22 Haziran 2020 Pazartesi

kelebeklerin âhı

başımızın üstünden geçen bulutlar gibi

geçip gidiyor günler geçip gidiyor hayat

bulutların zamanın akıp gittiği yeri

hazin bir dua gibi tekrar ediyor saat

 

camlara çarpa çarpa ölen kelebeklerin

âhı tutuyor zahir âhı tutuyor bizi

siliniyor bûsesi sözlerden meleklerin

bu yüzden anlamıyor kimseler cümlemizi

 

gölgesi bile ağır bu hayatın altında

kalmıyor teselliden sabırdan nasibimiz

hepimizin içinde gün görmeyen bir oda

yağmur bile dokunsa kırılıyor kalbimiz

 

 

yaz 2012


kıyısız denizin küçük masalı

gidersin yüreğim elimde kalır

kıyısız bir deniz yiter peşinde

seni yağmur tutar beni kor alır

görmezsin gözlerim tüter peşinde

gidersin yüreğim elimde kalır

 

her sonbahar biraz saçların olur

her ırmakta akar gözlerin biraz

hayat ellerimden uçar kurtulur

bir hüzne boyanır içim bembeyaz

her sonbahar biraz saçların olur

 

bir bulut acıyı ağlar içimde

bir gemi kalbimde arar ülkeni

mecnun etme beni dağ var içimde

kaç kafdağı canım sarar ülkeni

bir bulut acıyı ağlar içimde

 

kırgın çiçeklerde gizlenir yüzün

ölüm şarkıları söyler hatıran

yakar devletimi kül eder közün

bulutlarım matem topraklarım kan

kırgın çiçeklerde gizlenir yüzün

 

dönersin yalnızca ellerin gelir

monna rosa akar parmaklarından

bir çocuk vurulur bir dev can verir

yıldızlar dökülür dudaklarından

dönersin yalnızca ellerin gelir


1997

dünya

yine de bakıyorsun içine gözlerimin

bakar gibi perdeli bir camın arkasına

oysa çoktan kayboldum içinde bu gölgenin

ve karıştı ruhumun beyazı karasına

 

 

üzerinde yürümek bir kalbin nasıl da zor

söyleyemem efendim bunu ben başkasına

sesine tutunmasam usul usul dönüyor

bir serçe ölüsüne avuçlarımda dünya

 

bahar, 2012


çeyiz

susar ve giderim sanmıştım oysa

her şey gibi dilsiz ve kırgın biraz

kış günleri gibi saçları kısa

çocuklarım olur sonra biter yaz

 

sandım ki gün gelir unutur beni

başımdaki ağrı kalır sahipsiz

kaybolmazmış meğer aşı izleri

hüzünmüş hayata saklanan çeyiz

 

yanıldım yenildim yokken sebebi

ne gittim ne kaldım tez bitti rüya

kayalarda açan çiçekler gibi

böylece alıştım yaşamaya da

 

 

yaz 2014


puslu resimler albümü


Hayatın kıyısında, bir masalın ilk sözlerinin mahmurluğunda birden beliriverirler karşımızda. Adına dünya denilen bu hanın tam da eşiğinde göz göze geliriz onlarla ve orada, o lahzada, ömür boyu gönlümüzden silinmeyecek bir suret resmedilir zihnimize gayr-i ihtiyari. Kalın, ahşap çerçeveler içinde duvarlara asarak muhafaza ettiğimiz siyah beyaz ya da sonradan renklendirilmiş fotoğraflarına rağmen hep bir rüya âleminin hayal meyal kahramanıdırlar bizim için ve bir vardırlar bir yokturlar…

Ne kadar gizlemeye çalışsalar da çizgi çizgi yüzleri, feri tükenmiş gözleri hep aynı mahzunluğu ve kederi fısıldar bakanlara. Sayfaları doldurulmuş bir defter nasıl durursa kitap raflarında, onlar da sırf bu hallerini, gönüllerdeki gam yüklerini görmeyelim için öylece otururlar tek kişilik koltuklarda mahcup ve yorgun.

