hüseyn kaya
Gerek Türk gerek dünya edebiyatında öteden beri sanatçı yahut şair duruşu toplumun genel yapısından farklı, sıra dışı birtakım tavırlar bütünlüğünde algılana gelir. Mezkur duruş bir genelleme olmasa da halen sanatkar yahut şair kimliği telaffuz edildiğinde muhakkak zihinlerde alışılmış karşılığını bulur.
İslamlaşmış toplumlarda ve Batılılaşma dönemine kadar olan Türk edebiyatında ve “şair” çoğunlukla hikmet, hakikat avcısı, onur sahibi bir bilgedir. Öyle ki devlet yöneticileri dahi şairliğe heveslenir ve şairlere özel bir değer verir. Sultanlar halktan ziyade şairlerin dilinden duymak ister kendi meziyetlerini. Bu durum kimi şairlerde sarayla barışık kalabilmek adına kişilik zafiyetine yol açsa da hakiki şair daima hakikatten ve katıksız şiirden yana sergiler tavrını.
Batılılaşma süreciyle beraber toplumsal olayların merkezine daha çok yerleşen ve kısmi bir kırılmaya uğrayan şair kimliği, kişiliği Milli mücadele yıllarında da bu vazifeyi üstlenmeye devam eder. Cumhuriyet döneminde değişen toplum ve yönetim anlayışıyla beraber asıl ve büyük kırılmaya maruz kalan şair kimliği neredeyse tüm olumlu vasıflarına veda eder. Rahat düşkünü, hercai, menfaatten yana ve mücadeleden uzak şair tavrı bu dönem şiirine mührünü vurur.
Makam, rütbe ve şöhretin cazibesine kendini kaptıran pek çok bu dönem şairi; artık hikmet, hakikat, sonsuzluk, ilahi aşk gibi arayışların ötesinde günübirlik yaşayan ve arzularının peşinden sürüklenen, ilhamın kapısına yalnızca çıkarlar adına uğrayan, kalemini yalnızca menfaatleri için kullanan hercai bir asalağa dönüşür. Bu dönemde şair sayılabilmenin, belli kapıları açabilmenin en kolay yolu “haklı haksız” demeden “eskiye sövmek ve yeniyi övmek”ten geçer. Dönemin tüm olumsuzluklarına rağmen kişiliğinden, şair şuurundan, doğru bildiği davasından vaz geçmeyen, şiirin ve insanlığın yüz akı az sayıda isim de vardır muhakkak.
Toplumların büyük sarsıntılar geçirdiği bulanık dönemlerde, dışlanmaya, “öteki” ilan edilmeye, sürgüne, mahpusa maruz bırakılmalarına rağmen daima “hakikatin sesi”olan ve eğilip bükülmeyen şairler her millettin zihninde ebediyen yaşar.
Mehmet Akif, bu
manada son dönem edebiyatımızda emsaline az rastlanan bir kişiliğin, tavrın
sahibidir.
Kişiliğini ve hakiki kimliğini, sahte bir şair kimliği ile takas etmeyecek kadar hak ve hakikat taraftarı olan Mehmet Akif’i millet hafızasında yücelten değer şüphesiz onun yalnızca İstiklal Marşı şairi oluşula izah edilemez. Onu bize sevdiren, benzerlerinden farklı kılan, onun Safahat’ını hepimiz için başucu kitabı yapan, onun kelimeleri, mısraları değil “bizden” olan “bize” tarafıdır. Hepimizin ortak vicdanı, hislenişi ve seslenişidir Mehmet Akif biraz da.
Mehmet Akif yegane çabasının şiir ve şairlik yönünde olmadığını Sahafat’ın ilk sayfalarında söylemek çekinmez:
“Bir yığın söz ki, samîmiyeti ancak hüneri;
Ne tasannu’ bilirim, çünkü, ne san’atkârım.
Şi’r için “göz yaşı” derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!”
Onun için asıl hüner samimiyettir, acziyetini anlayabilmektir. Ne divan şairleri kadar kendisini, şiirini övmeyi hazzeder Akif ne de günümüz şairleri gibi övülmek, medhedilmek ister. Onun şiiri doğrudan doğruya hayatından damıtılmış bir çilenin özetidir aslında:
“Safahât’ımda, evet, şi’r arayan hiç bulamaz,
Yalınız, bir yeri hakkında: “Hazin işte bu!” der.
-Küfe? Yok. Kahve? Hayır. Hasta? Değil. Hangisi ya?
-Üç buçuk nazma gömülmüş, koca bir ömr-i heder?”
Pek çok şiirinde; sanat, edebiyat kaygısı gütmediğini ifade eden şair, şiiri yüceltmez, putlaştırmaz ve yalnızca bir araç olarak görür hakikati dile getirebilmek adına.
“İnan ki, her ne demişsem, görüp de söylemişim
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!”
Akif’in şiir anlayışı, Şuara suresinin ikazını kendisine düstur eden bir zemin üzerine kuruludur ve o, bu düstur dışında şiir adına hiçbir ölçüyü kabul etmez. Mehmet Akif, Sebilürreşat dergisinde “Millete Musibet Şairler” başlığı ile kaleme aldığı yazısında; “dilini maymuncuk gibi kullanan”, “bir kafiyeye bin hakikati kurban eden” şairleri “serseri”, onlara iltifat edenleri de “kopuk” olarak vasıflandırmaktan çekinmez.
Şiir ve edebiyatın sınırları Mehmet Akif ‘e göre İslamın kabul edebildiği ölçüde ve ahlak, millet menfaatine icra edilmelidir. Edebiyatı, milletin ruhu olarak nitelendiren Mehmet Akif çok yakından aşinası olduğumuz “şair kokuşması”nı “toplumdaki bozulmanın göstergesi olarak algılar : “Allah korkusu namına kalbinde hiçbir şey taşımayan; zulme, haksızlığa karşı bütün samimiyetiyle karşı çıkmayan şairler, hangi toplumda çok miktarda varsa, Allah o topluluğun belasını vermiş demektir.”
Sezai Karakoç’a göre Mehmet Akif: “toplumun var veya yok olma savaşını şairliğinden önde tutmuş”tur ve onun şiiri “batmakta olan bir toplumu kurtarmanın çığlığı, sesi, öfkesi, yalvarışı ve direnişi”dir. Mehmet Akif’i milletin gönlünde yaşatan, Safahat’ı yücelten ve ölümsüzleştiren en büyük etken şüphesiz onun samimiyeti, çığlığı, sesi öfekesi, yalvarışı ve direnişidir; şiir, şöhret adına hakikat çizgisinden dönmeyişidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder