Rumî

Ömür bir sermayedir kuşkusuz azığımıza konulan ve bu sermaye var olduğu sürece heybemizde, hayaller kurarız yarınlar için, ümitler taşırız bir sonraki güne, haftaya, aylara yıllara dair. İmtihan, hep çalıştığımız yerlerden yapılacak sanırız ve çalışırız var gücümüzle. Sanırız ki mevsim hep bahar ve sanırız ki gökyüzü hep güneşli. Oysa dünyadır üzerinde yol aldığımız zemin ve durmadan döner, yer değiştirir ayaklarımız altındaki yeryüzü. Yürürken yolsuz kalmak da mümkündür yarınlara, konuşurken kalabalıklara unutmak da vardır bütün kelimeleri. Kavuştum, derken boşluğa düşmek de bizler içindir; kazandım, derken kaybetmek de.

Hiçbir lügatin karşılığını tam olarak veremediği herkesin tecrübesi kadarını tanıyabildiği büyük anlamlı birkaç kelimeden biridir sabır ki yoktur sabrın aslında dili, rengi… Saçındaki aklardan, yüzündeki çizgilerden, feri tükenmiş ama ümidi sönmemiş gözlerinden sezer, tanırsınız sabır sahibi insanları. Sözlerinde, seslerinde, yürüyüşlerinde hatta nefes alıp verişlerinde dahi sabrın acıyla örüp gerdiği incecik tülü görür gibi olursunuz biraz yaklaşınca onlara. Tahammül eşiğinden aşıp sakinliğin, huzurun bahçesine ulaşabilenlerdir ancak sabır sahibi olanlar.

Dünyanın dönüşüne, başkalarının hızına, kaderin ahengine saygı duymaktır sabır biraz da. Zaten en fazla bir kez geçebileceğimiz dünya tarlasında yavaş yürümeyi, etrafı izlemeyi öğrenmek ancak sabırla mümkündür. Sabrı olan kişi görebilir yoluna serpilen çiçekleri, sabırlı olan kişi duyabilir, kuşların, çekirgelerin sesini. Göğe bakanlar sabırlı olanlardır, ufuklara bakanlar sabırla bekleyenlerdir yalnızca. Sabır biraz da kabul etmektir dünyada yalnız yaşamadığımızı.

Ruhun en karanlık iklimlerde bile ışıyan kutup yılıdızı, en sert fırtınalarda bile sönmeyen kandilidir sabır. Çaresizliği yaşamak değil onu aşmak için içimizde taşıdığımız ümittir sabır, yangınını gözyaşıyla söndüme cesaretidir kimi zaman ve yarayı gül, acıyı bal eylemektir. Sabır sessizliğin ülkesidir, sabırsızlık feryadın ve figanın.

***

Ehl-i temkînem beni benzetme ey gül bülbüle

Derde yok sabrı anın her lâhza bin feryâdı var

Fuzûlî

Yalnızca insan değildir dünyada sabırla imtihan edilen. Esasında gözümüzün gördüğü her şey kainatta sabrı telkin eder, sabrı fısıldar gibidir aceleci ve asi insan yanımıza. Minik gövdesini topraktan dışarı çıkarmak ve rengarenk yapraklarını açmak için baharı bekleyen çiçek, mevye vermek için büyümeyi bekleyen ağaç, coşmak için yağmur çağıran ırmak kendisi için emredilen sabra teslim etmiştir ruhunu şüphesiz.

Dağlar sabırla durur kuruldukları yerlerde dünya var oldukça, ırmaklar sabırla akar sonsuza, sabırla tavaf eder gökkubeyi bulutlar. Ne usanır güneş dönmekten ne dünya ne ay… Usanmaz parlamaktan yıldızlar. Kuşlar sabırla öğrenir uçmayı, sabırla göç eder vakti gelince bir diyardan bir diyara. Taylar sabırla öğrenir koşmayı,  Örümcekler sabırla örer binbir desenli ağını, dallar mevyeya sabırla durur. Bahar, sabırla bekler kışın sırasının geçmesini. Sabır tahammülün ağabeyidir umudun küçük kardeşi…

Yerine göre kırkıncı odayı dahi açabilen anahtar yerine göre simyadır sabır. Aralanmayan demirden kapılar sabırla önünde beklenildiğinde bir gün açılır ardına kadar, bakır altına, kömür elmasa sabırla döner ve Yusuf’u karanlık kuyudan aydınlığa, Eyyüb’ün yolunu şifa suyuna, Yunus’u karaya ulaştıran iksir sabırdır yalnızca.

Sonsuz da olsa sabrın kaynağı kimi zaman zordur sabretmek, zordur beklemek. O demlerde kalplerimiz düğüm düğüm olur, ruhlarımız sonsuz bir karmaşanın içinde yorulur endişeden, koşmaktan, ağrımaktan. Beklemek, yalnızca duraklarda, istasyonlarda manasını kazanan bir kelime olur. Büyük hakikatlere bizi taşıyacak takat ve tahammül sıyrılır gider ellerimizden. Neyi kazanırsak kazanalım, kaybetmişizdir aslında sabıra tutunmadan, nereye ulaşırsak ulaşalım bir arpa boyu yol kat etmemişizdir sabır olmadan  çünkü sabır yeşermeyen dal ayazın biçtiği ecel gömleğine bürünür er ya da geç… Sabır vaktini beklemektir biraz da var olmanın, yeşermenin, çiçek açmanın.

***

Beklemek, bir sabahı bir akşamı beklemek,

Beklemek gelir diye o saat ağır ağır.

Ziya Osman 

Beklemek, ne kadar uzun bir kelime ise nefesi sayılı olanlar için sabır da o denli büyük bir erdemdir her şeyin hızla yer değiştirdiği dünyada. Bir ağaç gibi hep aynı iklimde, toprakta var olmak; koşmadan sağa sola, düşmeden vesveseye şüpheye, öylece kök salmak bulunduğun yere ve yaprak dökmek, sonra tekrar yeşermektir sabır ayakların yedi kat yerin altına inerken başın göklere doğru uzanmasıdır. Yolcuya gölge, kuşlara yuva olmaktır aynı zamanda.

Binlerce kapıdan çevrilip de bin birinci kapıya ümit bağlamaktır bazen sabır, bir dağa ulaşıp başka dağları görmek ardında… Bir kuyudan çıkıp diğerine düşmektir, ırmaktan çıkıp okyanuslara yönelmektir.

Yılları ah etmeden sele vermenin kırk yılda büyüttüğün çiçeği ele vermenin adıdır sabır.

Sabır bir daire kendi etrafımıza çizdiğimiz, kırgınlıklardan, kızgınlıklardan pişmanlıklardan ve yarım kalan her şeyin acısından uzaklaşmak için. Sabır, ömür kiliminde ilmik ilmik, rengarenk nakış. Sabır bir kale, bir sığınak, bir giysi.