Kimimize kendi isimlerini vermişlerdir, kimimiz kulağımıza okunan ezanın ardından ismini ilk onlardan duymuştur. Tıpkı çocuk ruhumuza ömür boyu benzerini bir daha tadamayacağımız sevinçleri mutlulukları yaşattıkları gibi hiçbir sınıfın hayat bilgisi dersinde görmediğimiz yalnızlığı ve ölümü de ilk onlar yaşatır, tattırırlar bize. Böyle böyle alıştırır hayat karanlığına gözlerimizi.

Tıpkı bebekler gibi onlar da hep birbirlerine benzerler aslında…

Bazen onlara, bir parkta bank üzerinde uzaklara dalmış yahut anlamsız gözlerle öylesine ayakuçlarını seyrederlerken, hava ne kadar sıcak olursa olsun sırtlarını günden yana verip bastonlarına dayanarak kim bilir hangi evvel zamanı düşünürlerken rastlarız. Bazen de seneler evvel, büyüklerinin yanında edepsizlik sayılacağı endişesiyle kendi çocuklarını bir kez göğsüne bastıramamış, onlara güzel kelimeler diyememiş ve onların oyunlarına karışamamış olmanın tüm acısını çıkartırcasına torunlarını evlatları yerine koyarak bağırlarına basarken hüzne boğarak dünyamızı, fark ettirirler kendilerini…  Tatlı dede olabilmek hevesiyle, değil adını, istemesini dahi bilmediği şekerleri, oyuncakları, çikolataları torunlarının önüne yığan, torunlarına öte git, dense ya gözleri bulutlanan ya da titreyen sesleriyle dünyayı ayağa kaldıran da onlardır.

Beyazdan çok griye çalan sakallarıyla, diz yapmış kadife pantolonlarıyla, yaz kış sırtlarından çıkarmadıkları ihtimal lacivert ceketleriyle dolaşır dururlar ağır ve ağırlaşan adımlarla hayatın kenar mahallelerinde.

Sahi sizler de, bir tatlı su çeşmesi önünde tek eliyle bastonuna yaslanırken, tek eliyle küçücük su bidonunu doldurmaya çalışan veya öğlen namazı için ağır adımlarını bahane ederek -kim bilir hangi sebepten- bir saat evvel evinden çıkan ve yaramaz ilkokul talebeleri gibi kol kola yaz kış demeden camii yollarında usul usul salınan dedeleri gördükçe çocukluk günlerinizden esen bir hafif rüzigarla ansızın dedenizin hayalini yanı başınızda buluyor musunuz?

***

Hayal Denizinin Kıyılarında

Ne vakit, nerede böyle bir manzara görsem ansızın dedemin sureti beliriveriyor gözlerimin önünde ve kendimi çocukluğumun mavi gökyüzünün altında buluyorum. Karşımda hep aynı yüz; kırışık alnının orta yerine kadar inen güneşten rengi solmuş kahverengi bir takke, kalın çerçeveli ve kalın camlı bir gözlüğün ardından dünyanın boşluğuna bakan yorgun kocaman bir çift göz, çoğu zaman sigarasını yakarken bilmem kaçıncı çakışında yanan muhtar çakmağının isinden nasibini almış büyük ve ince bir burun, yer yer tütünden sararmış bıyıklarını saymazsak griye yakın beyazlıkta sert bir sakal ve belki de ölçümü düzgün yapılamadığı için yüzüne hep tebessüm ediyormuş edasını veren beyaz takma dişler... Yüzü benzese de diğer dedelere, bilirim benzemez hikâyesi hiçbirininkine.

***

Dışarıda diz boyu kar ve kapıda zincirle bağlı köpeğin geceyi bölen ulumaları var. İsli lamba ışığı etrafındaki her hareketi duvarda sihirli gölgelere çeviriyor. Dedem yaz boyu bayırdan eve getirdiği kevenlerden biriyle tutuşturduğu sac sobada tütün tavlıyor tabakasına basmak için. Babaannem dünyasını değişeli kim bilir kaç yıl olmuş ve sağ elinin tütünden rengi değişmiş iki parmağı arasında hep aynı yalnızlığın dumanı. Ben dâhil herkesi uyuyor sanıyor ve kendince bir türkü tutturuyor gecenin ortasında ağlamaklı.

