18 Ağustos 2020 Salı

söz bahçesi

hüseyn kaya

 

Her şey bir kelimeyle başladı, öncesi büyük sessizlik...

Duyduk ve var olduk, duyduk ve inandık inanmamız istenen her şeye.

Hikâyemizin, yalnızlığımızın, ayrılığımızın sebebi de onlar; hüznün, gözyaşının, tebessümün zaman zaman gelip otağını içimize kurmasının da… Yeryüzünde hiç bitmeyen acemiliğimizin sebebi de onlar hiç geçmeyen yorgunluğumuzun da.

Telaffuz ettiğimiz ilk kelimeyle ineriz yeryüzüne, ilk kelimeyle aralanır kapısı dünyanın. İlk kelimenin ardından kopar ve düşeriz ait olduğumuz yerden. ilk kelimeden sonra başlar özlemler, gözyaşları.

Kimileri; hayat, der içimizde gitgide ağırlaşan bu yüke, kimileri dünya. Oysa gittikçe ağırlaşan yükümüz yalnızca onlardır bu dünyada. Zihnimizde yeşerse de kökü kalbimizde yürür, büyür bütün kelimelerin.

Yolcusudur harfler kelimelerin ve kelimeler cümlelerin. Yolcusudur kelimeler, cümleler kalplerin, zihinlerin. Harfler kelimelerin duasıdır, kelimeler cümlelerin.

Sabah kelimelerle getirir aydınlığını başucumuza, akşam kelimelerle yayar yeryüzüne siyah saçlarını. Aylar, mevsimler kelimelerle kol kola gelir geçer kalbimizin üzerinden.

***

“Baharı koklayarak girelim kelimeler ülkesine.”

(Sezai Karakoç)

Tıpkı harfler gibi kelimeler de bizlere benzer. Onların da suskunu, konuşkanı, yaşlısı genci, zengini, fakiri vardır. Kimi kandırmaya meyyaldir, kimi içten pazarlıklıdır, kimini nereye isterseniz oraya çeker götürürsünüz öylesine saftır.

Göklere ya da karanlığa açılan bir pencere, ufka açılan kapı gibidir bazı kelimeler onların gösterdiğinden başkasına kör, onların fısıldadığından başkasına sağır olursunuz.

Biz mi açarız onca pencereyi, kapıyı duvarlarımıza yoksa kendileri mi beliriverir önümüzde bilemeyiz, biz mi rengini veririz kelimelere yoksa onlar mı renklendirir bahçemizi meçhuldür çoğu zaman.

***

"ey hep bir kelime arayan kalbim

sonra arayan tekrar arayan kalbim"”

(Erdem Bayazıt)

Kelimeler ararız durmadan bir şeyleri hatırlayabilmek, anlatabilmek için. Kelimeleri sobeler ve kelimelere sobeleniriz karanlık ormanlarda. Şarkılara, şiirlere, hikâyelere çağırırız onları; oysa her kelime yankısı içimizi titreten bir şiirdir, şarkıdır, hikâyedir başlı başına.

En beklenmedik vakitlerde gelir, dilimize kıymık gibi saplanırlar. Ya bir çiçeği soldururlar ya bir yarayı kanatırlar. Tuz ırmağı gibi akıp giderler kalbimizin üzerinden.

Bizler konuştuğumuzu, yazdığımızı sanırız oysa onlar bir türlü netleştiremediğimiz suretleriyle köşekapmaca oynuyorlardır zihnimizde, kalbimizde. Düşündüğümüzü sanırız oysa onlar bizim bilmediğimiz bir yolculuğa çıkmışlardır içimizde bilmediğimiz diyarlara doğru. Bazen uzaktan gemilerle geçerler de duymazlar sesimizi, dönüp bakmazlar el sallayışımıza, uğramazlar ıssız adamıza. Çağırırız gelmezler, göndermek isteriz gitmezler. Bazıları rüyalarımıza kadar takip eder bizi. Nereden geldiklerini, nereye gideceklerini bilemeyiz tıpkı ne zaman geleceklerini bilmediğimiz gibi.

Şairin, yazarın oyuncağı sanırız kelimeleri oysa onlar en değerli oyuncağıdır bütün kelimelerin. Kelimeler onlara tutunur, onlar kelimelere ve öylece dolaşırlar sarp kayalıklarında ilhamın.

Âlimler sendelediklerine hikmetin, hakikatin kıldan ince kılıçtan keskin köprüsünde, kelimelerin himmetiyle yürür geçerler karşı kıyıya.

Kimileri için ekmek kapısı olsa da yeryüzünün en faydasız uğraşlarından birisidir kelimeleri sınıflandırma çabası zira hiçbirini bulamazsınız bıraktığınız yerde. Yaramaz, huysuz çocuklar gibidir kelimeler ne avuca sığar, ne ele.

Herkesin aynasında başka bir resme, hakikate dönüşür kelimeler. Gökyüzündeki bulutlar, sahildeki dalgalar gibi durmadan şekilden şekle girerler lakin yine de kifayetsiz kalırlar çoğu zaman hâle tercüman olmaya.

Bir kelime sevdirmeye yeter bazı insanları, bazı şiirleri. Bir kelime küstürebilir bizi birilerine. İçinde geçen bir kelime yüzünden bir türkü ateş olur düşer içimize. Bir kelime yüzünden bir şiir çatlatır şairin kalbini geceler boyu… Belki bir kelime yüzünden başlayan, biten savaşlar da vardır yeryüzünde.

Karanlığa götüren de bir kelimedir cümlemizi aydınlığa götüren de.

***

“Kelimeler ve fikirler dünyayı değiştirebilecek güce sahiptir.”

(Ölü Ozanlar Derneği’nden)

 Yaprağa benzer bazı kelimeler, sararır ve düşer serin rüzgârlarla gözlerimizin önünde terk eder bütün manasını, boşunadır öyle kelimelerin ardından koşmak, onları tekrar düştüğü dalın ucuna yapıştırmaya çalışmak. Aylar sonra bir başka yaprak yeşerse aynı yerden, düşen o yaprağın yeri sonsuza kadar boş kalır. Kalbinizde bir ize, gözlerinizde fersizliğe dönüşür bu türden kelimelerin bıraktığı boşluklar.

Yağmur gibi ansızın pencerenizi tıklatan yahut yol ortasında sizi sırılsıklam bırakan kelimeler de vardır, renkli kelebekler gibi peşine takılıp dere tepe aştığınız kelimeler de. Hayal gibi, umut gibi görünüp görünüp kaybolanı yahut vehim gibi aslında olmayan ancak sizi varlığına çağıranı da vardır kelimelerin.

Bir de söz avcılarından yalnızca hikâyelerini dinlediğimiz lakin asla görmediğimiz duymadığımız kelimeler vardır, kimi kaf dağının ardında yedi yılda bir açar, kimi okyanusların ıssız derinliklerinde yaşar.

Kelimeler, bazen her şeyin müsebbibidir bazen hiçliğin sessiz karanlığı.

Rengini kalbimizden, kanımızdan alan tuğlalardır bazıları. Nerede, hangi şehirde yaşıyorsak yaşayalım o tuğlalarla inşa edilmiş kalenin duvarlarıyla sınırlıdır dünyamız.

Yazgımıza serpiştirilmiş kelimeler en zor en uzun kelimelerdir. Dilimiz kâh döner kâh dönmez onları telaffuza, harf harf, hece hece durmadan okuturlar kendilerini. Rastladığımız tüm kitaplarda mahzun ve sahipsizdir bu kelimeler, yuvasını kaybetmiş kuşlar gibi uçuşurlar satır aralarında. Lügatler gereksiz, kocaman kağıt yığınlarına dönüşür bu kelimelerin karşısında.

 Görmeyenin ışığı, hastanın hekimi, bebeklerin, dilsizlerin kirlenmemiş cennetidir kelimeler. Dikkatle dinlediğimizde uzak diyarların özlemini, bilinmeyen dünyaların esrarını duyarız her kelimenin uğuldayan boşluğunda çünkü kelimeleri hiçbiri dünyaya ait değildir aslında. Harfler onları var etmek için bulunmuş şekiller değildir, harfler yalnızca terzisi ve cümleler elbisesidir onların.

***

“Kelimeler var seni anlatamadığım içinde deniz gibi boğulduğum”

(Behçet Necatigil)

Tıpkı harflere benzediğimiz gibi yeryüzüne serpiştirilmiş kelimelere de benzeriz biraz yahut içimizde taşıdığımız, içimize taşıdığımız kelimeler bizi benzetir kendilerine. Sesteş kelimeler gibi suretlerimiz aynı olsa da her birimizin mana aynasında başka başkadır yüzü. Tıpkı kelimeler gibi bir manasını ararız suretimizin, sesimizin ömür boyu. Ömrümüzü verir o manayı satın almaya çalışırız dünya pazarında.

Bir ömür kelimeleri taşırız içimizde, bir ömür kelimelere taşırız içimizi. Sözden bir bahçedir giderken bıraktığımız dünya çölünde. Hepsi budur dünyanın, hepsi bu kadardır hayatın.

aralık, 2013

duru bir ırmağın şarkısı: mehmet aycı'nın denemeciliği

hüseyn kaya

Bütün edebi türler kendilerine çizilen sınırları zorluyor günümüzde ancak bir edebi tür var ki Türk edebiyatında hiçbir zaman tam olarak sınırları belirlenemedi. Deneme türünden bahsediyorum kuşkusuz. Şairin doğmamış şiirlerini gömdüğü derin kuyu, öykücünün peşinden gidemediği cümleleri biriktirerek okura sunduğu define haritası. Ressamın renklere sığdıramadığı hakikat… Deneme, yazarına öylesine geniş bir hareket alanı sunuyor ki bütün ehli kalemin yolu az ya da çok uğruyor bu semte. Felsefeciler de deneme yazıyor, ressamlar da. Politikacılar da deneme yazıyor ses sanatçıları da. Zira yazdığı denemenin kurallarını, sınırlarını yine yazan kişi belirliyor çoğu zaman.

Kim tarafından ne amaçla kaleme alınmış olursa olsun yazarını doğrudan doğruya ele veren bir tür deneme. Bu tür saklamaya ve saklanmaya müsait değil sözcüklerin ardına. Neredeyse her yazarın parmak izini denemelerinden tespit etmek, kapısı kilitli kırkıncı odasına denemelerinin penceresinden girmek mümkün. Anılar, hayaller, ümitler, pişmanlıklar, inancın ve hayatın rengi, yazarın yazdığı diğer bütün türlerin ipuçları; denemelerde libas giyer, ete kemiğe, sözcüğe, cümleye bürünür. Herkes deneme yazabilir elbette lakin deneme en çok şuaranın kalemine yakışır.

Mehmet Aycı son dönem edebiyatımızda önce şiirleriyle sonra denemeleriyle dikkatleri üzerine çekmeyi başarabilmiş bir isim. Şimdilik yirmiye yakın şiir kitabı ve on da deneme kitabı var. İnceleme, derleme, portre ve antoloji çalışmaları kitapları da mevcut kendisinin. Ülkenin tüm dergilerine yetecek kadar söz hazinesi taşıyor kalbinin, zihninin heybesinde.

Aycı’nın üretkenliğini yadırgamamak gerek zira o yaşamın kenarına edebiyatı, yazmayı iliştiren birisi değil aksine yazmanın kenarına yaşamayı iliştiriyor. Bilhassa denemelerinde işlediği konular yazarın iç dünyasının en net çekilmiş fotoğrafları aslında.