Yeryüzüne düştüğümüz andan itibaren sabırdır aslında tutunduğumuz tek dal. Farkında olsun olmasın sabırla öğrenir insan sürünmeyi, ayakta durmayı, yürümeyi, konuşmayı, koşmayı. Sabırla öğrenir okumayı, yazmayı, düşünmeyi. Sabırla geçilir çocukluk, ilk gençlik yılları, sabırla kurulur yuvalar, sabırla geride kalır geçilmesi gereken çağlar ve dünyadan ayrılırken anlarız adına yaşamak dediğimiz şeyin kocaman bir sabırdan ibaret olduğunu.


 ağustos 2019


 

el-adl

Şüphesiz bu dünya imtihan dünyasıdır ve adalet, her imtihanın en büyük esası, olmazsa olmazıdır zira adaleti olmayan bir imtihan, imtihandan sayılmaz.

Kâinatı bizler için var eyleyip süsleyen ve dünyayı bir imtihan meydanı olarak düzenleyen, kalplerimizi donatıp, ömür sermayesini azık niyetine bedenimize sarıp bizi bu âleme gönderen sahibimizin her an ve her yerde tecelli eden isimlerinden biridir El- Adl.

Gündelik telaşların dağıttığı, körelttiği zihnimizle çoğu zaman farkına varmayız lakin ömür ve hayat, bu ismin tecellisi olarak hem taksim hem ikram edilir hepimize. Kimimiz zengin kimimiz fakir bir hayat geçirsek de bazılarımız az bazılarımız çok eğlensek de yeryüzünde kimimiz dağların bağrında kimimiz denizlerin kıyısında tamamlasak da ömrümüzü, nasibimize düşen her şey ince ve şaşmaz bir terazinin kefelerinde tartılarak düşer payımıza. Elemler, dertler, hastalıklar, sevinçler, ayrılıklar, vuslatlar, bayramlar, galibiyetler, mağlubiyetler, eskiteceğimiz günler yıllar ve dahi alıp vereceğimiz nefes sayısı hep aynı adaletin tecellisi ekseninde gerçekleşir. Bu tecelliyi hayatının her döneminde görebilen, hissedebilenler için dünya bir uğrak yeri, ömür göz açıp yumuncaya kadar geçen bir rüyadır. Onların lügatinde hayat karşısında şikâyet, sızlanma ve hırs kelimelerinin yerine yalnızca sabır ve teslimiyet yer alır.

Yalnızca dünyaya bakan bir göz, her yerde ve her çağda daima şikâyete meylettirir sahibini.  Bakmak başka, görmek başkadır şüphesiz ve görmek; anlamanın, anlamlandırmanın, yorumlamanın ilk durağıdır hikmet, hakikat yolculuğunda. Sabırlar, şükürler ancak görebilen bir kalbin fısıltısıdır uzletgahlarda terennüm edilen.

Hepimizin ruhunda endişe taşlarından örülü bir dert duvarı yükselir durur dünya hayatı boyunca. Öğrenci okuldan şikâyet eder, öğretmen hayatından… Doktor işinin çokluğundan şikâyet eder, esnaf bereketsizlikten. Çocuk, bir an evvel büyümediği için şikayet eder ihtiyar çabucak yaşlandığı için. Hayatımızın her aşamasında biraz daha yükseltiriz bu duvarı, ta ki bilinceye, anlayıncaya kadar her şeyin bir denge üzerinde seyrettiğini.

Yalnızca ilk sayfasını okuruz önümüze konulan imtihan kâğıdının. Telaşla ve karalayarak hiç düşünmeden, başkalarının kâğıtlarından gördüğümüz gibi doldururuz önümüzdeki sayfanın tüm boşluklarını. Dünyanın usulca gözlerimize taktığı tek boyutlu gözlüklerle okuruz kaderimizi, hayatımızı. Kazandım, dedikçe kazanma hırsıyla çırpındıkça kaybederiz. Kazanan neyi kazanmıştır, kaybeden neyi kaybetmiştir dünya imtihanında anlayamadan gelir geçer zaman.

Her şeyi tartan ilahi terazinin ahiret kefesi görünmez gözlerin çoğuna. Bu açıdan baktığımızda hayat; karmakarışık bir mücadeleye, dünya; güçlünün güçsüzü ezdiği bir mücadele alanına dönüşür ansızın. Kuşlar sahipsiz uçar gökyüzünde, ağaçlar sahipsiz salınır kasırgalarda… Çiçekler kar altında, yıldızlar gökyüzünde titrer durur endişe ile. Kış soğuğu ile zulmeder yaz sıcağı ile. Yağmur ve kar rahmet ve bereket olmaktan çıkar, kâbus olarak iner hayatımıza. Geceler bir inziva ve tefekkür vakti yerine yalnızca ürperti veren bir karanlığa dönüşür, gündüzler ise sonu gelmez bir yarışa başlamanın zamanıdır. Hastaların, yoksulların, biçare çocukların, yaşlıların ağlayıp inlemeleriyle dolu bir hüzün ormanıdır dünya ve bu ormanda her an bir musibete düçar olabilecek kadar aciz, çaresiz bir yolcudur insan. Mezarlıklar uzaklaşır şehirlerimizden, ölmüşlerimizi yâd etmeyi unutur, telaş ve hırsın zehirli iksiriyle arşınlarız yeryüzünü.

 Oysa görebilen bir göz ve hissedebilen bir kalp için ince bir mizan ve sonsuz bir adalet hâkimdir kâinatta. Kuşların uçması, balıkların yüzmesi, her sonbahar dünya ile vedalaşıp uykuya dalan çiçeklerin, ağaçların baharda tekrar dünyayı selamlaması bir âdil bir hükümdarın fermanı iledir.  Örümceğe nakış kabiliyeti, aslana güç, file cüsse veren, her bir yaratılmışı farklı bir yetenek ve vasıfla donatan El-Adl isminin kudretidir. Mevsimler bu ismin tecellisi ile dolaşır durur yeryüzünde. Gece yerini bu ismin gereği gündüze bırakır, kışlar bu ismin tecellisi olarak nazlanmadan bahara, baharlar yazlara bırakır yerini. Yağmur ve kar başıboş inmez dağlara taşlara. Güneş yalnızca emrolunduğu kadar gösterir yüzünü, yıldızlar yalnızca kendilerine verilen ömür kadar süsler gökyüzünü.

Mutlak bir adalet için ödül kadar ceza da elzemdir. En az bereketler, güzellikler, rahmetler kadar kıtlıklar, felaketler, musibetler de adaletin gereğidir dünyada. Bazen rüzgârın kasırgaya, rahmetin tufana dönmesiyle sağlanır adalet. Hastalıklar yoksulluklar, çaresizlikler o büyük terazinin bir kefesinde ise sıhhat, varsıllıklar, sevinçler diğer kefesindedir… Gençlik bir kefesindedir o terazinin, ihtiyarlık bir kefesinde ve nihayet dünya bir kefesindedir ahiret diğer kefesinde. Hayatın adaletini ölüm sağlar, gençliğin adaletini ihtiyarlık. Cennetin adaleti cehennemde saklıdır şüphesiz ve faniliğin adaleti beka ile sağlanır.

Hayatın, dünyanın, kâinatın adalet ile imar edildiğine iman etmek tüm kapıları açan, tüm imtihanların neticesini hayra çeviren bir iksirdir. Adl ismine tutunan İbrahim peygamber, bu isminin tecellisi ile ateş denizinin ortasında cennet bahçesine vasıl olur. Eyyüb peygamber Adl isminin gölgesinde şifa bulur dermansız dertlerine… Yusuf peygamberi karanlık kuyulardan, zindanlardan sultanlığa taşıyan da firavunu helak eyleyen de Adl ism-i azamının tecellisidir.