Yahut kocaman karasineklerin sessizliğin ortasında bir uçak gürültüsüyle arada bir başımız üzerinden savuştuğu sıcak bir yaz günü dedemle öküzlerimizi yayıyoruz. Gözlüğünü eline alıyor ve sardığı tütünün ucuna belli bir yükseklikten tutuyor merceğini. Anında dumanlar çıkıyor özene bezene sardığı tütünün ucundan, şaşırıyorum. Gözlüğünü elinden alıp ben de ot, kuru yaprak yakıyorum ve soruyorum; dede senin gözlerin yanmıyor mu? Hayır anlamında başını iki yana sallıyor ve tabakasını cebine koyuyor. Bir gün değiştirirsen gözlüklerini bunu bana verir misin, diyorum. Gülümsüyor…

***

Kağnı üzerinde tarlaya gidiyoruz serin bir seher vakti. Kâh uyuyor, kâh uyanıyorum dedemin alçak sesle söylediği türküye karışan kağnı gıcırtısıyla. Güneş doğsun, yol bitsin istemiyorum.

Başka bir günün akşamı bir heybe dolusu dikeni soyulmuş kangalla geliyoruz eve. Koyunlara tuz veriyoruz tuz taşında, kuzuları yıkıyoruz yosunlu bir kurnada.

Bir yığının dibinde, onun yaptığı gölgeliğin altında oturuyorum. Harman kokusu doluyor içime. Akşama kadar sap yığınının etrafında dönen dövene arada ben biniyorum ve bu işten bir oyun hazzı aldığımı belli etmemeye çalışıyorum kimseye. Tokalı, naylon ayakkabılarımdan içeri giriyor dövenin arasından gelen buğday sapları. Usanınca tekrar koşuyorum yığının dibine. Bir kış günü şehre erzak için gelen dedeme soruyorum, yığın dibindeki gölgeliğim halen duruyor mu dede? Herkes gülüyor, anlamıyorum.

***

Tabakası; hep yanında olsun istediği tek dostuydu. Sabah herkesten önce kalkar, ki belki de hiç uyumamıştır, dış kapının kenarına yaslanır ve tütününü sarar içer, sarar yine içerdi. Tabakası, tütünü, tütün kağıdı hepsi kıymetliydi onun için. Tütün sarmak için tabakasını isteyen gençlere hep aynı sözü söylerdi; ince sar uzun olsun, bir dahaya yüzün olsun

Dedemin eksikliğini, yokluğunu hissettiği anda tedirgin olduğu ikinci dostu da hiç şüphesiz kemik saplı Sivas bıçağıydı. Boş vakitlerinde onu bilemekten ayrı bir zevk duyar önce parmak uçlarıyla sonra sağdan soldan bulduğu küçük ağaçlarla bıçağının keskinliğini sınardı. Neredeyse ekmek bıçağına yakın büyüklükteki bıçağını açmadığı, kullanmadığı gün olmamıştır sanırım. Şayet ikna edip de değnek, çubuk kesmek için bir gaflet anına getirip bıçağını almayı başarabilirsem bin tembihte dikkatli olmam için. O bilmese de sol elimin bir parmağında kocaman bir yara izi ve uyuşukluk kaldı onun bıçağından.

Kapağını ve kapağındaki ilginç desenleri kendisinin yaptığı duvara gömülü bir dolabı vardı anahtarı yalnızca kendisinde olan. Kuru üzüm kokusu yayılırdı dolabın kapağı açıldığında odaya. Alt rafta alüminyum kutu içerisinde cam şırınga takımı, tıraş takımı; üst rafta ise tütün ve kuru üzüm olurdu genelde. Üzümü kendisi yemezdi sırf ikram etmek için bulundururdu.

***

Çocukluğum geride değil, öylece köyde kalıyor. Yıllar sonra muayene olmak için şehre geliyor dedem. Onu ben dolaştırıyorum hastanede, çarşıda. Kâh elimi tutuyor zayıf nasırlı eliyle kâh kolunu boynuma doluyor. Nere gitse ürkek, kime baksa tedirgin. Bir an önce dönmek, gitmek istiyor. İkindi vakti küçük bir Sivas bıçağı alıp bana hediye ediyor. Anlamsız bakışlarımı fark edince; kalemlerini açarsın, diyor.

***

Bir süre sonra köyde felç geçirdiği haberi geldi dedemin. Anlamını bilmiyordum felç kelimesinin fakat iyi bir şey olmadığı belliydi. Kimseye soramadım bile felç ne, diye.

 

Soğuk bir kış günü tekkeye götürüyorlar dedemi, minibüsün en arkasında ben… Sonra hastaneye götürüyorlar, muayenehanenin kapısının kenarına yaslanıp seyrediyorum, görsün beni, tanısın diye bekliyorum. Görüyor; ama tanımıyor beni.

Dedem tam beş yıl onca çabaya rağmen kimseyi tanımadı, beş yıl bir başkasının hayatını yaşadı. Bazen gençliğini, bazen hiç gitmediği şehirleri, yaşamadığı savaşları anlattı. Yepyeni bir hayat hikâyesi buldu her gün kendisine ve etrafındakilere her gün başka bir isimle hitap etti. Konuşmaktan, anlatmaktan yorgun düştüğü vakitlerde bizim görmediğimiz bir şeyleri seyreder gibi gözleri öylece boşluğa asılı kalırdı.

***

Bir bahar günü ilk kez cansız bir insan bedeni gördü gözlerim. Uzun uzun baktım dedemin yüzüne ellerine, ayaklarının bağlanmış başparmaklarına, çenesini bağladıkları tülbende. Ölü için su nasıl hazırlanır, ölü nasıl yıkanır ilk kez gördüm. Kocaman bir sinema perdesinin önündeymişim gibi seyrettim her şeyi yakından. Kimseler görmüyordu beni. İlk kez bir salanın her harfi içimde çınladı, cenaze namazı kıldım, tabut taşıdım. İlk kez bir mezara toprak attım. Sanki üzerine toprak örtülen kalbimin küçük bir parçasıydı. İçimde bir yer daraldı, karardı. Ağlamak istedim ama ağlayamadım. Üzerime çöken ağırlıktan günlerce kurtulamadım ve ömrümün rüyasız en uzun uykularını o günlerde uyudum.

***

Dünya hiçbir yaraya kabuk bağlatmaz yalnızca zaman ağrılarını unutturur insana.

Ömrü boyunca bir kez baba, diye hitap edildiğini duymadım dedeme. Başka ailelerde de öyle miydi bilmem ona paşa, derdi babam, halalarım ve amcalarım. Kim neden icat etmişti bu hitap şeklini halen bilmiyorum.

Adımı dedemden almadım fakat beni sanki benzetti kendisine biraz.

Dedemle, hayatın kıyısında, bir masalın ilk sözlerinin mahmurluğunda karşılaştık, dünyanın eşiğinde. Bulmayı, yitirmeyi, ölümü ve yalnızlığı ilk o tattırdı, öğretti bana. Galiba dedem, ilk arkadaşım, dostum ve öğretmenimdi.  Kim bilir belki benim de söylediğim ilk kelime dedeydi.

Bir gün dede olursam, torunlarıma ondan da bahsedeceğim uzun uzun.


yarım

sanki çocukluğumsun uzağa gidiyorsun

ve kalıyor kalbimde bütün şarkılar yarım

nasıl bir karanlığa düşüyor görüyorsun

elimde tuttuklarım kalbimde tuttuklarım

 

çıkmıyorum oyundan üzülmeyesin diye

duruyorum çektiğin çizgilerin ardında

kendi kanımı sürüp ağlayan gömleğime

sesimi arıyorum dibi yok kuyularda

 

hangi duayı okur sabaha bilmiyorum

yaprağında eriyen sessiz çiğ taneleri

sana doğru gelirken kendime çarpıyorum

kör serçeler gibiyim ne olur anla beni

 

yaz, 2013


ayrılık resimleri

 İki ayrılık arasına sıkıştırılmış bir dünyada, misafir olduğunu unutmadan dolaşmaktır adına hayat dediğimiz şey. Ayrılıkla başladığımız hayata, ayrılıklarla veda ederiz. Bu yüzden ayrılığa yakılmış her türkü, ayrılık hüznüyle söylenmiş her şarkı ve yazılmış her şiir kaç yaşımızda ve nerde dinlersek dinleyelim titretir ruhumuzu.

Uzun bir ayrılıktır insan, kalbi kendi yalnızlığına gömülü.

***

Kalbine tutunarak yaşayan herkes için, beşiğin ardıyla başlar gurbet ve ayrılık. Bu ilk ayrılıktan sonra gelen her yeni ayrılık yalnızca ilkinin acısının yani insanlığımızın, sürgünlüğümüzün tekrar yaşanmasıdır ve her ayrılığa tahammül gücü veren bir de umut vardır kalbin kenarına sessizce büzülmüş.

Kısa olsun, uzun olsun tüm ayrılıklar bir hasretin önsözüdür ve bekleyişlere atılan ilk adımdır çoğu zaman. Hayat, içinde yüzenlere sabrı ve beklemeyi öğreten bir ırmak gibidir akrep ve yelkovan derisinin içinde kıymık gibi dönse de insanın. 

Ayrılıkları öğrene ezberleye geçer çocukluğumuz gençliğimiz. Öğrenemediğimiz ayrılıklardan ikmale kalır yeniden imtihan ediliriz vakti geldiğinde.

***

Birimiz ayrılığın ilk günü gibi her akşam kanıyor

(Mevlana İdris)

İlk küçük ayrılığı muhtemelen ilklerin mekânı ilkokulda yaşamışsınızdır. Anneden, babadan, evden, kardeşlerden ve oyuncaklardan ayrı kalmanın hüznü çoğu zaman gözyaşına döner, dökülür bir sınıfın arka sıralarına ya da herkesin sizi uyuyor sandığı bir gece vakti, üzeri işlemeli küçük yastığınızın üzerine.

Yıllar sonra anlarsınız o gün o gece yalnız sizin değil anne babanızın da gözlerinin çiçeklendiğini.

Rengi, adı değişse de ayrılığın, genzinizde bıraktığı ince sızı değişmez. Ablanız evlenir, kardeşiniz yatılı okul kazanır, siz şehir dışına gidersiniz üniversite okumak için... Biri biter diğeri başlar ayrılığın zira ortası yoktur, gitmek de ayrılıktır, gidilen yerden dönmek de. 

Ayrılıklar böyle böyle büyür kendiliğinden ve çiçeklenir her baharda yol kenarlarına dikilmiş akasyalar gibi.

Birden farkına varırsınız çocukluğunuzun sessiz beyaz bir kelebek gibi uçup gittiğini kalbiniz üzerinden. Su yerine gözyaşı serpseniz de ardından, ayrılmıştır; dönmez çocukluğunuz, gençliğiniz geriye.

Bir yaranın açılır üzeri ve hasret serin bir rüzgâr gibi değer geçer her şeye…

***

Yalnızlığa ve özlemeye açılan bir kapıdır önünde durduğunuz her ayrılık.  Ayrıldığınız her yerde bir parçanız kalır, ayrıldığınız her kişiyle gider bir tarafınız.

Dünlerde, önceki günlerde dolaşırsınız kim bilir kaç vakit. Eksik yanlarınızı daha çok hisseder dünyaya geldiğiniz ilk günkü yalnızlığa bürünürsünüz.

Lambalar söner, güneş tutulur, ay buluta, ayrılıklar sıraya girer. Anne babanın, eşin, çocukların, memleketin hatta bazen vatanın dahi uzağına savrulduğunuzda küçücük vuslat anlarının, ümitlerin ışığıyla kocaman bir bahçe yeşertirsiniz içinizde. Zahirde aynı gibi görünse de kimsenin ayrılığı kimseninkine benzemez, onlarca köşesi kıyısı, onlarca yüzü vardır ayrılığın da. Leyla’nın ayrılığı başkadır, Mecnun ayrılığı başka… Yusuf’un zindanı başkadır, Züleyha’nınki başka.

***

Sebebi ne olursa olsun, sonucu hep aynı dağın eteğine bırakır bizi ayrılıkların.

Ayrılığın vakti geldiğinde her şey birbirinin yerini alır çünkü her şeye uzaklığınız aynıdır. Bu yüzden her ayrılık her hicret yeni bir başlangıçtır.

Belki de vedadan ziyade, terk etmek zorunda kaldığımız alışkanlıklarımızdır her ayrılıkta yüreğimizi burkan. Çocuklar kadar hisli, ömrünün kalan günlerini sayan yaşlılar kadar kırılganızdır böyle demlerde. Yollar, ufuklar hele de karlı dağlar yalnız ayrılık icat olsun diye var edilmiş gibidir.

     Titreyen kalbimiz, dolukan gözlerimiz ve nerede duracağını şaşıran ellerimiz, ne de çabuk kapılır ayrılık rüzgârına.  Her vedada biraz da çaresizlik gizlidir ve en çok bu yüzdendir ölümden acı gelmesi ayrılıkların.

Vedadır ayrılığın duası…

Elimizi uzatırız boşluğa, elimiz kanar… 

***

Ölüm ile ayrılığı tartmışlar

Elli dirhem fazla gelmiş ayrılık

(Karacoğlan)

Türkülerde ölüm ile ayrılığın kıyaslanması boşuna değildir elbet. Ayrılık, her şeyi bırakıp gittiğimiz, her şeyin uzağına düştüğümüz küçük bir ölümdür, ölümün tadını dünyadayken hissetmektir biraz da. Bir çukura düşeriz ve kalakalırız öylece. Savrulduğumuz bahçeye yeniden kök salar, hayata tutunmaya çalışırız. Bağlandığımız, kök saldığımız kadar öderiz bedelini ayrılıkların. Kaybetmeyi, değer vermeyi, özlemeyi, tahammülü hatta vuslat sevincini ayrılıklardan öğreniriz.

Birbirine bakan aynalar gibi sayısız görüntüsü vardır ayrılığın. Oysa ayrılık bir tanedir ayrıldığımız mekânlar, insanlar başka başka olsa da.

Ayrıla ayrıla parçalara bölünür, yalnız kalırız dünyanın kıyısında tıpkı dünyaya ilk geldiğimiz gibi. Takvimler eskise yıllar geride kalsa da yaşımız; ayrıldıklarımız, ayrılabildiklerimiz kadardır ancak.

Her ayrılık kumdan kalelerimizi bir kez daha yıkar, bir kez daha boşluğu işaret eder dünya yorgunu gözlerimize. Hiçbir oyun susturamaz içimizdeki sessizliği... Yürüdükçe uzayan bir yol, söylendikçe ağrısı artan bir şarkıdır yalnızlık… Bir rüyayı yarım bırakır diğerine dalarız, bir kapıdan savrulur diğerinin eşiğine düşeriz.

Ayrılık belki de terminallerin, istasyonların kıyısında açmış dört mevsim solmayan hüzün renginde bir çiçeğin adıdır.

***

Vaizin nâr-ı cehennem dediği firkat imiş
(Usûlî)

Baştanbaşa koca bir ayrılıktır dünya. Yalnızca biz değiliz aslında ayrılıklarla sınanan. Ayrılıklar üzerine kurulu bir dünyadır üzerinde yaşadığımız. Baktığımız her yerde bir ayrılık masalı yaşanır yenibaştan ve aralıksız. Her şey az gider uz gider… Ağaçlar yapraklarından ayrılır, yağmur bulutundan… Tohumlar, bitkilerinin gövdesinden uzaklara savrulur hep. Bahardan, yazdan ayrılır dünya, geceden gündüzden… Tren; istasyondan, vapur; limandan ayrılır ve kuşlar yuvalarından, balıklar ırmaklarından…

Ayrılık, aynı hikâyeyi yaşadığımız bir neyden kalbimize üflenen hüzündür ve tamamı aynı redifle, yazılmış bir şiir gibi okutur kendini ömrümüzün her deminde.


pencereler

Güneş doğar, pencere açılır. Serin bir esintiyle dolar içeri çiçek, yağmur yahut kar kokusu. Ev tazelenir, perdeler esner, saksılardaki çiçekler uyanır, eşyalar yeniden kendi rengine boyanır. Bütün kötü rüyalar, uykusuzluklar, umutsuzluklar silinir. Yeni bir günün ümidi yayılır her köşeye. Yeni şiirler, yeni şarkılar başlar ümidin, sevdanın kanatlandırdığı.

Gün doğar, pencere açılır, önce onun gerisinden selamlanır yeryüzü, gökyüzü, kuşlar, ağaçlar ve bulutlar. Gün pencerelerin önünde başlar ve yine orada biter çoğu zaman.

Dışardan bakınca olabildiğince yabancı ve soğuk, içerden bakınca en yakın arkadaş, en samimi dost; uzaktan bakınca uğultulu, esrarengiz hikâyeler ormanı, yakından bakınca duru bir ırmak sükûneti… Ne tam dışında her şeyin ne de tam içinde… Camdan yapılmış bir ışık kapısıdır, kurtarır cümlemizi karanlıktan. Çoğunlukla hüzünlü ama bazen neşeli. Daima kırılgan… Üstelik bazı vakitler gözleri buğulu yalnızlıktan, ayrılıktan.