Serkisof Ahbabım Olur adlı kitabı, onun deneme türündeki ilk eseri. Tamamı tren temalı yazılardan oluşan kitap aslında içeriği yönüyle edebiyatımızda belki de dünya edebiyatında ilkler arasında sayılmayı hak ediyor. Tematik bir deneme kitabı oluşturmak aslında hayli zor bir uğraş. Denemenin sınırsızlığı içine yazarın bile isteye girdiği dar bir çember ve bu çemberde aynı sözcüklere, cümlelere basmadan yürüme çabası.  Aslında yazarın kendisini “deneme” ile denemesi bu tavır.  

Ya birikimle yazılır deneme ya da biriktire biriktire, usul usul. Serkisof Ahbabım Olur; hani evinin bir köşesini obje müzesi yapıp misafir geldiğinde onlara bu birikimle ilgili sunum yapanlar gibi yazarın; zihninin, hayatının bir köşesinde trene, demiryoluna dair biriktirdiklerinin bir kısmını sunması bizlere ve cimrilik etmeden paylaşması bizlerle. Okurken, yazarken, dolaşırken, dinlerken, izlerken hülasa yaşarken trene dair ne varsa yazarın dünyasında biriken, bu kitaptan izini sürmek mümkün. Sunum yapandan, anlatıcıdan dinleyene bulaşan bir heyecan, küçük tebessümler saklı cümlelerde. Tren gibi küçücük odalardan oluşan bir dünyada keşfedilen zenginlikler, istasyon gibi sınırlı bir mekandan raylara tutunup uzaklara giden, uzaklardan gelen çağrışımlarla yüklü bir anlatımın türküsü yazarın ilk deneme kitabı.

Mürekkep Ten adlı kitabında Aycı,  kitabın adından başlayarak sözcük seçimlerinden ifade tarzına kadar titiz bir söyleyişe yöneliyor. Kitabın  ilk yazısı aslında biraz dibace niteliğinde. “Bundan Bir Yazı Çıkar” başlığı, yazarın gündelik hayatında zihninin hep yazıyla meşgul olduğunun göstergesi. Kitapta türkü, şarkı isimlerinin yer yer metinlere başlık olması, yazarın;  dilin işleyen ve ışıldayan tarafında bulunduğunun da iması gibi. Trenlerden ve tren çağrışımlarından büsbütün kopması biraz da mesleğinin gereği mümkün değil Aycı’nın. Şehirleri, kitapları, kedileri, oyuncakları anlatırken “Rayların En İçli Şarkısını” nakşetmeyi unutmuyor satırlara ve istasyonları asla geçmiyor. Kitabın sonunda yer alan kaynakça bölümü ise denemelerde pek alışık olmadığımız bir hassasiyetin göstergesi.  

Okuyanlar bilmese de yazanlar bilir, yazar bir metni keyif alarak yazmışsa, yazıya biraz oyun katmışsa mutlaka bu his okura da geçer ve keyifle heyecanla yazılan yazılar, benzer bir heyecanla, keyifle okunur. Aycı’nın denemelerinde böyle bir dil kullanımının ve anlayışın izlerini görmek mümkün.

Tıpkı Mürekkep Ten adlı kitabında “Bundan Bir Yazı Çıkar” başlıklı yazısında olduğu gibi yazarın Zehirli Ağaçlar Albümü adlı deneme kitabında yer alan “Yazıya Dair” başlıklı denemesinde de Aycı yazı kavramını; günlük dildeki, kültürdeki kullanımlarından hareketle kendi zihninden okur dünyasına taşımayı başarıyor. Rakamlar, mevsimler, günler, gökyüzü gibi kendisini yazdıran konularla denemenin kendisi için bir heves olmadığını okura hissettiriyor.

İlk üç deneme kitabıyla Mehmet Aycı, “deneme”nin kendisi için serazat kalem oynatılan bir türden ziyade, dünyasından dünyaya açılan bir pencere olduğunu işaret ediyor ve sonraki deneme kitaplarında tema evrenini uçsuz bucaksız bir gökyüzüne açıyor. Peş peşe yayımladığı Kahvede Kürt Var mı?Bunların Hepsini Okudun mu?Şirazlı Bir Türk Dilber,   BibloSonrası ŞimendiferÇarşaftan Kol Atmak,Şehir Mektupları adlarını taşıyan kitaplarında, dokunduğu her konuyu muğlaklaştırmadan, anlamsızlığa ve konuşkanlığa sürüklenmeden ince bir işçilikle taşıyor satırlara; yaşamı yazılarıyla, yazılarını yaşamıyla yola diziyor ancak bunu yaparken okura malumat sunmaktan ve onu çağrışımlarla anlatımını süslemekten de uzak durmuyor.

Yaşamı ve yazdıkları arasında mesafeler yok Mehmet Aycı’nın. Belki de bu yüzden akla gelebilecek her konuda yazabilecek bir üslubu çoktan yakalamış görünüyor. Ne görse, ne okusa, ne işitse siniyor bahsettiği mevzuya. Bütün kestirme yolları, çıkmaz sokaklarını bilir gibi bir şehrin, Türkçenin ana caddelerinde, ara sokaklarında, tali yollarında kaybolmadan dolaşan bir kalem onunki. Kelimeler elinde bir oyun hamuru. Türkçe, kaleminin ucuyla desenlediği renkli bir Anadolu kilimi. Anlaşılır olmaktan çekinmiyor, bilakis anlaşılmak için yazıyor. Duru bir ırmak şırıltısı cümleleri. Nefesi tükenmiyor konuşurken, sesi kısılmıyor anlatırken. Tok sesli ancak bağırmıyor. Başladığı gibi bitiyor denemeleri, yığılmadan, ışığı azalmadan.

Aycı’nın denemelerini çağdaşı diğer deneme yazarlarının ürünlerinden ayıran şeylerin başında kuşkusuz içtenlik ve dildeki ustalığı geliyor. İçtenliğini mizacıyla dil hususundaki başarısını şair yanıyla açıklamak mümkün. Yalnızca şiire, denemeye katkı değil onun yazdıkları Türk diline, edebiyatına da katkı esasında.

Deneme aslında biraz da tanımlama; bir nesneyi, bir kavramı, olayı derinlemesine anlamlandırma çabasından ortaya çıkmış bir tür olarak düşünülebilir. Bu da deneme türüne biraz “yazarken bulunan” olma vasfını kazandırır. Yazar bir niyetle çıkar yola ve yolun kendisini nereye taşıyacağından habersiz keşfetmeye başlar, derlemeye, toplamaya, sıraya koymaya. Okurun daha evvel yanından geçtiği, hayatının bir döneminde mutlaka göz ucuyla baktığı veya her gün rastladığı nesneler, duygular deneme yazarının rehberliğinde ya hatırlanır ya fark edilerek değerli bir hale gelir. Aycı da  çoğumuzun farkına varmadığı yaşamın sıradan süslerinden, detaylarından yahut üzerine konuşulması, yazılması gereksizmiş gibi görünen nesnelerden bahsederken her şeyin her şeyle ilgisini kuruyor. Yer yer cümleler arasında hatta başlıklarda bizi selamlayan ironi ve mizah unsurları ise çoğu kez uzak okuru dahi kendisine çeken işaret taşları. Yazdığı konulara ve anlatım tarzına bakarak Mehmet Aycı’nın eserlerini denemenin sehli mümteni örnekleri olarak değerlendirmek uygun düşer kanaatindeyim. 

Kökleri Ahmet Haşim’e, Ahmet Rasim’e kadar uzanan, Ataç’la, Suut Kemal’le yeşeren bir bahçenin canlı renklerini taşıyor Aycı’nın cümleleri. Bu bakımdan onun kimi yazılarının; sohbet, fıkra türüne de meylettiği söylenebilir. Bu durum aslında günümüz deneme yazarlarının ve hatta yayınevlerinin çok da dikkate almadığı bir mesele.

Şiir yazamadığı için denemeye meyleden kalemlerden değil Aycı yahut şiiri kendine küstürerek, öyküden uzaklaşarak denemenin kapısında durmuş da değil. Şiirini azaltmadan yazıyor denemelerini, şiirden uzaklaşmadan, şiirini küstürmeden.

Onun denemeleri, dünyadaki yolculuğunu kayda geçirirken kaleme alınmış notlar gibi biraz da. Dünyaya, yaşama, eşyaya dair ferdi bir sözlük yazma gayreti belki de bütün çabası.  

hece dergisi, deneme özel sayısı

temmuz 2020

 

 


13 Ağustos 2020 Perşembe

hicret


hüseyn kaya

 

nasıl olsa bir daha yolun düşmez yoluma

nasıl olsa öldürür nasıl olsa bu kahır

ve düşmez nasıl olsa yüzün yüzüme daha

kalsın ağrım altında böyle benimle bu sır

 

sen hayat de ben ağu, araya koyduğuna

sen hayat de varımdan yoğumdan olduğuma

ey gönlüme sığıp da sığmayan hikâyeme

sen hayat de bu acı kıyıya vurduğuma

 

yağmalanmış ömrümün yasını tutuyorum

eşiğinde hicrete açık kapılarının

yalnız ve yabancıyım, üstelik üşüyorum

 

mor dağlara saldığın suskun menekşelerin

ve dağımda patlayan kızıl güllerin için

ve en çok senin için hep en çok senin için

ben seni ağlayarak gideceğim ülkemden

 

yitik düşler, ağustos 2001, sayı: 10


bir sevda bin ayrılık

hüseyn kaya

Her kalem yalnızca sahibinin aşkını yazdı.

Belki de bu yüzden tirenle istasyonun aşkı hep yazılacak kaldı.

Evet, bu da yazılası, okunası bir aşk hikâyesidir ve kıvrım kıvrım tiren yolları, akasyalar, çam ağaçları, dağların bağrından geçen karanlık tüneller suskun şahitleridir bu hikâyenin.

Dünyaya düştüğünden beri her gün bozkırda, dağların eteklerinde salına salına dolaşan yorgun bir rind ü şeydadır kara tiren. Yaz kış demez, gece gündüz demez dumanlı başında ağır sevdası, bir görünür bir kaybolur uzaklarda, uzayan yollarda.

Kurt kuş dahi bilir, yılan çıyan dahi tanır onu. Kays’ı Mecnun, Kerem’i kül eden, Ferhat’a dağlar deldiren karasevdanın zehrinden o da almıştır nasibini ağırlığınca.

***

Her kimse ki âşıktır işi ah ü figandır

(Fuzûlî)

En bahtiyar gönülleri bile ansızın bir hüzün çığı altında bırakan o yanık feryat sanki salınarak, nefes nefese gelen trenin değil de eski zamanlardan gelen bağrı yanık bir sevdazedenindir.

Aşikârdır, istese de saklayamaz, tren kendi renginde bir sevda ile düşkündür istasyona. Dertli başındaki dumanın, dilindeki âhın budur sebebi.

İstasyon ise dilsiz ve çaresiz bir maşuktur. Onun maşukluğunun hiçbir hali yer almaz masallarda, kitaplarda. Kurulduğu yerde, soğuk sıcak, yağmur çamur demeden ayrılıklarla hasretlerle geçirir ömrünü. Ayrılığı, beklemeyi, sabrı en iyi o bilir.

Her bahar komşu akasyaların, iğdelerin çiçekleriyle süsler kendini. Onlarca serçenin, sığırcığın şarkısını dinler sabah vakitlerinde akşam vakitlerinde fakat kendisinin dili dönmez hiçbir şarkıya. Yerinden doğrulamaz, uzak iklimlere, dağlara, ırmaklara gökyüzüne derdini söyleyemez.