Altın altın ile tartılır, bakır bakır ile… İyilikler iyi neticelere varır fenalıklar fena neticelere.  İster ah ile vah ile geçsin ömrümüz ister şükür ile durduğumuz yer, varacağımız yerdir neticede. 

 

 


zamanın kıyısında bir mekân: aliağa camii

 

Şehirler değişiyor durmadan, yollar, parklar, binalar değişiyor… Aşinası olduğumuz sokaklarda dahi acemiliğimiz hiç bitmiyor yaşadığımız şehirde. Hani birazcık dolaşayım desek bir ikindi vakti caddelerde, sokaklarda; eskiye dair bir hasret göğüs kafesimizin altına bağdaş kurup daraltıyor içimizde bir yerleri. Fotoğraflar eski rüyaların dilsiz şahitleri, hatıralar hayal âleminde yaşanmış gibi.

En az büyük şehirler kadar küçük şehirler hatta ilçeler, kasabalar dahi aynı hızla değişiyor ve siliniyor her geçen gün hafızamızdan sokaklar, mekânlar. Albümlerde dahi kalmıyor geçmiş zaman manzaraları.

Çocukluğunun, gençliğinin geçtiği şehirlere yıllar sonra dönenler hep aynı kaybolmuşluğu hissediyor yeni sokaklarda, beton binalar arasında.

Ne bir deprem yaşadı Sivas yakın zamanlarda ne de yeniden Moğol istilasına maruz kaldı ancak orta yaşı geçmiş çoğu Sivaslı için artık bu şehir de yeni ve yabancı.

Çocukluğumuzu, ilk gençliğimizi yaşadığımız sokaklardan hatta okuduğumuz okullardan, önünde sıra beklediğimiz tatlı su çeşmelerinden, karanlık çökünceye kadar misket, ceviz, gazoz kapağı oynadığımız boş arsalardan, istasyon caddesinde kuş cıvıltılarıyla süslenmiş akasyalardan, mahalle aralarında kurulan pazarlardan ne bir iz kaldı ne hatıra.Şehir usul usul kaybetti hafızasını ve bizler usul usul kaybettik hatıralarımızı.

Neyse ki gözler görse de ellerin ilişmediği, ilişemediği mekânlar da var her şehirde ve ancak bu mekanlar sayesinde geride kalan yıllarımızın bir rüya olmadığına inandırıyoruz kendimizi. Camiler, hanlar, medreseler, türbeler her şeyin berisinde, mahzun ve yorgun bakışlarla, biraz da sıranın kendilerine geleceği endişesiyle izliyorlar etraflarında yaşanan köşe kapmaca oyununu. Her şey değişse de şehirlerde; onların yeri, taşları, duruşları değişmiyor ve kendilerine aşina buldukları her çehreye aynı tebessümle açıyorlar kapılarını ardına kadar.

Şehrin tam da ortasında etrafındaki onca gürültüye telaşa rağmen suskunluğunu ve sakinliğini muhafaza eden ve belki biraz da fark edilmemek için yolların, caddelerin  aşağısında kalmış küçücük bir düşler ülkesi Aliağa Camii ve bahçesi. Eski Sivas’ı arayanlar için küçücük bir sığınak, ruha şifa arayanlar için mütevazı bir uzletgah…

Aliağa Camii; bahçesindeki yıllanmış çınar ağacıyla şehrin merkezine kurulmuş olsa da dünyanın kıyısında bir mekan…  Bir zamanlar belki de şehrin her yerinden görülebilen minaresi dahi üzerine üzerine yürüyen beton yığınları arasında çoktan kaybolmuş, öz yurdunda garip kalanların halinden bir hal, duruşundan bir duruş sinmiş suretine Aliağa Camiinin. Belli etmemeye çalışsa da her hali hüzün, kubbesi melal içinde ve her taşı yorgun… Yerini yadırgayan ama halen hayata tutunmaya çalışan solgun çiçeklere, yaşadığı şehri bırakıp gitmeye çoktan niyetlenmiş ama bir türlü kök saldığı topraklardan kopamamış; yabancı, ürkek insanlara benzer biraz…  Sanki bir kasaba, köy için inşa edilmiş de sonradan bulunduğu yere getirilmiş.

Ne hemen aşağısındaki Afyon Sokağına kestirmeden ulaşabilmek için pürtelâş içinde merdivenlerinden inip bahçesinden savuşup gidenlere gönül koyar Aliağa Camii ne de bahçesindeki ağacın yapraklarını yol üzerinden kopararak geçen ve kendisinden bir selamı esirgeyenlere; zira bahçesinde hal ehli üç beş ihtiyar daim keyfini sürer çınar gölgesinde sonsuzluğa uzanan su ve kuş seslerinin. Saatler yavaşlar, zaman uzar, şehir uzaklaşır, gönül cümle dertlerden azade olur Aliağa Camiinin bahçesinde ve içinde.

Aliağa Camii her mevsim farklı bir güzellikle saklansa da şehrin ortasında ona en çok sonbahar yakışır. Küçücük bahçesi sarıya boyanır kocaman çınar yapraklarıyla. Güvercinler misafir olmasa da avlusuna, sarı yapraklar kanat çırpar esen her rüzgârla kah sağa, kah sola…

Sivas'a ilk defa gelen herkes medreseleri, Ulu Camiyi, Meydan Camiini ziyaret eder de beş yüz yıllık bu cami ile tanışmadan, selamlaşmadan ayrılır gider şehirden. Nasip meselesidir şüphesiz onun dinginliğine ulaşmak, sükûtunda başka âlemlere kapılar aralamak.

Şehrin onca şairine, edibine rağmen bu caminin adı ne bir şiirde geçer ne de bir hikâyede, romanda. Hâlbuki cami bahçesindeki hazirede romancı bir oğlun şair babası medfundur. Çoğu kişi tarafından bilinmese de Peyami Safa’nın babası şair İsmail Safa’nın kabri Aliağa Camii haziresindedir ve sürgün geldiği Sivas’ta sürgünlüğü başka türlü devam etmektedir.

Beş yüz yıllık bir ömrün hikâyesi kazılıdır kesme taşlardan örülü duvarlarında. Hangi alınlar secdeye değmiştir, hangi gözler pişmanlıkla, ümitle yeşermiştir bu camide, hangi bedenler ebedi yolculuğa bu limandan uğurlanmıştır bilinmez.

Her geçen gün biraz daha unutkanlaşan şehrin unutmamaya çalıştığı üç beş mekandan birisi Aliağa Camii. Tenhalaşan, kaybolan, gölgede kalan, betonlar arasında sıkışan Aliağa  Camii değil de şehrin kendisi aslında. Çocukluğumuzdan, gençliğimizden bir iz yok artık yaşadığımız mekânlarda ve bu yüzden bütün şehirler aynı bizler için, ekmeğini yediğimiz, suyunu içtiğimiz, dağlarına bakıp içlendiğimiz, ırmaklarında çimdiğimiz şehirler uzak bir masal ülkesi…


2015

kötülük üzerine

 Dünya imtihanı daima iki seçenekten ibarettir: biri zor ve çaba gerektiren diğeri kolay ve hiçbir şey yapmayı gerektirmeyen iki seçenek... Aslında bütün hikayeler, romanlar, masallar, filmler, destanlar, efsaneler, kıssalar yalnızca iki şey üzerine kuruludur; iyilik ve kötülük. Farkında olarak ya da olmayarak kendimize mutlaka bir taraf seçeriz okurken, dinlerken, izlerken. Çünkü insan ıssız bir adada, yalnız başına dahi tamamlasa ömrünü, hikayesi sadece iki temel üzerinden ilerleyecektir ve sona erecektir; iyilik ve kötülük… İyiliği görmek, tanımak, anlamak, yaşamak kolaydır ve çoğu zaman farkına dahi varılmaz, varılmamalıdır iyiliğin. Zor olan kötülüğü görmek, sezmek, hissetmek, bilmek; ondan uzak durmak ona sabretmektir.

Kimilerinin maruz kalmaktan ve işlemekten korktuğu, kimilerinin ise bilerek yahut bilmeyerek kendisine bir düstur olarak benimsediği ama her halükarda dünyada, dünyamızda sürekliliği olan bir fiil kötülük. Kimilerinin yanından kovmaya çalıştığı bir gölge kimilerinin her gün sulayıp büyütmeye çalıştığı kökü en dipsiz bataklıklara salınmış bir sarmaşık. Sabra, tahammüle tutunanlar için toprak altında bekleyen sessiz, küçük bir tohum kötülük; acının ruhu ve bedeni ısırdığı  çaresiz anlarda çoğu insanda az ya da çok kendini hissettiren zehirli iksir.

Kötülük yolunun çamuruna basma ki ayağını yıkamak zorunda kalmayasın.

(Ali Fuat Başgil) 

Aslında dünyaya inanmaya başladığımız yerde başlıyor kötülük, her şeyi dünyadan ibaret bildiğimiz eşikte başlıyor. Çok değer verdiğimiz bir şeyi kaybettiğimize inandığımızda, daha fazlasına ulaşamayınca bir şeylerin, bile isteye birilerinin üzerimize geldiğini düşündüğümüzde, kabul edemeyeceğimiz bir sonuca maruz kaldığımızda, canımız sıkıldığında, düştüğümüzde, tökezlediğimizde, elendiğimizde bütün sebeplere karşı içimizde bir tortu birikir, içimizde bir yerler acır. İşte o acının zehrinin dışarıya doğru sızdığı andan itibaren artık iyilik ve kötülük birbirine karışmaya başlar. Ömrün faniliğine olan inanış terk ettiğinde kalbimizi, aklın dünyaya sahip olmak, kazanmak, öne geçmek için fısıldadığı şarkılardır kötülük. İlahi adalete sığınamadığımız, kadere rıza gösteremediğimiz karanlık anların, karanlık sığınağıdır kötülük ki imtihanı reddederek düşülen daha büyük bir imtihandır eşiğinde durduğumuz.

 İyilikler yavaştır ne bekletir ne beklenilir çoğu zaman ve sonraları ortaya çıkar iyinin, iyiliğin değeri. Oysa kötülük her zaman anidir, acelecidir ve hiç beklemediğimiz anlarda beklemediğimiz kişilerden gelerek incitir, acıtır ya da önümüzde anlık bir tercih olarak beliriverir ve tutup çeker içinde bulunduğumuz girdaptan kendi karanlık girdabına. İnciten, acıtan, yaralayan biz oluruz. İyilik her gün altında yürüdüğümüz, altında yaşadığımız gökyüzü gibidir, kötülük ise aniden tutulduğumuz, güneş tutulması. İyilik her gün aklımıza hiçbir şey getirmeden açıverdiğimiz kapı, kötülük bize müsaade edilmeyen bir kapı önünde içeriye girme telaşı. Kötülük libasını giyinmiş iyiliği zamanla tanırız, iyilik libası giymiş kötülüğü ise yalnızca telaşından, aceleciliğinden.

Hastalıklı bir tercihtir, dünyalık kayıpların ve ebedi kazançların önünde kara yahut sihirli bir perdedir kötülük insanın kendi elleriyle çektiği. O perde sayesinde kurulan karanlık bir dünyada acısız ve pişmanlıktan uzak nefes alıp verme çabasıdır. Yalnızca kendi ruhunu izler o perdeye bakan, yalnız kendi varlığını görür ve onu devam ettirme arzuyla yaşar şuursuzca. İnsan en zayıf yönüne, en aciz tarafına yeniden, tekrar tekrar gönüllü bir köle olarak satar kendisini kötülüğe her meylinde. Tükenir, tüketir zira gücünü yokluktan alır, yokluğa çıkarır bütün yolları. En büyük kötülükler bile küçücük iyiliklerin karşısında çoğu zaman tarumar olur.

İyilikle kötülük, günahla masumiyet bu dünyanın içinde el ele yürür.

(Oscar Wilde)

Kötülüğün yüzü mütebessim, sözleri samimi, duruşu sağlam gelir başlangıçta. İyilerin korkak, kötülerin cesur olduğu düşünülür böyle demlerde. Adım adım ilerler kötülükle adalet sağlama hissi. Bu yüzden en çok ezildiğini, aldatıldığını, haksızlığa uğradığını düşünen insanların bünyesinde neşvünema bulmaya müsaittir. Vicdandan, kalpten öte kendisini kendisine hapsetmiş aklın çocuğudur kötülük. Ona kanmak ya da kanmamak elimizde değildir daha önceden yaşanmış bir tecrübemiz, sağlam bir irademiz yoksa onun cazibesi karşısında. Kötü olduğunun farkında olmamak ve kötülüğü çözüm olarak düşünmek ise artık kötülüğün taht kurduğu zihinlerin işidir. Kötülük ya iyilikle beslenir ya kullanır iyiliği yeri geldiğinde. Herkes söylese de iyi olduğunu ve çoğunluk kötülük yaptığını kabul etmese de ancak maruz kaldığımızda ya da yıllar sonra farkına varırız gerçek iyiliğin de kötülüğün de. Zira bünyesinde niyet muhafaza eden kimi iyilikler kötülüklere yürür kimi kötülükler de iyiliklere.

Cemiyette kimsenin üzerine almadığı libas, kullanmadığı maske gibidir kötülük zira kötülüğün yönü iyilik gibi net ve tek değildir, yalın ve yalnız değildir. Durmadan çoğalma, durmadan bir başka kötülüğe yaslanma açlığı taşıma, bulaşma, etki altına alma çabası kötülüğün mayasında saklıdır. Yine de yetmez tanımlar, tarifler, tecrübeler kötülükle iyiliği keskin ve sonsuz sınırlarla birbirinden ayırmaya üzerinde yaşadığımız dünyada çünkü iyiliği inşa edenler kötülüğe yol açmaz belki ancak kötülüğü inşa edenler iyiliğin arayıcılarını, taliplerini de çoğaltır istemeden.

Bugün kötü ne kadar huzur içinde olursa olsun, yarın pişman olur azap çeker.