Biraz gecikse trenin gelişi yolculardan çok o telaşlanır, bir soğukluk sarar taş duvarlarını. Gözleri yollara dökülür binbir endişe içinde.

Herkesten önce o hisseder tirenin yaklaştığını. Sevinçten, heyecandan çarpan mahcup kalbinin gümbürtüsünü, içindeki titreyişi saklamaya çalışır.  Trenin sesi çınlattığında duvarlarını, içi içine sığmaz olur, bir bayram sevincine dönüşür bekleyişi, hasreti…

Yorgun tren, istasyonun tam da kalbinin orta yerinde durur. Tren istasyonun camlarında kendini seyreder, istasyon trenin pencerelerinde kendini… Vuslatın hepsi üç beş dakikadan ibarettir. Gelirken getirdiği tüm sevinci, giderken ardından sürükleyerek götürür tiren. Ah etse de durmaz, duramaz… Demirden tekerlekleri çizer bağrını istasyonun. Hani bazen tirenin istasyondan ayrılmak istememesi, binbir naz ile zorla yola koyulması, her dem sırtında taşıdığı bu sevdanın ağırlığındandır biraz da.

Bağrında aşkın gül rengi ateşiyle tren gider, istasyon kalır…

İstasyon hep kalır, kalanlarla kalır. Yorgun gözlerle, fersiz ışığıyla öylece bekler olduğu yerde.

Durgunluğunun, suskunluğunun sebebini anlamaz insanlar.

Gurbet dönüşlerinde geride bırakılmış hasretlere, ayrılıklara rağmen istasyonlarda içimize çöken burukluklar, hüzünler belki biraz da bu imkânsız aşka, bu kara yazıya bir kez daha şahit olmanın çaresizliğindendir de bize sebepsizmiş gibi gelir.  Hissederiz lakin anlayamayız.

Mahşerde bile vuslatı olmayan bir muratsız sevdadır trenle istasyonunki; dağlara, çorak tarlalara, ırmak kıyılarına, akasya ağaçlarının gövdelerine yazılmıştır satır satır ve uzar gider kıvrım kıvrım uzayan rayların sırtında başka mevsimlere iklimlere doğru.  Bu yüzden içinde istasyon bulunan her şehir, içinden tren geçen her türkü biraz hüzün, biraz hasret, biraz çaresizlik kokar.

Eğer siz de içinde istasyon bulunan bir şehirde, kasabada yaşıyorsanız kimsenin yolcu beklemediği, uğurlamadığı bir vakitte uğrayın istasyonunuza. Serçeleri ürkütmeden, akasyalara selam vererek bir kıyısında oturun, o konuşamasa da sizinle siz ona ayrılıktan, hasretten, sevdadan yana türküler söyleyin, şiirler okuyun ve denize varmasa da yolunuzun sonu, rayların kıyısında yürüyün usul usul. Merak etmeyin hiçbir işinize geç kalmazsınız, çünkü zaman yavaş akar istasyonlarda.


hüseyin kaya ile sühan dergisi ve dergicilik üzerine söyleşi

konuşturan: beria erva eriş, semanur abidan dalkıran

S.A.D:   Cemal Süreyya  “Şairin hayatı şiire dahil”  diyor. Sühan da sizin hayatınızın bir parçası olduğunu düşünerek bize biraz Sühan’dan bahseder misiniz? Nerede, nasıl, ne zaman, kimlerle bu yolculuk için karar aldınız?

Dergi yayımlama hevesi tıpkı tiyatrocuların “sahne tozu yutmak” deyimi gibi hastalıktır, bulaşıcıdır biraz. Bir kez matbaa kokusuna, o heyecana şahit olmuşsanız o his ömür boyu bırakmaz peşini. Eski bir hastalık gibi avare kaldığınız her an hatırlatır kendisini. İki binli yılların başlarıydı. Öğrencilik yıllarımızda zaten dergi tecrübesi kazanmıştık.  Artık her birimiz maaşlı olduğumuza göre daha kaliteli ve maddi bakımdan sıkıntıya düşmeden bir dergi yayımlayabiliriz diye düşündük.  Türlü vesilelerle bir araya geldiğimiz okuyan yazan arkadaşlarla bu fikri geliştirdik ve neticede ortaya Sühan çıktı.

B.E.E:Sühan ismi Şeyh Galip Hüsnü Aşk’ına telmih mi? Bu ismi neden seçtiniz?

Eski edebiyatta sık sık zikredilen bir kelime sühan. Hatta sühan kasideleri, sühan redifli gazeller var. Dergi ismi aradığımız dönemde aklımıza gelen her kelimeyi not alıp paylaştık. Bir kış akşamı dergi kadrosunda da olan bir arkadaşla hem yürüyor hem de dergiye isim düşünüyor, konuşuyoruz. O sırada aklıma geldi, “sühan” olabilir mi, dedim. Kelimenin anlamını arkadaşların çoğu bilmiyordu.  Hem edebiyattaki karşılığını hem de Hüsn ü Aşk’taki yerini öğrenince arkadaşlar kabul etti bu ismi. Başlangıçta edebiyat çevresinden bu ismi “arkaik” bulanlar oldu ama zamanla dergimiz benimsendi ve isim kabul gördü. Hatta edebiyat çevresinden bazı kalemlerin teveccühünü dergimiz  daha ellerine ulaşmadan sırf ismi ile kazandı diyebilirim.

B.E.E: “Çıkarını düşünenlerin bir çoğu dergi çıkarır.”  Hüseyin Akın siz sühanı hangi çıkarı gözeterek çıkardınız.

Herkesin bir dergi çıkarma amacı vardır şüphesiz ve bir “çıkar” adına dergi çıkaran yüzlerce ehl-i kaleme şahitlik etmiştir edebiyat tarihimiz. Sühan’ı farklı kılan da zaten “edebiyat”tan başka bir amaç ve çıkar peşinde olmaması idi. Okuyan, yazan insanlar bu samimiyeti gördükleri için dergide desteklerini esirgemediler. “Benim”, “bizim” değil Türk edebiyatının dergisi olma endişesiyle yayınlandı Sühan.  En azından benim “çıkar” endişem olmadı. Dergiye omuz veren arkadaşlar arasında bu tür beklentileri olanlar varlığından ise son sayımızda haberdar oldum.

S.A.D: Özel sayılarınız çok ilginç geldi bize. Özellikle Yenge özel sayısı Şair, yazarlar ve dergi çıkaranlar için bu bağlamda eşleri bir engel midir? Kocaeli merkezli bir yayın olduğu için rahat olabilirsiniz.

Her derginin değilse bile Sühan gibi dergilerin ailelere getirdiği birtakım yükler mevcut. Dergici eşleri şayet edebiyata aşina değillerse sitem etmez, engel de olmaz ama çoğu zaman anlam veremez bu çabaya. Bizim anlayışımızla yayın yapan dergiler çoğu zaman evin küçük çocuğu gibidir. Yazı ve şiir, evet eşler için “kuma”dır biraz zira ömürden ömür isteyen, candan can isteyen bir yanı var yazmak fiilinin. Bu kanaat de yalnızca kendi yazı dünyam için geçerli.  Yazmayı eğlenceye yahut bir çeşit gelir kaynağına dönüştürenler için bu dediklerim geçerli olmayabilir.

B.E.E: Hazır özel sayılara girmişken 10 ve 11. Sayı kapanan dergilerin hikâyelerine ayrılmış. Bu, dergi çıkarmayı düşünenler için bir vazgeçişe neden olabileceğini hiç düşündünüz mü?

Dergi çıkarmayı düşünenleri değil, geçmişte dergi çıkaranları düşünerek hazırlandı o sayılar. Bir vefa sayısı idi her ikisi de. Aslında tek sayı ile o dosya kapanacaktı ama ilgi gördü, ikincisini de hazırladık ve bu Türkiye'de “ilk” olma niteliği taşıyan bir düşünce. Diğer sayılarımızda da olduğu gibi sonradan bu düşünceyi kullanan, tekrar eden yayınlar çıktı piyasaya. Hem de Sühan’dan hiç bahsetmeden yaptılar bu işi bazıları.  Sühan edebiyat tarihine notunu düştü bu sayılarla. Görmezden gelen yahut taklit edenler düşünsün hallerini.

Dergi çıkarma fikri öyle telkinle, konuşmayla, yahut akıl vermekle vazgeçilecek bir düşünce değil zannımca. Bir zihne dergi fikri düşmüşse dönüşü olmuyor onun, belki erteleniyor ama günün birinde mutlaka o dergi çıkıyor. İlk gençlik yıllarında çıkaramadığı dergiyi profesör olunca, vali olunca, belediye başkanı olunca çıkaran insanlar var bu ülkede.

S.A.D: 10 ve 11. Sayıları yayımlamadaki amacınız neydi?

Aslında az evvel verdim bu sorunun cevabını. Vefa sayısı idi. Belki dergi mezarlığında adı sanı bile bulunmayan merhumlar için bir taziye düşüncesi.  Hissî bir sayı idi ve yazılar da hisli idi. Geçmişte dergi çıkaran arkadaşlarımıza, emekleriniz boşa gitmedi, mesajı da vardı bu düşüncenin altında. Bu sayılar için geride kalan dergiler adına “bir rahmet okuma çabası”, “hayırlı yâd ediş” de diyebiliriz.

B.E.E:10. Sayınızdaki” Aşinaya Aşina Bigâneye Bigâneyiz!”   ve 11. sayı “Hitab-ı Aşkı Kim Anlar Kiminle Söyleşelim” başlıklarınızı oldukça manidar geldi bize. Bu bir sitem mi? 

Evet, sitem vardı biraz. Düşünün, Türkiye’nin değil dünyanın en farklı edebiyat dergisini çıkarıyorsunuz ve hatta dünyanın dört bir yanına dergiyi gönderiyorsunuz. Abartı değil bu Asya’dan Amerika’ya, Balkanlar’a, Avrupa’ya gidiyordu dergi.  Değil yayımlanmış, düşünülmemiş sayıları hazırlıyorsunuz ama kimi çevreler bu çabayı görmemek adına başını kuma sokuyor ve az evvel de dediğim gibi sizin sayılarınızdan ilham alarak çalışmalar yapıyorlar bir taraftan... Üstelik sizin çalışmalarınızı görmezden gelerek. Edebiyat camiasının maalesef böyle bir  tabakası da var. Ne diyelim, “aşinaya aşina, biganeye biganeyiz”. Halen...

S.A.D: Turan Karataş taşra dergisi hikâyesini ‘’Kabuk Bağlamayan Yara’’ olarak sundu. Sizce Sühan hala kanayan bir yara mı?

Sühan dergi olarak bir yara değil. Onurla ömür defterim arasında muhafaza ettiğim bir hoş hatıra... Bir baki sedâ. Yara, olan kısmı arkadaşlıklar, dostluklar bağlamında yaptığım hatalar ama acısı yok onun da. İnsan tarafımız bu.

B.E.E: Dergi hikâyelerinin anlatıldığı yazıların başlıkları da hayli ilginç:

-Rüzgârın Kırdığı Dal: Burak

-Palandöken Hep Karla Kaplı Kalacak

-Susku Sustu Susalı

-Kırkikindi: Sona Eren Her Türkü Yanıktır.

Dergicilik bir romantiklik mi?

Elbette romantik. Akıllıca bir izahı var mı beş yıl boyunca ek ders ücretlerini geri gelmeyeceğini bile bile dergiye yatırmamın? Akıllıca bir izahı var mı -9 dereceyi bulan arızalı bir çift göz ile sabahlara kadar dergi tasarımı, tashihi yapmanın?  Bayram günlerini, tatil günlerini hiçbir karşılık beklemeden birilerinin yazılarını tashih ile geçirmenin?..

Anadolu dergiciliği romantiktir. Mücadeleci ruh taşıyan dergiler dahi  “yel değirmenleri”ne karşı “merkez”e karşı yapılmış Don Kişotluktur.  Buralarda bir söz var “Oturduğun ahır sekisi, söylediğin İstanbul türküsü” derler.  Elbette İstanbul türküsü söylemeye çalışan dergiler de var. Allah hidayet versin...

S.A. D :Yahya kemal :

Bir bitmeyecek şevk verirken beste,

Bir tel kopar âhenk ebediyyen kesilir..diyor  Sühan'ın kapanması sizde  bu hissi uyandırdı mı?

Hayatımda bir boşluk oluştuğu doğrudur. Her hafta kapıma bir çanta dergi, kitap getiren postacının kapımızı unuttuğu doğrudur. Susmak bilmeyen telefonların artık bayramda, kandilde dahi tenhalaştığı da doğrudur. “Altın altına gider, bakır bakıra doğru”. Kurduğumuz dostluklar, tanışıklıklar olumsuzlukları unutturacak nitelikte. Ahenk kesilmedi ama değişti... Hakiki dostlar, dostluklar kaldı geriye, bu yeterli.

B.E.E: Sühan ismini bize verirken evladını evlatlık veren bir ebeveynin hüznünü duydunuz mu?

Kelimeler kimsenin değil Allah’ındır ve emanettir hepimize. Yazdıklarım dahil şahsım adına ne varsa âlemde miri malıdır. Kaynak dahi verilmeden kullanılabilir. Bilakis mutlu oldum. Fuzûlî’nin, bu ismi tercihine dair bir rivayet var biliyorsunuz. İki manalı bir kelime fuzuli... Sühan da öyle.  “Boş lakırtı” anlamı da var bu kelimenin. Ümidim güzel manası ile yayıncılığa devam etmeniz, lakin bizi de arada yad etmeniz. Bizi derken “Sühan”ı kastediyorum elbet.

S.A.D: Sorularımızı samimiyetle cevapladığınız için Mehmet Akif Ersoy Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi, Sühan dergisi adına sizlere teşekkür ederiz.

Dergi çıkardığım dönemlerde bile “yeni bir dergi” fikri beni hep heyecanlandırdı ve bu düşüncede olan arkadaşlarla gençlerle tecrübelerimi paylaşmaktan memnuniyet duydum. Her yeni dergi klasik söylemle yeni bir umut. Kim bilir aranızdan kimlerin dünyasında yeni kapılar aralanacak, kimlerin yıllar sonra bu hastalığı yeniden nüksedecek... Kimler bu dergiden aldığı heyecan ve şevkle edebiyat öğretmeni, şair, yazar olma sevdasına düşecek. Vefadarlığınız ve iyi niyetiniz için teşekkür ediyor, selamlarımı gönderiyorum. Güzel haberlerinizi, sayılarınızı ben de heyecanla bekliyorum.

mart 2016

8 Ağustos 2020 Cumartesi

akasya kokulu yalnızlıklar cenneti


 hüseyn kaya


Çocukluğunuz istasyonsuz bir şehirde ya da kasabada geçmişse; şüphesiz, telafisi mümkün olmayan bir ziyan içindesinizdir.

Ufuklarında gemilerin süzülmediği, vapur düdüklerinin bir rüyayı böler gibi gündelik telaşların ortasına ansızın düşmediği, yolların yılan gibi kıvrım kıvrım uzayıp inceldiğini asla göremeyeceğiniz bir iklimde uzağın ne olduğunu, ancak yorgun trenlerin, yolcuların mekânı istasyonlarda yaşar, istasyonlarda hissedersiniz. Orada trenler her daim birilerini ayırırken yerinden, yârinden; bir başkasını yârine, anasına yetiştirme telaşındadır. Trenlerin istasyonlarda yorgun yorgun solumaları acı acı inlemeleri biraz da taşıdıkları bu ağır hasretler, ayrılıklar yüzündendir.

Uğurlayacak bir yolcunuz olsun ya da olmasın, istasyona yolunuz düşmüşse bir tren vakti, çıktığınız gibi dönmeniz mümkün değildir evinize. Her tren sol yanınızdan bir ilmeğin ucunu usulca çözüp götürür sizden usulca uzak diyarlara, uzak hatıralara.

 

Albümlere Sığmayan Resimler

İstasyonu olmayan şehirlerin yalnızları daha yalnızdır, kimsesizleri daha kimsesiz.

Eğer bir gece vaktinde inmişseniz trenden ya da gece gelecek bir treni bekliyorsanız gitmek için, hep aynı manzara karşılar sizi istasyonlarda.

Bekleme salonlarının artık misafir sıfatını aşmış ancak ev sahipleriyle bir türlü yıldızı barışmayan zararsız ve kimsesiz sakinleri vardır gece trene bineceklerin ya da gece yoldan dönenlerin tanıdığı bildiği. Bekleme salonlarının en loş köşelerinde kıyamet kopsa uyanmayacak kadar derin uykularla sabahlar onlar, yorgunluktan mı uyurlar kasavetten mi bilinmez… Uyurken çoğunun yüzü bir bebeğin yüzü kadar mutlu ve huzurludur aslında.

***

hatırlar mısın narçiçeğini… son yazın yorgun kızı, ablam

(Cafer Turaç)

İstasyonların dış görünüşü, trenlerin vagonları, hareket saatleri ne kadar değişirse değişsin asla değişmeyen yolcular vardır bir de istasyonlarda. Tülbentli, pullu hindili, yaşmaklı mahcup kadınlar, ağzı dikilmiş telis torbalara, büyük çantalara dayanmış saçları iki yandan örülü küçük kızlar, ağzındaki yalancı memeyle dünyayı unutarak florsan lambalara bakan, analarının utançtan sevip havalara atamadığı, babalarının yanına yanaşıp da kucaklayamadığı talihsizliği daha o çağlarda başlayan körpecik bebekler… Yılın belli vakitlerinde, belli mevsimlerinde bir zamanlar benim de aralarına dâhil olma bahtiyarlığını yaşadığım değişmeyen yolcular… Kahrı, hasreti, çaresizliği çoktan kabullenmiş, bindiği numarasız vagonda koltuk beğenmeyen, daha iyisini aramayan, yâd, yabancı demeden, insan ayırmadan yanına oturanı dost bilen yorgun, mecalsiz, hep benzer kaderleri yaşayan ve belki de bu nedenle çabucak birbirine alışan, bir türlü içinden atamadığı yol hüznünü, ayrılığı hasreti hatırlamamak için sabahlara kadar bütün dertlerini hayatında ilk kez karşılaştığı insanlarla bölüşen yolcular. Ansızın başlayan dostluklar ansızın bitiverir yine bir ara istasyonda gece yarısı. İnenler dönüp bakmaz bile uzaklaştıkları trenin pencerelerine.

Yeni göreve başlamış memur, öğretmen, astsubay, uzman çavuş eşleri, anneleri, erkek kardeşleri… Ankara’dan Kars'a kadar her istasyonda mutlaka vardır bu türden bir yolcu. Ablamla birlikte defalarca Sarıkamış'a gittim, Sarıkamış’tan döndüm bu yolcuların da içinde bulunduğu trenlerde. Eski bir filmi seyreder gibi seyrederek geçtim defalarca omzunda lavaşla koltuklar arasında dolaşan, yumurta lavaş, ayran satan kavruk yüzlü insanları, yolcuların ellerindeki küçük bidonlara su doldurmak için başına üşüştükleri istasyon çeşmelerini.

Sevgili yeğenlerimin belki de bu gün hatırlayamadıkları çocukluk yılları; trenlerden dışarıyı seyrederek, peronlarda oyunlar oynayarak, bir bulup bir yitirdiği akraba, dede, dayı, amca ortamlarına alışma çabasıyla geçti en fazla. Tabii ablamın gençliği de.

Kim bilir başkaca kimler bıraktı yıllarını bu türden yolculuklara ve kimlerin gönlünde, dilinde duaya dönüştü aşrı aşrı memlekete kız vermesinler, türküsü.

Hayat hep benzer istasyonlarla uzanıyor ömrümüz içinde. Birimizin yaşadığını on yıl sonra bir başkası yaşıyor. Hep birbirimize öykünen kaderler çiziyoruz ömrümüze ya da yalnızca bir kader var da biz üzerinden geçiyoruz sıramız geldikçe. Şimdi benim yerimi, bizim yerimizi çoktan birileri almıştır tıpkı benim birilerinin yerini aldığım gibi önceden.

 

Saklı Hikâyem

Çocukluğum boyunca, büyüyünce ne olacaksın, diye soranlara bir kez bile demiryolcu olacağım, cevabını verememiş olmanın hüznünü neredeyse her istasyona gidişimde hissetsem de belli etmem yanımdakilere.

Evimizin istasyon yoluna yakın olduğundan sürekli işe giden demiryolculara rastlardım vakitli vakitsiz. Onların üniformalarına heveslenir bazen dönüp tekrar tekrar bakardım arkalarından. Üniforma, diyorum çünkü o zamanlar demiryolcu elbiseleri, tam anlamıyla bir üniforma idi. Şapkaları, polis ve subay şapkalarının neredeyse aynısı idi. Lacivert ceketlerinin iki yakasında duran kırmızı kadife üzerine takılan sarı metal yıldızlar, askerlerin apoletli omuzlarından daha güzeldi benim için.

Senelerce sırf ailem mutlu olsun diye, ışıltılı gözlerle doktor, polis, avukat, subay olacağım dediysem de soranlara; evet, aslında trenci olmaktı hayalim. Öyle tren şefi, kondüktör, istasyon şefi filan değil, küçücük bir istasyonda trenlere yeşil bayraklarla yol veren, çatısı kiremitli, pencereleri demirli, kalın duvarlı, önünde akasyalar olan bir lojmanda kendi halinde bir makasçı ya da benzerini ancak bu gün korsan filmlerinde define sandığı olarak görebileceğimiz ahşap büyükçe bir çanta içinde sefer tasını, gaz ocağını, fenerini, akşamın en geç saatlerinde yahut sabahın en er vakitlerinde istasyondan evine evinden istasyona taşıyan bir gardıfren olsam yeterdi bana.

Bir yük treninin son vagonunda; ayçiçeği tarlalarının, lahana, kavun tarlalarının kıyısından geçerken doğrulup bana bakan köylülere, tebessüm ederek el sallayacaktım tren kıvrılarak dağların ardında kayboluncaya kadar.

Olmadım, belki olamadım. Çocuklarımı parka markete götürmek yerine istasyona götürüşüm, belki biraz da bu yarım hayallerin izini bulma, hatırlama çabası galiba.