(Yusuf Has Hacib)

Tanımlar, tarifler, tecrübeler farklı farklı olsa da kötülükle iyiliğin keskin ve sonsuz sınırlara birbirinden ayrıldığı bir dünya değil üzerinde yaşadığımız. Tıpkı yüzlerimiz, parmak izlerimiz, sesimiz gibi kötülükler de türlü türlüdür iyilikler de. İyiliğin azlığı, eksikliği kötülük, kötülüğün azlığı ve eksikliği ise iyiliktir. Çok şey yapabilecekken hiçbir şey yapmamak yeterlidir bazen büyük kötülükler için. Bazen esirgenen küçücük bir iyiliktir en büyük kötülük ki onu ölçmek, tartmak, onun sınırlarını, etkilerini belirlemek mümkün değildir.

İlla ki birilerine acı çektirmek, birilerinin canını yakmak değildir  kötülük, mesela beklenilen bir selamı esirgemek  kötülüktür. Mesela bir gülü görmemek yol üzerinde, kötülüktür. Bir gün doğumunu kaçırmak ve bir günü ziyan etmek hem güne hem kendimize yaptığımız kötülüktür. Bir çiçeği saksıda kurutmak da kötülüktür, onu su ile çürütmek de…

İster gizli yapılsın ister aşikar, dönüşlü fiillerin en etkilisi ve öğretici olanıdır kötülük; bizde başlar ve bize döner, biz dönerken dünyadan.


2019

20 Temmuz 2021 Salı

evlerin ön sözü

Boyası solmuş, tahtalarının arası açılmış, üzerinde yarısı paslanmış bir kapı numarası bulunan bahçe kapılarının ardındaydı hayat. Betondan değil taştan, briketten, kerpiçten örülmüş duvarların arasında samimiyetin ve mahremiyetin narin perdesiydi bahçe kapıları. O kapıdan bir özge aleme adım atılır, o kapıdan dünyaya karışılırdı. Anahtarı, kilidi dahi olmayan o kapının ardındaydı ev dediğimiz evren ve o kapının ardındaydı bütün sevinçler, hüzünler, acılar, saadetler. 

Önce bahçe vardı, sonra ev. Bahçeler evlerin ön sözü, bahçeler hayatın ve dünyanın minyatürüydü. Yerini yadırgamayan ve mutlaka meyve yüklü iki üç dalı duvarların dışına taşan cömert birkaç ağaç, ağaçların dallarını süsleyen halinden memnun kuşlar, kuş cıvıltılarına karışan çocuk sesleri, kıyıda köşede her güz göçüp her bahar yeniden ziyarete gelen çiçekler, hafif rüzgarlarla dans eden rengarenk çamaşırlar, her ortamda kendisine bir uğraş bulamayı başaran haylaz bir kedi, ara ara su çekilen yorgun tulumba... 

Bütün mevsimlerin resmî geçit töreni yaptığı küçücük alandı bahçeler. Faniliği ve sonsuzluğu, ölümü ve yeniden dirilmeyi bahçemizden geçen zaman işlerdi kalbimize. Mevsim baharsa toprak önce bahçelerde kımıldardı, sonra dağlarda. Önce bahçelerde tomurcuğa dururdu ağaçlar, toprak kokusu bahçelerden yayılırdı şehre. Mevsim kışsa haftalarca ayakta duracak kardan adamlar bahçelere yapılır, kardan kaleler bahçelerde kurulurdu. Sonbaharda önce bahçeler boyanırdı sarıya, kızıla. Sabahları çiğ düşmüş yaprakların kokusu uğurlardı işe giden babaları, okula giden çocukları. Kısalan günlerin en sıcak vakitlerinde üstesinden gelinirdi kış hazırlıklarının bahçe duvarlarının ardında ve elbette yaz mevsimiydi bahçelerin en renkli olduğu vakitler. Kahvaltıların, yemeklerin, çayın, sohbetin ve oyunların mütebessim şahidiydi bahçeler. Akşamın ilk karanlığıyla dışarıya taşan cılız ışığın huzuru, ay ışığının sükutu ile birleşirdi geceler boyu.

İlkin sakin kiraz bahçeleridir andığım eski günlerden

(Sezai Karakoç)

Biz o bahçelerde büyüdük; kötülüklerin, fenalıkların kapısını aralayamadığı, türlü renklerin, kokuların arasında o bahçelerde yaşadık yaşanılması gereken her şeyi. O bahçelere serilmiş minderlerde, sofra tahtaları üzerinde tamamladık ödevlerimizi. O bahçelerde kedilerle koşuştuk kelebeklerin ardından. Ağaca tırmanmayı, salıncak kurmayı, toprağı işlemeyi, çiçeği koklamayı o bahçelerde öğrendik. Yoruluncaya kadar oynamayı, dünyayı unutmayı, sabahın duruluğunu, gecenin koyuluğunu orada tanıdık. Karıncalara yardım etmeyi, serçeleri beslemeyi; taştan, topraktan, çamurdan oyuncaklar icat etmeyi bahçeler fısıldadı çocuk ruhumuza. Yol gözlemeyi, yolcu etmeyi, yalnızlığı, kalabalığı, neşeyi ve kederi işledik küçücük kalplerimize bahçe duvarlarının ardında. Annelerimizin neden her mevsim biraz daha sessiz çiçekler gibi çabucak yorulduğunu, solduğunu da o bahçelerde gördük. Biz giden mevsimleri izledik, mevsimler bizi izledi, sessizce büyüyüşümüzü. Her mevsim başka bir renk her mevsim başka koku, başka bahçe idi serilen kapılarımızın önüne. 

Özlemedik bahçemiz varken uzak diyarları, başka şehirleri. Yıldızları izledik, başımızın üstünde şekilden şekle giren bulutları. Duru bir dinginlik; bahçelerden sokağa, sokaktan semtlere, tüm şehre yayılırdı her günün sabahı, akşamı, gecesi. Hastalıklar da o duvarların ardındaydı, sağlık da. Neşe de o duvarların ardındaydı keder de. 

Bir dağın eteğine kurulur gibi kurulurdu evler bahçelerin bağrına mütevazı ve her halinden emin. Bir gün evleri ayırdılar bahçelerden, o gün başladı üzgün hikayemiz.

Hatırlatacak bize şen çocukluğumuzu,

Erguvanlı bir bahçe, mor salkımlı bir duvar.

(Ziya Osman)

Bahçe; kimimiz için çoktan sararmaya durmuş bir fotoğraf, unutulmaya yüz tutmuş anılar yurdu kimimiz için duyulmuş ancak görülmemiş bir masal ülkesi.

Önce çiçekler soldu, ağaçlar kurudu, sonra sustu bahçeler küserek terk etti evlerin önünü. Serçeler, kelebekler uzaklaştı bütün mevsimleri de alarak kanatlarının altına. Bir hatıra gibi taşıdık çiçekleri saksılara, bir yazıt gibi ağaçları parklara. Duldasında, gölgesinde silindi rengarenk bahçelerin, sonsuz bir saklambaç oyununda kayboldu çocukluğumuz. Kaybolan ne bir bahçe ne bir çocukluk, koca bir dünya idi yokluğunun farkına vardığımızda. 

Şimdilerde evler bahçesiz, yetim çocuklar gibi. Şimdilerde evler sessiz. Şimdilerde küçücük balkonlarda kuruyor çamaşırlar, küçücük balkonlarda bahçe hayali yeşertmeye çalışıyoruz çocukların zihinlerinde.