***

Kimi geceler vardır babalar uzakta eskir

(Tuğrul Tanyol)

Yolun yarısına doğru yaklaştığım şu senelerde geriye dönüp baktığımda siyah beyaz hatıralar üşüşüyor zihnime…

Oyun alanlarının, parkların ve hafta sonu tatillerinin bulunmadığı, bilgisayar oyunlarının ve rengârenk oyuncakların henüz icat edilmediği bir dünyada, bir erkek çocuğunun babasıyla geçirdiği vakitler hiç şüphesiz çok mühimdir, unutulmazdır hem baba, hem çocuk için. Hele bir de baba hep çalışıyor, sabahın ilk saatlerinde gün daha yeni ışıyorken atelye borusunun sesiyle evinden çıkıp akşam geç vakitlere kadar, çoğunlukla mesaiye kalıyor, hafta sonlarını yine iş yerinde geçiriyor ve senelik iznini yaz aylarına denk getirip tatilini de köyde tarla işleriyle bitiriyorsa, değil onunla vakit geçirmek aynı ortamda bulunmak, onun asık suratını seyretmek, azarını işitmek bile huzur vericidir, bilen bilir…

İlk sigaramı soğuk bir kış günü kaloriferi çalışmayan bir tren kompartımanında içtim. Sevdadan, kederden, dostsuzluktan değildi sigarayla tanışmam. Üstelik bu ilk sigarayı veren de yakan da, içmemi isteyen de babamdı.

Beş altı yaşlarımdaydım. Köyümüzden yaklaşık on kilometre uzaklıktaki istasyona yürüyerek gelmiştik babamla. Yorulmuştum, acıkmıştım, uykum fena bastırmıştı. Babamın uyumamam için bana sigara yakıp vermesi ve içmemi istemesi tüm uykumu dağıtmış, yorgunluğumu unutturmuştu. Bu durumdan keyiflenip de ikinci sigarayı istediğimde babam yaptığı hatanın farkına varmış ve bana fena kızmıştı; ama olsundu. Kızarken tebessüm de ettiğini görmüştüm ya…

İlk defa adam yerine konulduğumun farkındaydım zira yol boyu babam bana hikayeler anlattıydı, türküler söylediydi. Babamla galiba ilk kez istasyon yolunda birbirimize rastladık, göz göze geldik…

İstasyon; o istasyondu ve belki de Hasan Kalabalık istasyon müdürüydü, ama ben Özdemir Asaf, diyecek yaşta değildim daha.

***

Aynı sene bir de İstanbul'a tren yolculuğu yaptık babamla asker amcamı ziyaret için. Yolcusu olduğumuz kompartımanın üst bölümündeki bagaja babamın hazırladığı yatakta ömrümün en güzel uykusunu uyuduğumu bu gün dahi çocuksu bir tebessümle hatırlıyorum.

Denizi ilk kez o trenin kirli camlarından gördüm, seyrettim… Hüzün yerine sevinci yaşadığım tek tren yolculuğu belki de o oldu…

Kader Taşıyan Trenler

İstasyonlarda, trenlerde benden başka insanların da olduğunu fark ettiğim gün çocukluğumun süratle uzaklaştığım bir istasyondan bana el salladığını gördüm.

Hikâyesi bende saklı ilk çocukluk yalanımın mumu söndüğünde, Mavi trende Sivas yolunda karanlık tüneller içinde kaldım. Ne yakarsam yakayım o günden sonra eskisi kadar ışımadı bir daha dünya.

Başımda ne deli kavak yellerinin estiğini, Ankara garında peşinden koştuğum ama yetişemediğim trenden sonra fark ettim.

On dört günlük oğlum ve annesiyle yine bir trende Samsun'a giderken geride kalan yavaş yavaş kaybolan her istasyonun ömrüm olduğunu anladım. Anladım ki bazı trenler; aslında tünellerden, istasyonlardan geçmek için değil kaderlerimizden geçmek için dolaşıp durur raylar üzerinde ve trenlerin kimi keder, kimi kader taşır bir istasyondan diğerine.

***

Çocukluğunuz istasyonsuz bir şehirde ya da kasabada geçmişse; şüphesiz, telafisi mümkün olmayan bir ziyan içindesinizdir.

Ben çok şükür ziyanda olanlardan değilim.


çiçekten kapıları ömrümün

hüseyn kaya


Çalışkan sınıflar nasıl beklerse öğretmenlerini kapılar arkasında sessiz ve mahcup; öyle beklerler sahiplerini.

Kimi incecik zayıf bedenli, kimi alabildiğine iri cüsseli… Kiminin yüzünde çizgiler, solmuş renkleri, kimi olabildiğince gösterişli. Bir kısmı farkında ömrünün baharında olduğunun, öylesine sevinçli; fakat bazılarının size uzanırken titrer ihtiyar elleri.

Hepsinin de içlerinde aynı nur, bakışlarında aynı iki kelime; oku beni

***

Eğer okuyan biriyseniz, evinizde en çok huzur bulduğunuz köşe hiç şüphesiz kitaplarınızın bulunduğu odadadır. Kitaplığınıza yaklaştıkça kokusunu duydukça kitapların sizi onlardan yana çeken bir büyünün tesirine girer gibi olduğunuzu hissedersiniz. Bazen yeşillikler arasında bir ırmak kıyısı, bazen kimsenin size ulaşamayacağı ışıltılı, ıssız bir ada gibidir kitaplığınızın önü, orda hülyalara dalar, huzuru teneffüs eder, dünyayı ve hayatı geride bırakırsınız. Kötü rüyalarınızı anlatacağınız pınar başı orasıdır, Hıra orası.

Nedeni ve niçini olmaz kitaplığınızın önünde geçen dakikaların. Öylesine açtığınız bir kapının ardında önce; bir vakit arayıp da bulamadığınız bir kitaba rastlarsınız raflardan birinde, kitabı diğer kitapların arasından çıkarır, birkaç sayfasını çevirdikten sonra kolayca bulabileceğiniz bir yere, yine raf üzerine ancak kitapların arasına değil de önüne koyarsınız. Tam da kitapların önünde ne aradığınızı düşünmek ve kitaplığınızın önünden ayrılmak üzereyken, o büyü tekrar etkisini gösterir ve bu defa birkaç kitabın bulunması gerektiği yerde olmadığını fark edersiniz. İhtimal, önceleri yayınevi adına göre yerleştirdiğiniz ancak sonradan yazar adına göre tekrar düzenlemek zorunda kaldığınız kitaplardan bazılarıdır bunlar. Ardından yakın zaman önce aldığınız kitaplara yer aramaya başlarsınız. O kitap, bu kitap derken kaybedersiniz kendinizi kitaplığınızın önünde. Tam da ayrılmak, bu büyüyü üzerinizden atmak üzereyken bir başka kitap çıkıverir önünüze; ya ilk gençlik yıllarında altını çize çize okuduğunuz bir kitaptır bu ya da başka bir şehirde, tesadüfler neticesi ve cebinizdeki paranın çoğunu vererek almak zorunda kaldığınız bir kitap...  Böylesi anlarda her kitabın göğsünde bir kalp taşıdığını duyar gibi olursunuz.

   Uzandığınız, baktığınız, yerini değiştirdiğiniz her kitabın bir hikâyesi vardır, sayfalarını çevirmeye başladığınızda bir filmin ilk kareleri gibi farklı zamanları mekânları size ulaştıran, sizi o zamana, mekâna taşıyan. Kiminin hikâyesi onu satın aldığınız anda başlar, kiminin hikâyesi okumaya başladığınız günlerde... Hikâyesi özel olan kitaplarınızın rafı da ayrıdır muhakkak. Onlar her daim kitaplığınızın size doğru bir adım öne çıkmış olanlarıdır ve birinin yokluğunu, yerinin değiştiğini fark etmemeniz mümkün değildir.

     Kitaplığınızın önünde öylesine sizi ziyarete gelmiş bir misafirinizi ağırlamak zorundaysanız kitaplarınızı kıskanır, sakınırsınız onlardan. Gözünüz her an dostunuzun uzandığı, sayfalarını çevirdiği kitaplardadır, zira arasına notlar aldığınız, kendisiyle dertleştiğiniz, yılda birkaç kez okuma ihtiyacı hissettiğiniz mahrem kitaplarınız da vardır ötekilerden ayrı düşmesin diye saklayamadığınız.

     Başka şehirlere gitmek zorunda kaldığınızda burnunuzda tüter çoluk çocuğunuz gibi kitaplarınızın da kokusu.

     Anlamsız korkular, vesveseler musallat olur zihninize onlardan uzaktayken. Ya bir komşu, akraba çocuğu ödevini araştırmak için gelir ve darmadağın ederse kitaplarınızı ya da kitap kurdu bir arkadaşınız, yokluğunuzu fırsat bilir türlü bahanelerle dalar kitaplığınızın içine ve kimden alındığı meçhul, o meşhur kitap çalma fetvası ile birkaç kitabınızı kitaplığına taşımaya kalkışırsa…

Sizden başka kimsenin uğramasını istemediğiniz uzak ormanlarda kurulu bir mabet gibidir kitaplığınızın bulunduğu oda.

Kitaplarınızdan uzakta geçen her vakit nerede olursa olsun sizin için sürgüne döner de söyleyemezsiniz kimselere derdinizi.

Bir de mecburi ayrılıklar vardır, taşınmalar, tayinler arasında yaşanan… Çok kitabınız varsa ihtimal kiracısınızdır ve memur olma ihtimaliniz de yüksektir. Kahırla bakarsınız kitaplarınızın kolilerine… Hiçbir eşyanın çokluğu göze batmaz da; bu ne kadar kitap der, her diyen… Oysa onları başkalarına da taşıtmazsınız, yalnızca siz taşırsınız itina ile…

Her televizyonun, bilgisayarın, buzdolabının hasılı her eşyanın yeri vardır ve bellidir de en son kitapların yeri düşünülür yeni taşınılan evlerde.

Günlerce ışığı görmeden, bakışları bakışlarınıza değmeden, hatta nefes almadan öylece kalırlar karanlık kolilerde. Arada kalp atışlarını dinlemek için yanaşsanız kitap kolilerinin yanına utanır, mahcup olur uzaklaşırsınız.

Kimi bir kolinin kenarından uzatır başını, kimi daha taşınırken isyan etmiştir haline ve düşüvermiştir bir yerlere. Yaşlı ve sağlığı iyi olmayanlar iyiden iyiye hüzne bürünür böyle demlerde ve her göçten bir iz mutlaka kalır kitaplarınızın kalbinde.

***

Göğe açılan pencereler, denize açılan kapılar gibidir kapakları kitapların.

Umut da o kapının ardındadır, umutsuzluk da. Bir yüzünde ölümsüzlüğü bir yüzünde faniliği, faniliğinizi okursunuz onların.

Ölüm kapınızda kişner bir at olduğunda onca kitabın nic’olur ahvali, diye kara kara düşünürsünüz. Ya evlad ü iyal kitaplara ilgi duymaz, onların kadrini bilmezse… Sahaflardan aldığınız isme imzalı kitaplar boynunu büker gelir gözünüzün önüne, sonra sizin isminize imzalı kitapların ilk sayfaları… İşe giden babaların ardından bakan çocukların buğulu gözleri gibidir her birin bakışları.  Başınızı çevirip göz göze gelemezsiniz. Ölüm iki kere acı olur, bir şeyler düğümlenir ve kalır boğazınızda. Gözyaşı; bir çift mısra olur konar gönül pencerenize:                 

“Ya kitaplarım, ya şiir defterim?

Yanarım bakkal eline düşerse."

(Cahit Sıtkı Tarancı)

Belki de her kitabın iki kalbi vardır ve biri yalnız sahibi için çırpınır kapağının altında.

***

Kiminin yüzü buruş buruş, kiminin daracık raflarda bükülmüş beli. Yüzleri, hikâyeleri başka başka olsa da aynıdır kaderleri. Alınlarındaki kara yazıdan bihaber, hepsinin bakışlarında aynı iki kelime; oku beni


6 Ağustos 2020 Perşembe

defter

hüseyn kaya

 

Sayfaları nasıl doldurulmuş olursa olsun, her defter iki kapak arasına gizlenmiş bir dünyadır ve bitirilmiş bir defterin kapağını aralamak çoğu zaman yaşadığımız dünyadan farklı zamanlara, mekânlara doğru çıkılacak bir yolculuğa ilk adımı atmak gibidir. Sayfaları arasında bambaşka hayatların kokusunu saklasalar da kalemin sırtlarına yüklediği onca yüke rağmen bitmiş her defterin bakışlarında aynı mutluluk gizlidir zira her defter sayfalarının karardığı kadar sahibinin kalbinde yer tuttuğunu bilir.
Tanıştıktan sonra bir daha asla yokluğunu düşünemediğimiz kadim dostlar gibidir defterler. Anlatırız, dinlerler; paylaşırız, saklarlar ve tüm sayfaları dolduğunda kâğıttan bir dünya, bir hayat; artık bize ait bir parça olarak hayatlarını devam ettirirler. Defterlerimizin, yazılarımızın biçimi; bizi, hayat tarzımı ele verir ve tıpkı diğer dostlar gibi defterlerimiz de aynamızdır sayfalar boyunca kendi yüzümüzü, kalbimizin temizliğini seyrettiğimiz.

Kimi defterler yıllar önce yaptığımız hataları yüzümüze vurmaktan yahut yaşadığımız mutlulukları tekrar yaşatmaktan gizli bir sevinç duyarlar zira yalnız bunun için var olduklarına inanırlar. Kimileri kapı arasından bakıp uzaklaşan mahcup çocuklar, dokununca solan nazenin çiçekler gibidir, sahibiyle dahi paylaşmak istemez içinden geçenleri. Kuru gül yaprakları dökülür kiminin arasından, kiminin arasında saklıdır gözyaşları. Bazıları adak ağaçları gibi rüzgarın karın solduramadığı rengarenk umutlar yeşertir sürekli sayfalarında. Sahipleri gibi onların da hastalananı, ihtiyarlayanı hatta can çekişenleri vardır. Kimi bir sandık köşesinde unutulur yıllar yılı, kimi eski eşyalar arasında karanlık çatılarda, kimi küflü bodrumlarda… Kiminin okunmaktan yıpranır sayfaları, kimi muskalar gibi saklanır yastık altlarında.

Yalnızca günlükler, hatıra yahut şiir defterleri değil; öğrencilik yıllarında çantamızda taşımak zorunda kaldığımız kimi kareli kimi çizgili, bilmem kaç formalı, ön kapağında güzel resimler arka kapağında haftalık ders programı ve çarpım tablosu bulunan okul defterlerimize dahi kendimizden bir şeyler katmışızdır farkına varmadan. Kiminin kenarlarına çiçek, desen çizmişizdir, kiminin ilk sayfalarını güzel sözlerle, mısralarla doldurmuşuzdur. İlk günler temiz çamaşırlar gibi kokan kim bilir kaç temiz deftere zamanla evimizin, sınıfımızın, çantamızın kokusu sinmiştir. Kurşun kalemlerin, karalayan silgilerin birkaç ayda ihtiyarlattığı defterlerin, üzerindeki etikette isim yazmasa dahi, kıvrılan kenarlarından, gevşeyen dikiş, zımba yerlerinden ve eksik sayfalarından bilmişizdir kime ait olduğunu.

Eğer annenizin halen üzerine titrediği bir çeyiz sandığı varsa evinizde mutlaka o sandığın kuytu bir köşesinde babanızın gençlik, askerlik yıllarında tuttuğu küçücük bir defter saklıdır, içinde Karacaoğlan, Sümmani, Emrah, türküleri bulunan. Üzerinden yıllar geçse de soğumaz o mısraların, sağa yatık iri harfli yazıların sıcaklığı. Yalnızca türküler bulunmaz elbet babaların eski defterlerinde; zira defter aklın en emin limanıdır onlar için ve bu yüzden arandığında bulunamayan, kaybolan her defter kısmi bir hafıza kaybı yaşatır sahibine. Şayet bu türden bir defter keşfettinizse evinizin tenha bir köşesinde; otuz yıl önce mevsimin ilk karının ne zaman yağdığını,  kardeşinizin, sizin tam olarak hangi gün dünyaya geldiğini, annenizin kaç gün hastanede yattığını, babaannenizin, dedenizin hangi tarihte dünyadan göçtüğünü, yürümeye başladığınız yahut ilk kez oruç tuttuğunuz günü, garip ilaç isimlerini, beş haneli telefon numaralarını, alınan verilen borçların miktarını hâsılı ailenize ait tüm sevinçleri, hüzünleri bulabilirsiniz onun sayfalarında.

Gönüle, saatlere, takvimlere sığmayan sevdalar, hasretler, acılar için birkaç sayfa yeterlidir bazen. Bir ömrün sığdığı da olur bir deftere, bir günün sığdığı da. Hayatı başka bir dünyaya, başka bir dünyayı hayata taşır durur yazılan, okunan her cümle, her sayfa.

Ha masa üzerine sayfaları açık bırakılmış yarım bir defter ha uçmaktan yorgun düşen kanatlarını iki yana yaymış beyaz bir güvercin; ikisi de umut, sevda, hasret taşır kanatlarında. İkisinin de kanatları başka iklimlerin, uzak diyarların, zamanların kokusunu taşımaktan bitkin düşmüştür.

Bazı boş defterlerin sayfalarında dolaşmak ayak değmemiş bir adayı uzaktan seyretmek gibi huzur verir. Aydınlık gökyüzüne, kış günü vurmuş karlı dağlara benzer onların yüzü. Yıllarca boş kalır sayfaları ne yazacağınıza bir türlü karar veremezsiniz bu tür defterlere. Mürekkep tedirgindir, kalem sayfaları incitmekten çekinir yazmaya başladığınızda.

Dosta, arkadaşa verilecek en anlamlı hediyedir çoğu zaman boş bir defter.
Her kitap şüphesiz başlangıçta yalnızca boş bir defterden ibarettir. Boş sayfalar; yeni kapılar gibi açılır ebediyete ve kendisini yazanı, kanatlı masal atlarıyla bazen hayal denizinin kıyılarında koşturur bazen düşünce ırmağının akıntısında sürükler.
Eksik yanımızı, insan yanımızı, unutan, hatırlamak isteyen yanımızı defterlerle yamar, tamamlarız. Zihnimizin kalabalığını ya da gönlümüzün aydınlığını ancak sayfalar, defterler taşır. Bu ağırlık yüzündendir buruşan, yıpranan sayfaları defterlerin.
Dünyanın bittiği yerde bekler bizi defterlerin sayfaları.  Bütün yolların duvar diplerinde, uçurumlarda düğümlendiği yerde tüm aşina yüzlerin, zamanın ve mekânın dışına kalem anahtarıyla açılan efsunlu bir kapıdır o.

Yazdığımız hayat verdiğimiz, ruh üflediğimiz sayfalar kadar arzularız sonsuzluğu. Yalnızca defteriyle söyleşenler fark eder gökyüzünün yıldızdan kelimelerle bezenmiş, yeryüzünün çiçekten kelimelerle süslenmiş bir defter olduğunu.

Her defterin bir ömrü olduğu gibi her ömrün de bir defteri vardır ve yürüdükçe sayfalarını silinmez yazılarla doldururuz bu defterin. Aldığımız nefes kadar satır, yaşadığımız yıl kadar sayfa bırakırız ardımızda. Kimi; defterinin kenarına süsler çizer, resimler yapar, kimi; kuş yapar uçurur tertemiz sayfaları. Bazıları her sayfaya bir mektup yazar ve esen rüzgârlarla gönderir zamanın mekânın uzağına, bazıları; önündeki sayfadan sürekli gemiler yapar,  yüzdürür hayal denizinde. Yazarken farkında olmasak da yanlış kelimelerin, karalanmış satırların, kaybedilmiş sayfaların telafisi mümkün değildir zira temize çekilmez ömür defteri.

semerkand dergisi, temmuz 2011, sayı: 151


5 Ağustos 2020 Çarşamba

elimdeki dünya kolumdaki mutsuzluk

hüseyn kaya

Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner

(Ahmet Hamdi Tanpınar)

Onu kolunuza takıp da ilk ne zaman yürüdünüz yollarda?

İlk ne zaman elini tuttunuz?

Ya her şeyinizi ona emanet edip, sonra da onsuz yapamayacağınızı ne zaman fark ettiniz?

***

İlkokul birinci sınıfa yeni başlamıştım ve muhtemelen eylül ayıydı ilk kez bir çanta elime tutuşturulduğunda. İlk seferinde içinde ne olduğunu dahi bilmeden sıkı sıkıya kulpuna yapışarak sahiplendiğim çantamı tam üç yıl taşıdım evden okula, okuldan eve ve o çantanın ağırlığını değilse de resmini taşımaktayım halen hayal defterimde.

Otomatik kurşun kalemlerin en azından bizim memlekette henüz bilinmediği, silgi yerine zaman zaman ilaç şişelerinin lastik kapaklarının kullanılmaya yeltenildiği, bu gün çoğu zamane çocuklarına gençlerine mizah malzemesi olarak anlatılabilecek o değişik ve siyah beyaz dünyada ne büyük bir şanstı öyle renkli bir çantaya sahip olmak. Şanslı olduğumu ve çantanın ben yaşlardaki bir çocuk için ne derece önemli olduğunu biliyordum.

Sınıfıma, yaşıma göre oldukça büyük, turuncu ve koyu kırmızı renklerden oluşan iki kilitli çantamın, üç beş yıl kullanır fikriyle öyle boyumdan büyük alınmış olabileceğini düşündüğümde, çocukluk günlerim çoktan geride kalmış, çantam emekliye ayrılmıştı.

Her şeyden bir neticeye varmak niyetindeki vakti bol büyüklerin işi gücü bilhassa okul zamanı çocukların geleceğine dair kehanetlerde bulunmaktı ve çocuğun kalem hatta çanta tutuşundan dahi geleceğin karanlık sislerini aralayıp o çocuğun istikbali hakkında fikir yürütebiliyorlardı. Çantayı ters tutan bir çocuk kesinlikle tembeldi ve okumakta gözü yoktu. Tüm varlığının taşıdığı çantadan ibaret olduğunu bilen ve gerektiğinde iki eliyle onun kulpuna sıkı sıkı yapışan, altını suya çamura değdirmeyen, onu taşımayı ahenkli bir oyuna dönüştürmeyi başarabilen çocuklar ise gelecek vaat eden çocuklardı. Mahsus mu yaparlardı bilinmez; ama sırada duruşları, merdiven çıkışları, uzaktan onları görenlere mutlaka hep iyi şeyler söyletirdi. Onlar mutlaka adam olurlardı.

Naylon poşetlerin henüz piyasaya çıktığı ve yırtılıncaya kadar kullanıldığı o demlerde, okula çanta niyetine kullanılan poşetlerle gelen akranlarımız ise bu sınıflandırmadan muaf tutuldukları için en rahat çanta taşıyanlarımızdı.

Hele bir de kış aylarında, buz tutmuş yokuş aşağı bir yol görünce dayanamayıp çantasıyla kaymaya yeltenen tipler vardı ki büyükler nazarında bu çocuklar hepten kaybedilmiş sayılır öğrenciden bile sayılmazlardı.

Çocukluğunu benimle aynı zamanlarda yaşayan tüm akranlarım gibi mavi kaplı defterler ve kırmızı kaplı kitaplarla o çantaya kocaman bir dünya, bir hayat sığdırdım. Kaynamış yumurta, simit, peynir, zeytin ve somun kokuları ağırlığını en az hissettiğim yüklerimdi.

Dışı birbirine benzemese de çantalarımızın içinde hep aynı şeyleri taşıdık senelerce; boyanmış fasulyeler, ucuzundan bir sulu boya takımı, kullanılmaktan kısalmış farklı boylarda kalemlerden oluşan bir kuru boya takımı, gerektiğinde dayak yemek için öğretmene uzatılan tahta cetvel, abaküs, renkli olmasa da resimli incecik masal kitapları, Baki Kurtuluş’un ansiklopedileri, ilk sayfaları kaybolmuş sözlükler, yorgan iğnesiyle sayfaları dikilmiş atlaslar…

Sahip olamadığımız zaman zaman sırf bu yüzden kendimizi mahcup hissettiğimiz onca şeye rağmen zamane çocuklarından şanslıydık çünkü henüz beslenme çantası icat edilmemişti ve okula ikili sıra halinde girerken sırf yanımızdaki arkadaşımızın elinden tutmak için bir elimiz boşta kalıyordu.

***

Elbette, yalnız ben değildim çanta taşıyan. Öğrencilerden başka sünnetçilerin, doktorların, demiryolcuların,  müfettişlerin, bir de işini fazla önemsediği her halinden belli bazı öğretmenlerin ve memurların her daim yanlarında taşıdıkları çantalar vardı ki hepsinin mesleğini çantalarından tanımak ayırt etmek mümkündü.

Çoğunlukla çocukları korkutmak için alaycı bir ima ile her ortamda gösterilen sünnetçi çantaları, dik olarak üst tarafından açılabilen, alta doğru genişleyen tuhaf bir görünümde idi. Demiryolcularınki ise içinde sefer tası, gaz ocağı, fener gibi malzemelerin de sığabileceği bavula yakın biraz da bakımsız bir define sandığını anımsatan ahşap çantalardı. Müfettiş çantaları ise o dönemde ancak filmlerde görebildiğimiz çoğu şifreli bond tipi diye adlandırılan çantalar sınıfındaydı.

Meslek gereği taşınanlar dışındaki çantaların neredeyse birçoğu şaibeliydi ve genellikle ne iş yaptığı belli olmayan şüpheli şahıslar tarafından taşınırdı. Uzaktan göz ucuyla bu kişilerin gelip geçtiği saatlere dikkat eden, kaybolduğu sokakları izleyen birileri mutlaka olurdu.

***

İlkokulu iki çanta eskisiyle geride bırakarak ortaokula başladığımda artık yepyeni çantalar çıkmıştı piyasaya. Öğrenciliğim boyunca heveslendiğim; ama asla sahip olamadığım bond tipi şifreli çantalara hep iç çekerek baktım. Çantadan ziyade büyülü bir dünya gibiydi o şifrelerin altındaki görüntü benim için. Bilhassa hali vakti yerinde ailelerin biraz konu komşuya varlıklarını ima biraz da okula pek hevesi olmayan çocuklarını öğrenciliğe ısındırma niyetiyle aldıklarını düşündüğüm bu çantaları karşı kaldırımdan bile görür, taşıyan çocukların yüzlerindeki basit tebessümlerin aksine çantaların mutsuzluğunu her halükarda hissederdim.

Liseye başladığımda, üzerinde isimlerini dahi telaffuz edemediğimiz bir yığın popçunun, film oyuncusunun resimleri bulunan renkli klasörler, çantaların tahtını çoktan sallamaya başlamıştı. Yağmurda ve karda içindekileri korumakta yetersiz kaldığı gibi soğuk havalarda taşıması da ayrı bir eziyete dönüşen klasörleri, üzerlerindeki resimlerin de sorgusuz sualsiz her eve her okula rahatça girmesine vesile olduğu için sevemedim.

O zamanlar ancak matbaalarda yaptırılan, içine her ders için farklı bir defter formasının yerleştirildiği, mukavva kapaklı, kalın büyük defterler ise ne çantaya ne de klasöre ihtiyaç hissettiriyordu. Yalnız benim değil bir neslin elinden alınan çantanın yerine ilginç klasörler, ciltsiz kitaplar ve yalnız yarısı doldurulabilen kalın defterler tutuşturuldu birkaç sene içerisinde. Gerçi ilkokul öğrencilerinin sırtlarında ellerinde değişik, rengarenk ve bazıları tekerlekli çantalar, beslenme çantaları, resim çantaları, proje çantaları yine var fakat galiba bizim taşıdığımız dünya yok o çantaların içinde.

***

Yıllar sonra fark ettim ki değişik maksatlarla kullanılıyor olsalar da, çantalar; içlerindeki dünyalarla birlikte yalnız bizim değil annelerimizin, babalarımızın ellerinden de sıyrılmış ve bir yerlere kaldırılmış, bir yerlerde kaybolmuştu. Kulpları defalarca onarılan ve biraz pijama desenini andıran pazar çantaları; içine bırakılan veresiye defteriyle birlikte yollarda çocukların zaman zaman sürüyerek yürüdükleri, dibi ekmek kırıntıları ve kepekle dolu ekmek çantaları; yolculuğa çıkan konu komşuya akrabaya emanet edilen seyahat çantaları tüm renkleriyle birlikte dünyamızdan ayrılmıştı.

Eşya; medeniyettir ve eşyanın, kendisini kullanan hakkında çok sözü vardır zamana söyleyecek.

***

            Son zamanlarda yeniden ve çok sık görmeye başladım onu.

Başka başka kişilerin kollarında, ellerinde dolaşırken, bambaşka bir eda sezdim halinde.

Adeta çantasız kimse kalmasın düşüncesiyle piyasaya sürülmüş, her ihtiyaca yönelik ve türlü boyda üretilmiş çantaları masum ve iyi niyetli görmediğimden hep uzak durmaya çalışsam da kendimi onların cazibesinden kurtaramadım.

Herkes gibi gitgide kalabalıklaşan ceplerimi rahatlatmak ve lazım olanı aradığım vakit bulabilmek hevesiyle aldığım, her ortamda taşımaya müsait bir çantayla çıkıyorum dışarıya artık. Zira aklım dâhil, her şeyim ona emanet.

Küçük olmasına rağmen çantamın gitgide ağırlaştığının, yükümü hafifletirken kalbimi ağırlaştırdığının farkındayım. Bu halimle her geçen gün yavrusunu cebinde taşıyan kanguruya ya da evini sırtında taşıyan kaplumbağaya ne çok benzediğimin de farkındayım.

Telefon, kalem, çakı, mendil, bozuk para, çakmak, kimlik, kitap, defter… Ağırlık yapacak ne varsa bu dünyada hepsini taşıyorum çantamda. Yalnız huzura yer kalmıyor onun gözlerinde, bir de umuda. Bu eksiklikler yüzden olsa gerek çoğu zaman kendimi sokaklarda tembel öğrenciler gibi çantamı ters taşırken yakalıyorum.

Bazı yerlerde unuttuğum da oluyor onu, hatırlayıp almak için döndüğümde yüzünde hep o alaycı eda…


bahar şarkısı

hüseyn kaya

 

Hava birdenbire değişir, bulutları kendi aralarında garip bir telaş alır ve başınızı göğe kaldırdığınızda ansızın bir damla düşüverir göklerden yüzünüze, sonra bir damla elinize, bir damla daha… Yağmurun başladığını fark ettiğinizde artık çok geçtir. Sağa sola bakıp sığınacak bir yer arasanız da yakalanmışsınızdır bir kez yağmura. Şen ve oyun düşkünü küçücük bir kız çocuğu gibi siz kaçtıkça ondan, o habire kovalar sizi. Ya bu oyuna kendinizi kaptırır tamamen ıslanmayı göze alır ve şaşkın bakışlar arasında ıslanarak ve etrafa tebessümler dağıtarak ilerlersiniz yollarda ya da tüm işlerinizi unutup bir saçak altına sığınarak yağmurun sesiyle uzaklara dalarsınız dakikalarca.

***

Gökyüzünden değil de başka bir dünyadan düşüyor gibidir her bir yağmur damlası. Mağaza önlerinde, otobüs duraklarında onlarca insan birbiriyle konuşmadan, birbirinin yüzüne dahi bakmadan öylece bakakalır yollara, boşluğa. Yağmur yıkar götürür tüm gürültüleri, sesleri. Arabaların sesi azalır, etraftan yükselen müzik sesleri duyulmaz olur ve yalnız yağmur konuşur. O konuştukça rahmetle aydınlanır şehrin yüzü. Yüzlerce mısra üşüşür şairlerin kalbine, anneler çocuklarına şefkatle sarılır, toprak usulca kımıldar, ağaçların dallarına can yürür, serçeler bahar sarhoşluğuyla zikre hazırlanır çatı aralarında ve herkesin bildiği içinde yağmur geçen tekerlemeler usulca kalbinize kendini fısıldayarak akıp uzaklaşır zihninizden.

Yağmur dinip bulutlar dağılmaya yüz tuttuğunda sizden geriye küçük bir çocuk kalır ve yağmurun hediyesi rengarenk bir ebemkuşağı arar gözleriniz uzaklarda. Yağmur aslında en çok çocuklar için yağar ve en güzel çocuklar karşılar onu kapı önlerinde, pencere önlerinde. Vakit geceyse hisli ninnileri uzaklardan fısıldayan bir annedir yağmur.

***

Varsın bahçelerde rüzgâr gezinsin,

Yağmur ince ince toprağa sinsin

(Ahmet Hamdi Tanpınar)

Yazın da yağmuru vardır, güzün de ve her vakit yağan yağmurun güzelliği başka başkadır; fakat yağmurun kendi mevsimi bahardır. Öteki mevsimlerin beklenen ya da beklenmeden kapıyı vuran telaşlı misafiridir o.

Bahar geldiğinde dağ, taş, toprak, ağaç, kurt, kuş yüzünü göğe döner ve kutlu bir misafiri bekler gibi onu bekler. Bilirler ki o gelmeden bahar da gelmiş sayılmaz. Vakit gelip yağmurun eli toprağı okşadığında bahar; bayrama dönüşür, hasret; vuslata.

***

Nasıl ki güz; yaprak diliyle, kış; kar diliyle konuşur, bahar da yağmur diliyle selamlar yeryüzünü ve toprağa yağmurla söyler şarkısını. Yağmur; biraz hasretle, hüzünle; fakat en çok ümitle kendini bırakır toprağın bağrına. Sevinçten çığlık çığlığa toprağa düşen her yağmur damlasının ayrı bir sesi, ayrı bir hikayesi vardır ve her biri kendi hikayesinin duyulmasını ister. Dışarıda olmadığımız vakitlerde pencerelerimizi tıkırdatıp kaçan yağmur tanelerinin tek niyeti de budur aslında. Yağmurun hikayesi biraz da insanın hikayesidir ve ciğerlerimizi patlatırcasına içimize çekmekten huzur duyduğumuz yağmur kokusu; farkında olmasak da kendi kokumuzdur.

***

İyi ki bilmiyor kalabalıklar

Yağmura bakmayı cam arkasından

(Sezai Karakoç)

Yalnız toprağı değil düşlerimizi, hayallerimizi, çocukluğumuzu, insan yanımızı uyandırandır yağmur. Dünyada olduğumuzu, yalnızlığımızı onunla hatırlar; biraz da onu elimizde, yüzümüzde, gözlerimizde hissettikçe yaşadığımızın, rahmetten mahrum yaşayamayacağımızın farkına varırız.