Yağmur suyunun tadını, bir ağaç altında yorgunluktan uykuya dalmanın huzurunu, yanı başlarından havalanan serçelerin heyecanını yaşayamadan büyüyor çocuklarımız. 

Başkalarının hayatını yaşıyor gibi yaşıyoruz bizler de hiç bir zaman her şeyiyle bizim olmayacak soğuk evlerde.  Mevsimlerin, yeşilin, bütün renklerin uzağında kalbimiz, gözlerimiz. 

Çıksak bir seher vakti yahut akşam üstü yürümeye, ansızın omzumuza dokunan bir dut dalı,  gölgesinde nefes alacağımız bir ceviz ağacı uzatmıyor kollarını alçak duvarlardan. İğde, ıhlamur kokuları çağırmıyor dalgın adımlarla arşınlarken yolları. Çiçekli bir vişnenin mütebessim selamından da uzağız hayli zamandır. Nazlı nazlı salınarak bir kedi eşlik etmiyor adımlarımıza yanı başımızda uzanan bir bahçe duvarı üzerinde. Nicedir yas yeri evler, sokaklar, şehirler.  Caddeler yoruyor, sokaklar boğuyor, dört duvar üzerimize yürüyor ve hep kurtulmak istiyoruz kendi  ellerimizle kurduğumuz dünyadan. Uzakları özlüyoruz, başka şehirleri, başka ülkeleri. Nicedir sırtını dağlara, yamaçlara vermiş bahçeli ev resimleri yok öğrencilerin resim defterlerinde. Nicedir bir bahçe kapısını aralayamamaktan kederli ellerimiz. Çocuklar evlerin içinde değil parklarda, oyun alanlarında kendilerine emanet edilen küçücük mutluluklarla teselli buluyor. Huzura açılmıyor kapılar ve evlerin kapısında her sabah, her akşam aynı soğukluk.

Bahçesiz, üst üste yığılan evlerimiz de bizler gibi nefes almaya muhtaç. Toprak kokmuyor kapı önleri, bizden bir şeyler sinmiyor evlerimizin pencerelerine, duvarlarına; huzura açılmıyor kapılar içerden dışarı, dışarıdan içeri. Parklarda, yol kenarlarında mahzun ağaçlar, çiçekler. Kuşlar küskün, kediler sahipsiz, karıncalar şaşkın. Sadece birkaç metrekarelik bir toprak parçası değil bahçeyle bizden uzaklaşan koca bir âlem. Bahçesiz evler, ev değil tünek şehrin uğultusundan kendimizi içine attığımız. Bahçesiz evler, ev değil barınak yaşamak tufanından kurtulmak için bir köşesine sığındığımız. Bahçesi olmayan ev nedir ki soğuk ve renksiz dört duvardan, gidip gelip içinde boğulduğumuz kasvetten başka. 

Bahçe; evin dışındaki dünya, dünyanın dışındaki hayat. Bahçe, göğe, sonsuzluğa açılan penceresi evlerin. Bahçe, biz binbir mevsimi içinde yaşamış olsak da belli ki bir mevsimlik rüya. 



9 Haziran 2021 Çarşamba

"hatırası var"

 

Onunla tanışıp muhabbet etme bahtiyarlığına eriştiğimde ilkokulu yeni bitirmiş bir çocuktum. O kaç yaşındaydı bilmiyorum. Tok sesinde bir huzur, soğuk yüzünde insanı etkileyen bir gizem vardı. dökseniz kalbinizdeki sırları hepsini dinleyecek kadar sabırlı, sırrınızı kimseyle paylaşmayacak kadar güven telkin eden bir duruşun sahibiydi.

Nerede açmıştı dünyaya gözlerini, nerede çıkmıştı insan içine, nerelerde dolaşarak hangi uzak iklimlerden geçerek gelmişti de karşıma yollarımız kesişmişti, meçhul. Ne bir yorgunluk ne bıkkınlık oturduğu mekanda. Haydi, der demez yola çıkmayı reddetmeyen bir arkadaş; siz yorulmadan yürümeyi bırakmayan yoldaş... Dışarıdan duyulduğunda gürültüye benzeyen sesini yakınında iken müziğe çevirebilen bir sihirbaz... Ne kadar sert davranırsanız da incinmeyen, gücenmeyen bir kemal sahibi. Kalbinizin, zihninizin resmini en hızlı çizen ressam. Ona yakın olmak başka bir âlemle temas kurmak gibiydi, başka bir boyuta geçmek gibi.

Şanslıydım emsallerime göre.

Aradan geçen onca seneye rağmen bugün dahi düşündüğümde onunla geçen vakitleri, ona olan sevgimi, hüzünle karışık bir mutluluk gelip oturuyor kalbimin orta yerine. Ellerime bakıyorum, parmaklarımın uçlarına. Gözlerimi kapatıp onun sesini hatırlamaya çalışıyorum.  Uçup geliyor uzaklardan yorgun kuşlar gibi sarı teksir kağıtları masamın üzerine. Çocukluğum, ilk gençliğim el sallıyor uzaklardan. O zamanlar sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen şiirlerimi, kısacık hikayelerimi ilk görendi o. Sonraki zamanlarda hiçbir şey dolduramadı onun yerini.

Orta okul birinci sınıfta daktilografi dersinde tanıştım daktilo ile. Sınıfı, sınıfının kokusu bile başkaydı daktilo dersinin. Sınıfın kapısı önünde okul numaramıza göre sıraya girer, öğretmenin bizi içeriye almasını beklerdik teneffüs bitmeden. Uzun bir sınıf, karatahta yerine duvarda büyük bir klavye resmi, her öğrencinin önünde kalın bez bir örtünün altında kocaman daktilolar. Öyle hemen örtüleri kaldırıp kağıdı takarak yazmaya başlamamız istenmedi elbette. Önce daktilo örtüsünün nasıl kaldırıldığının ve katlandığının dersini aldık, sonra daktilo karşısında nasıl oturulması gerektiğinin. Bir karton parçasına çizdiğimiz F klavye resmi üzerinde günlerce parmaklarımızı alıştırdık harflerin yerine.

Birinci dönem sonuna geldiğimizde kağıt takma, kağıdın kenar boşluğunu ayarlama, satır aralığı seçme, şerit sarma derslerini geçerek nihayet yazma aşamasına ulaştık. Yazarken tuşlara bakmak yerine duvardaki klavye resmine bakmamız ve dik oturmamız, sol ayağımızı hafif ileride tutmamız gerekiyordu. Satır sonuna ulaşıldığında duyulan küçük zil sesi, şaryo sesleri, tuş sesleri, makara sesleri... Gözlerimiz karşıda, satır sonuna ulaştığımızda dahi daktilonun yüzüne bakmadan şaryoyu başa alarak yazdık... yazdık. Aslında tüm kağıtlara yazdığımız, harflerin yerini ezberleyebilmemiz ve parmaklarımızı klavyeden kaldırmadan yazabilmemiz için sıralanmış anlamsız bir cümle idi: Kara kara kartallar, karlı iyi tarla ararlar.

Mekanik tıkırtılarla doğaçlama müzik yapılan bir orkestra gibiydi koca sınıf.

Dilekçeler, tutanaklar, iş mektupları yazdık, sol tarafımıza konulan, dikey açılan küçük daktilografi kitabına baka baka. Bazen kısa mesafeli bir koşuya çıkar gibi karşımızda kronometre tutularak yazdık. Son demlerde aynı harflerden oluşan desen, çiçek çalışmaları bile yaptık. Başkalarını bilmem fakat benim için daktilografi, en keyiflisi idi derslerin, okul içinde başka bir dünyaya gezmeye gitmek gibiydi. Saymaya kalksam aynı sınıfta okuduğumuz orta okul arkadaşlarımı, çoğunun adını dahi hatırlayamam ama o okuldaki daktiloların sesleri, isimleri halen zihnimde: Robotron, Olivetti, Erika, Olympia...

Liseye daktilografi dersinin olmadığı başka bir okulda başladım. Çoğu zaman büroda, idareci odalarında uzaktan uzağa bir derin bir hasretle bakıştık ama hasret gideremedik. Ta ki herkesin daktiloları terk edip akın akın bilgisayara hücum ettiği yıllara kadar. Üniversite birinci sınıfta nihayet Olympia marka, çanta tipi, ikinci el bir daktilo ile kesişti yollarımız. Sanıyordum ki bir daktilom olsa sayfalar dolusu hikaye yazacağım. Sanıyordum ki bir daktilom olsa yazdıklarıma bir düzen vereceğim. Sanıyordum ki tuşlara dokundukça kendinden geçen bir piyanist gibi dünyanın en güzel ezgileriyle çınlatacağım odamın her yerini. Hayallerimdeki gibi değilse de yüklendi hevesimi, kahrımı, derdimi daktilom üç beş sene. Kanatsız kuşlar yolladım uzaklara, mektuplar yazdım onun sayesinde. Şiirlerimi küçük bir dosya halinle onun bana verdiği heyecanla dönüştürdüm. Öğretmenlikte lazım olur düşüncesiyle bir de şiir seçkisi hazırladım hatta onunla. Ta ki bana bir gün kırılıncaya kadar sürdü yoldaşlığımız, sırdaşlığımız. Ne ettim, kime gösterdimse derman bulamadım derdine. Yıllar yılı her ev taşımamızda taşındı bizimle o da dilsiz bir aile ferdi gibi. Bazen masamın yanında durdu, bazen kitaplarımın. Tozlandı, küstü, sesi uzaklaştıysa da kalbimden, hasreti silinmedi. Onunla kağıda aktardığım şiirler, yazılar kaldı kitaplar, defterler arasında ve kaldı on parmağımda yüzük gibi yadigar F klavyenin izi.

Bana pek sert vurmuşlar bir yerlerim ağrıyor

Ya gün boyu bastıran bu uyku

Sevincin sesi çıkmıyor

(Behçet Necatigil)

Ben daktiloyla öğrendim yazarken her harfin dahi zahmet gerektirdiğini, bir yanlışı düzeltmek için verilen emeği. O öğretti bana yazarken düşünmeyi, yazı disiplinini, yazarken hataları en aza indirgemeyi. Onunla bildim bir mısra, bir cümle için yalnız kalbin değil ellerin de çırpınmasının değerini. Sözün, yazının kâğıda düşmeden dünyaya inmediğini, kalbe değmediğini.

Herkesin ihtiyacına göre yanına vardığı, biraz sesi fazla çıksa da naz etmeden her işe koşan, hayatın tam merkezinde nefes alıp veren biricik kahramandı daktilo. Kiminin ekmek kapısıydı, kiminin iş yerindeki en büyük yardımcısı, kiminin can dostu. İşi yalnızca yazıyla, kelimelerle olanların yoldaşıydı. Kaç resmi yazışma onun sırtından geçti, kaç karar onun sesiyle kağıda döküldü, kaç eserin ruhu onunla vücut bularak görünür oldu bu alemde bilinmez. O, dünyanın her yerinde, yazı medeniyetinin son büyük temsilcisiydi. Markaları, modelleri hatta klavye dizimi başka başka da olsa daktilo; ruhumuzun, kalbimizin, hangi kapılarda çarık eskittiğimizin şahidiydi biraz da.

Bazıları tarafından işlevini yitirmiş bir eşya düşüncesiyle kaldırılmışsa da depolara, çatılara; onu yalnızca bir yazı aracı olarak görmeyip halen hürmet edenler de var onun hatırasına. Duvardaki solgun resim, defter arasındaki kuru çiçek, masa üzerindeki eski şamdan ne ise daktilo da odur aslında. Meydan savaşından çıkmış askerler gibi yorgun, yaralı daktilolar; hatıralarda yankılanan sesleriyle süslüyor vefalı evlerin, kıymet bilir otantik mekanların başköşesini. Varsın kiminin tuşları eksik, kiminin şeridi kurumuş, kiminin şaryosu bozuk olsun.

6 Haziran 2021 Pazar

yorgunluk kuşu

 

Günler birbirine benzemeye başladığında ve artık günlerin isimlerini karıştırır hâle geldiğimizde; ayların, haftaların peşinde koşmayı bırakıp onların bize doğru koştuğunu fark ettiğimizde, dört yanımızı saran boşluğun uğultusunun içimizde çınladığını duymaya başladığımızda, kıyının her geçen gün biraz daha uzaklaştığını hissettiğimizde, kocaman gölgesiyle bir kuş dönmeye başlar başımızın üzerinde. Başımızı kaldırıp bakamayız rengine, istesek de sağa sola kaçamayız. Koşmaktan bitkin düşmüş çaresiz bir av gibi kıvrılır bekleriz bulunduğumuz yerde, gelir ve kanatlarının efsunlu rüzgarıyla omuzlarımıza iner yorgunluk kuşu. Kirpiklerimizde, gözkapaklarımızda, parmak uçlarımızda dahi hissederiz onun ağırlığını lakin sesini duyamaz, yüzünü göremeyiz. Ne halimizi sorar ne yaşımızı konduğunda omuzlarımıza.  O andan sonra ne dünlerin sevinci kalır içimizde ne yarınların umudu. Uyuruz, ayakucumuzda uyur bizimle; uyanırız baş ucumuzda karşılar bizi. Ayrılmaz yanımızdan, içimizden. Dilimiz dönmese, dudaklarımız kımıldamasa da tek kelime gürültüyle yuvarlanır, yankılanır içimizde: Yoruldum. Çabaların, hayallerin, heveslerin bittiği yerde kalbin en derin köşesine yığılan tortudur yorgunluk.

Yorulmaktır cihan-ı köhneyi tamire uğraşmak.

(Keçecizade İzzet Molla)

Aslında dünyaya yorgun geliriz hepimiz ancak dünyanın rengi,telaşı; keser ağrısını ezelden içimize işlemiş yorgunlukların bir süreliğine. Uçmayı yeni öğrenmiş bir kuş gibi boşluğu kanatlarımızın altına, koşmayı yeni öğrenmiş bir tay gibi rüzgârı yelelerimize doldururuz. Gökyüzünün bize ait olduğunu zannederiz; yeryüzünün bize ait olduğunu. Sanırız ki her yokuşun arkası düzlük, sanırız ki her ayrılığın sonu vuslat, her gecenin sonu sabah. Çırpınır dururuz birkaç kulaç sonrasında huzurla dolu bir adaya ulaşabilmek hayaliyle dalgalar arasında. Ne dağlar biter ne dalgalar oysa. Hep aynı merdivende basamakları saymaktan, hep aynı yolda kanayan ayaklarla yürümekten yoruluruz. Yalnız yürümek, çırpınmak değildir yoran insanı. Çaresizce bir meçhulü beklemekten, sessizce hayatı izlemekten, iç çekmekten, düşünmekten, özlemekten de yoruluruz.

Dünyaya ait olmadığımızı anladığımızda ve dünyada hiç bir şeye sahip olamayacağımızı bildiğimizde çalmaya başlar yorgunluğun hazin şarkısı ruhumuzun derinliklerinde. Dünyayı yadırgamanın, dünyada suskun bir yabancı olmanın ilk adımıdır; ömür defterine en güzel cümleleri yazmayı ümit ederken kalem elde uyuyakalmanın adıdır yorgunluk.

Yorgunum ayna ayna bakınıp durmalardan

Dipsiz derin sularda boy vermekten yorgunum

(Hüseyin Akkaya)

Anlık cesaretlerle yahut kimi mecburiyetler yüzünden bıraksak da kendimizi hayatın hızla akan ırmağına, çabucak çekiliyoruz soluk soluğa sessiz bir kıyıya. Yorgunuz, gün boyu yorgunluklar biriktirerek dönüyoruz akşamları evimize ve yorgunluklar biriktirdiğimiz rüyalarla açıyoruz gözlerimizi yeni sabaha. Üşeniyoruz anlatmaya içimizi griye boyayan umutsuzlukları, anlatmak da istemiyoruz anlaşılmak da.

Yorgunuz bütün kıyılarından içe doğru çekilen durgun sular kadar, beslese de yağmurlar kalbimizi. Yorgunuz aynı bahçede sürekli toprağın bağrına yürüyen ya da göğe uzanan ağaçlar gibi, süslese de bahar gülüşlerimizi. Aynı şiiri dolamaktan dilimize, aynı rüyayı çağırmaktan uykumuza yorgunuz. Yorgunuz akvaryumun kenarına sığınan küçük balıklar gibi.

Ne bir ağaç var altında unutarak her şeyi, dünyanın kıyısına çekileceğimiz ne de bir dağ başı var hayatı sırtımızdan atarak omzuna başımızı koyabileceğimiz. Ne kabuslarımızı anlatacağımız billur bir pınar ne kalbimizdeki ağrıyı unutturacak derin bir uyku var.

İstemekten, koşmaktan, hayal etmekten, çarpmaktan, düşmekten yorgunuz.  İmtihanlardan, sorulardan, sonuçlardan, sınıfta kalmalardan yorgunuz. Kuyulara, rüzgarlara Yusuf'u, ceylanlara Leyla'yı sormaktan yorgunuz. Yorgunuz yıldızları saymaktan,  kalbimizde düşen kaleleri işaretlemekten, dostların zihnimizdeki resmini silmekten, gitmekten, gelmekten, bizden habersiz dökülen takvim yapraklarını yerlerden toplamaktan, dünleri unutmaktan, yarınlara ümit duymaktan.

Aynı istasyonda her gidene el sallamaktan da yorgunuz, aynı ufka gözlerimizi çivili bırakmaktan da. Hiç gelmeyecek o gemiyi beklemekten yorgunuz. Bir mana aramaktan yorgunuz anlamı değişen yorgun kelimelere. Pencere önünde yol gözlemekten gözlerimiz, sonu görünmeyen kıvrım kıvrım yollarda tükenmekten, bitmeyen yokuşları tırmanmaktan ayaklarımız yorgun.  Gözlerimizde taşıdığımız buluttan kirpiklerimiz, zoraki tebessümlerden yüzümüz yorgun. Sürekli yön değiştiren fırtınayla yarışmaktan, yel değirmenleriyle savaşmaktan yorgunuz.  Kalbimiz yorgun onarmaktan kırıklarını.

Yorgunluk nasır elimizde ayağımızda, gözlerimizin sönen nuru, omuzlarımızda yük, kalbimizde ağrı, başımızda duman.

Yorulduğumuzda anlıyoruz, yorulan yalnız biz değiliz yorgun dünyada. Çeşmeler akmaktan, serçeler uçmaktan yorgun. Mevsimler yorgun dolaşarak dünyayı, örtüsünü değiştirmekten yeryüzünün. Zaman yorgun, yürümekten hiçliğe. Çiçekler renk yorgunu, ağaçlar meyve.  Pervane dönmekten yorgun mumun etrafında, mum yanmaktan geceden sehere. Bulutlar yorgun süslemekten gökyüzünü ve yorgun denizler bir dalgalanıp bir durulmaktan. Dağlar yorgun dağ olmaktan, birbirine yaslanmaktan; çöller yorgun kavrulmaktan. Gece, siyahından yorgun; bülbül bitmeyen âhından. Trenler, istasyonlar, yollar da yorgun yolcular gibi. Yorgun, mezarların başında bekleyen taşlar bile. Gölgeler yorgun yürümekten sahibiyle. Hikayeler, masallar, ninniler yorgun; tekrar tekrar sesle vücut bulmaktan. Sevgiler, hicranlar, intizarlar, sözler yorgun.

Bütün şiirler, şarkılar, kıssalar yaşamaktan yorulduğumuz yerde buluyor ruhumuzdaki karşılığını. Yorulduğumuz yerde yıkılıyor hayatın camdan kuleleri. Yorulduğumuz yerde dökülmeye başlıyor ellerimiz, yüzümüz toprağa.

Ne yorgun inliyor sahilde sesin!

Ruhunun hicranı akşamla eş mi?

(Ahmet Hamdi Tanpınar)

Yorgunsun, kalkmıyor elin kolun uzanmak için hayata. Ağzına kan tadı geliyor konuşmaya kalkışsan. Saksıda solmayı bekleyen menekşe, dalında rüzgârı bekleyen yaprak gibisin. Okyanusu ararken kaybolmuş bir ırmağın durgunluğu sözlerinde. Damarlarındaki kanla yarışan doru atlar gibi koşamıyorsun kıyısında denizlerin, dolaşıyor ayakların birbirine. Dünyaya ait sevinçler, ümitler merhem olmuyor bastırdığın hiç bir yaraya. Kendinden dahi sıkılıyor, kendine gelmek istemiyorsun. Ruhun yorgun peronlarda dilsiz sızıları ağırlamaktan.

Aynadaki yüzüne her baktığında gördüğün bin yıllık yorgunluk. Asırlar evvel terk edilmiş bir evin, çiçek ölüleriyle dolu bir bahçenin sessizliği üzerinde. Bir bıkkınlık denizinde sağırsın bütün seslere. Acı suyla dolu iki dipsiz kuyu gözlerin, karanlık damlıyor kirpiklerinden. Durup durup kendini kendine uğurluyorsun, kendini hiçliğe. Derinleşiyor çizgilerin gölgesi gözlerinin altında, alnında. Parmaklarının farkı yok kuru bir ağaç dalından. Yorgunsun sahipsiz bir kıyıda sessiz ilahiler mırıldanmaktan. Yorgunsun çıkmayan rüyalarda titreyen kalbine rastlamaktan.