Hiçbir yağmur üşütmez yalnızca içimizi titretir aslında.

Tıpkı yağmur duası gibi yağmurun da bir duası vardır yalnızca kendisini tanıyanların bildiği, duyduğu. Bu yüzden kadrini, kıymetini bilmeyenlere, duasını duymayanlara bazen küstüğü de olur yağmurun ve özletir kendini. Onun yüz çevirdiği, az uğradığı yahut uğramadığı baharlarda, şehirlerde hep bir şeyler yarım, eksik kalır; yürekler kasavetten daralır, çiçeklerin yüzünde durgunluk, ağaçların yapraklarında hüzün okunur. Suyu azalan ırmakların sinesinde balıklar endişeyle dolaşır ve nihayet kuşanılan çocuk safiyetiyle yağmur için yağmurun sahibine el açılır, dua edilir. Kalpler; kuru, çatlak topraklar gibi onun gökten inmesini beklerken; o, göğün rahmani bir dokunuşuna dönüşür ve düşer kendisi için açılmış avuçlara. Yağmur gökleri üzerimizde durdurandan umut kesmemeyi öğretir bekleyenlerine böyle zamanlarda.

Kim bilir, kimin göğe doğru açtığı avuçlar hatırına kabul olmuş birer duadır; kaldırımlara, yeni yeşermiş yaprakların uçlarına dökülen küçücük yıldızlardır üzerimize rahmet serpiştirerek geçen yağmur tanecikleri.

***

İçimdeki şarkıyı bazan dinleten bana

Bazan da gözyaşıma ayak uyduran yağmur

(Cahit Sıtkı Tarancı)

Yağmur dindiğinde çiçekler, ağaçlar, kuşlar şükranla el sallar onu getirip bırakan bulutlara. Toprağa günler sonra ilk kez ayak basan Nuh’un heyecanı, umudu ve dünyanın arınmışlığıdır aslında her yağmur sonrası kalbimizde hissettiğimiz sıcaklık. Sulara karışarak uzaklaşır bizden yüzümüz, ellerimiz, kalbimiz, cümle ağırlıklarımız ve içinde boğulduğumuz karanlık dünyamız. Gözleri ve kalbi neşeyle parıldayan ıslak bir çocuğa çevirir bizi, şayet ona yakalanmışsak bu oyunda.

***

Ben nerede yağmur yağarsa orada şemsiye kırmanın kitabıyım

(Mevlana İdris)

Her annenin çocuğuna yağmurlu gecelerde anlatacağı, içinde melek ve yağmur bulunan bir yağmur masalı olmalı. Her şairin, içinde yağmur geçen bir şiiri mutlaka olmalı ve her bestekâr içinde yağmurun sesini duyabileceğimiz bir şarkı bırakmalı yaşadığı dünyadan giderken. Yağmurlu bir günün resmini çizmemişse, çizmeyi düşünmüyorsa eğer bir ressam, resim çizmeyi bırakmalı ve yağmurlu günlerde şemsiye satışları, şemsiyeyle sokağa çıkmalar yasaklanmalı. Yalnızca yağmurun yağdığı vakitlerde yürümek için kaldırımlar, parklar, yollar inşa edilmeli bütün şehirlerde. Her yağmurdan evine kuru dönenler kapıdan içeri alınmamalı çünkü insan her bahar en az bir kez tepeden tırnağa ıslanmalı ve yağmur yağarken dünya ile ilk kez merhabalaşan tüm bebeklerin adı yağmur konulmalı.

3 Ağustos 2020 Pazartesi

oyun bahçesi

hüseyn kaya

 

Çıkamaz çocukluğundan dışarı

Kimse.

Bundandır sevmemiz

Kiraz ağaçlarını.

(Fazıl Hüsnü Dağlarca)

 

Hepimizde aynı şeyleri çağrıştırır bir yaz akşamı ara sokaklarda tüm hücreleriyle kendilerini oyuna kaptırmış çocukların şen çığlıkları, bağırışları. Kaç yaşımızda olursak olalım böyle bir manzaranın büyüsü hepimizi aynı ülkenin, çocukluğumuzun ülkesinin kapılarına taşıyıverir birdenbire.

Zaman geriye gider, mekân ve renkler değişir. Ya her oyunu kenardan seyreden fakat hiçbir oyuna dâhil olamayan, elbisesinin pis olmaması için toz toprak içindeki sokakta oturacak yer beğenemeyen boynu bükük, mahcup bir çocuksunuzdur ya da dizleri yırtık pantolonunuz, bilyelerle gazoz kapaklarıyla oynamaktan çatlamış ellerinizle, tüm cephanesi balonlaşmış ceplerinde saklı, mahalleyi fethe çıkmış asil bir hükümdar…

Neredeyse hepimizin cezbesiyle kendimizden geçtiğimiz bir oyun ve kendimizden bir parça bildiğimiz ya senelerce sakladığımız yahut doyamadan kaybettiğimiz bir oyuncağımız olmuştur.

Aslında ne oyundur bizleri kendisine davet eden, ne de oyuncaklardır bizi büyüleyen. Kocaman dünyanın ve kocaman insanların arasında unutmak isteriz yalnızlığımızı. Her şeyi unutmak ve kendimizden geçmek isteriz…

Yeni her oyun ve her oyuncak bize dünyayı unutturmak için keşfedilmiştir biraz da.  Dünya; hayat ağusunu ancak biz oyundayken doldurur bardağımıza.

Düş içinde sürekli kendini tekrarlayan bir oyundan ibaret gibidir hayatımız, uyanmak acı verir. Düşlerimiz gerçeklerimizi peşinden sürükler; ama bunu biz isteriz. Aynı renkte düşler benzer oyunlarla halka halka çoğalır, azalır. Bazen ne oynadığımız önemli değildir, kiminle oynadığımız önemlidir. Bazen her şeyin bir oyun olduğunu düşünmek anlamsızlaştırır gördüğümüz düşü. Böyle vakitlerde sıkıntımızı giderecek sabır oyunları buluruz kendimize.

***

Elele bir oyun bugün ve yarın

(Ahmet Hamdi Tanpınar)

Oyunun kıyısında, kenarında durmak da hüzünlü, tek kişilik bir oyundur aslında. Oynayabildiğimiz kadar bakar dünya yüzümüze ve dünya oynayabildiğimiz kadar gösterir bize tebessüm eden yüzünü. Oyunculuğumuz kadar fark ediliriz dünyada çünkü hayatın en ciddi ve ezeli kuralıdır oynayabilmek.

Başladığı yerde bitmez hiçbir oyun; her oyun bir başka oyunun içinde biter ve yalnız yorgunluğu kalır biten her oyunun. Çocukluk bir oyundur, gençlik bir oyun ve yaşlılık artık bütün oyunların ustası olmak ama hiçbir oyuna dahil olamamak oyunudur. Oyunlarla büyümeyiz oyunlar büyütür bizi. Bir avuç kum ve derin bir nefestir bütün oyunların kazancı.

***

Hayat ile hakikat arasında, arkasına masaldan dünyalar gizlediğimiz incecik perdelerdir aslında oyuncaklarımız. Bazen de bir ömür boyu hayatın korkunç çıplaklığına bakmamak için önümüze yığdığımız, hayalleriyle uykuya daldığımız yahut hiç yanımızdan ayıramadığımız bitmez tesellilerin kaynağıdır onlar.

Hayatın ve dünyanın önsözü oyunlarda, oyuncaklarda gizlenmiştir de farkına yolun yarısından sonra varırız bu gerçeğin.  Arzularımızın, insan yanımızın ilk uyanışı oyuncaklarla oyunlarla başlar. Sahip olmayı ya da olamamayı oyuncaklarla tadar; kaybetmeyi de unutmayı da onlarla tecrübe ederiz. Mağlubiyet korkusunu oyunlarda tadar mağlubiyeti oyunlarda yaşarız, öğreniriz önce. Kazansak da kaybettiğimiz, kazandıkça kaybettiğimiz hakikatini de oyun bitimlerindeki hüzünler işler küçücük kalplerimize.

Sobeler ve sobeleniriz. Yâreni, dostu karşı safta görmenin kahrını oyunlarda yaşarız önce. Dostun da düşmanın da oyunlarıyla, oyunlarda yüz yüze gelmemiz bir rastlantı değildir elbette.

Yıllar sonra yaşayacağımız hayal kırıklıklarına, uzun ayrılıklara alışmamız içindir ellerimizden düşüp de kırılması en sevdiğimiz oyuncağımızın.

Kurulan her oyun keşfedilen bir dünya, yenibaştan kurulan bir ülkedir ki orada medeniyet oyuncaklarla inşa edilir. Yeni bir ülke uğruna, bazen büyük savaşlar yaşamışızdır büyüklerle, büyük fedakârlıklarda bulunmuş, büyük acılara katlanmışızdır körpe yüreklerimizle… 

Hayata geç kalmışlığımız eve geç kalma alışkanlığımız kararan havaya rağmen bırakıp da eve gidemediğimiz oyun günlerinden kalmadır biraz da…

Büyüyen ellerimizde küçülen oyuncaklarımız,  bin yıl yaşasak da dünya üzerinde, ömrümüzün bir kısacık gün olduğunun ilk habercileridir aslında ve bu yüzden eski oyuncaklarımızla baş başa kalmak hüzün verir bizlere…

Çocuklar; anne, baba olmadan bilemezler onların da gözyaşlarının şahidi, en hisli vakitlerinin sırdaşı bir oyuncağın mutlaka olduğunu. Nihayet sona yaklaştığımızda anlarız, yeryüzünde, koca bir ömür içinde sahip olduğumuz ya da olduğumuzu sandığımız dünyaya ait tek varlığın oyuncaklarımız olduğunu ki onlar da bu dünyaya ait değillerdir aslında. Onları bambaşka bir dünyada önce tüm safiyetimizle var ederiz, hayallerimizle süsler sonra ruhumuzdan ruh üfler, nihayetinde varlığımızla bütünleştirir ve canımızdan can veririz onlara. Kırılan her oyuncak kırılmış bir çocuk kalbiyse, bu yüzdendir…

İlkgençlik yıllarımızda dura dura hecelediğimiz hayat alfabesini oyunlar, oyuncaklar öğretir bize çocukluğumuzda.

Sürgünlüğümüzün, dizkapaklarımızdaki dirseklerimizdeki yaraların tek ilacıdır bir oyuna dâhil olmak. 

Her oyun bir kapıdır ve oyuncaklar anahtarıdır o kapıların…

***

Kalbimiz ve zihnimiz; çocukluğumuzun güneşi batmayan bahçesini, akşamı geç gelen sokağını hep yaşatır bir köşesinde. Hayal atları, rüya kuşları, hüzün bulutları getirip bırakır bizi bu bahçenin kapısına, sokağın ucuna. Karanlık ya da bunaltıcı günlerimizde o serin ve aydınlık bahçeye inmek, çocuk sesleriyle şen o sokağın başında durup kendimizi uzaktan seyretmek içimizi aydınlatır ve kazansak da kaybettiğimizi, kazandıkça kaybettiğimizi hatırlatır dünya yorgunu ruhumuza.

Sürekli kendini tekrarlayan bir oyun bahçesidir dünya dediğimiz ve bu bahçede daima düşlerimiz, hayallerimiz gerçeklerimizi peşinden sürükler çünkü gerçeğimiz en ağır yüküdür kalbimizin. Bu yüzden dünleri, bugünleri ve yarınları; oyunlar, oyuncaklar üzerine kurarız hep.