Ne kapı kadar kocaman ve gürültülü ne duvar kadar soğuk, sessiz.  Kimi akşamlar kimse bilmese de üşür, bir suçlu gibi bakar uzaklara tülsüz, perdesiz.

***

allahtan pencereler açmışlar içi sıkılan evlere

(Asaf Halet Çelebi)

 

Kapılar evlerin dilidir, pencereler ise suskun gözleri, kırılgan kalbi. Pencerelerden okunabilir bir evin ve sakinlerinin cümle sevinci, kederi.

Hepsinin şekli birbirine benzese de her pencerenin ardında başka bir hikaye vardır ve her pencerenin de hikayesi başkadır. Yürüyemeyen, dizleri tutmayan hastaları hayatta tutan ilaçtır pencere, mahkumlar için sabrın, ümidin, yarınların ışığı. Talebe için durmadan dışarıyı işaret eden haşarı bir sıra arkadaşıdır, ihtiyarlar için ağır usul eşiğine geldikleri dünyanın uzaktan seyrangahı. Bebekler için uçsuz bucaksız bir ömrün, dünyanın bir adım gerisidir pencere, çocuklar için bazen oyun kapısı,  bazen anne baba vedası. Kediler için mutluluğun en şeffaf sınır taşıdır, sahipsizliktir pencerenin sonrası.

Kıyısında alınan her nefesten bir iz muhakkak siner pencerenin bir köşesine ve kıyısında çekilen her sevda acısından bir harf gizlice çizilir pencerenin bir yerlerine. Her pencerenin hikâyesi başka başkaysa biraz da bu yüzdendir. Rüzgardan, kardan, güneşin kavuran sıcaklığından değil bu yüzden eskir pencereler. Sakladıkları sırlar, paylaştıkları yalnızlıklar yüzünden dökülür boyası pencerelerin, camları kırılır.

Kimseler bilmese de kiminde gözü yaşlı bir annenin içli duası kiminde felçli bir babanın yahut dedenin gözleri asılı kalmıştır senelerce. Mahrem sırların en suskun şahididir pencereler ve bilinmesi, görünmesi istenmeyen cümle ahvalin örtüsü.

***

bir pencere yeter bana bir tek pencere

bilince ve bakışa ve suskunluğa

(Furuğ Ferruhzad)

 

İlk kez pencereden görürüz dünyayı, yeşili, maviyi siyahı. Serçelerle ilk kez pencere önünde karşılaşırız, yağmura, kara ilk kez camların ardından selam veririz. Kısa ayrılıkların hüznünü de küçük kavuşmaların sevincini de onun dizlerinin dibinde yaşarız ilk kez.

İlk kalemimiz parmaklarımızdır ve ilk defterlerimiz pencere camları. Hayallerimizi resmedebileceğimizi, paylaşabileceğimizi ilk kez pencere önünde fark ederiz. Pencerelerin önünde öğreniriz çöp adamlar çizmeyi, adımızın ilk harfini yazmayı. Kaybedişin, faniliğin ilk öğretmenidir pencere camları. Yazdığımız, çizdiğimiz, yaşadığımız her şeyin silinişini ilk kez pencere fısıldar çocuk ruhumuza.

Kah perdelerle konuşur yalnız kaldığında pencere gah gökyüzüyle. Kuşların, bulutların, ağaçların, yağmurların, rüzgarın, karın dilini de bilir, yanı başında büyüyen çiçeklerin dilini de.

Biz ona baktığımızda o bize bakmaz, ondan çevirdiğimizde bakışlarımızı gezinir gözleri üzerimizde.

***

Nicedir bir pencereden deniz güzel değil

(İlhan Berk)

Kimilerinin yalnızlık ve mutsuzluk oyunları için inşa edilmiş gibidir pencereler. Hayaller pencere önlerinde kurulur, düşlere pencere önlerinden bir kapı aralanır. Gidenin ardından kapı önlerinde değil pencerelerin ardında süzülür gözyaşları. Gidip de dönmeyen kim varsa pencere önünde beklenir bir ömür. Akşama işten dönecek babalar da aynı pencerenin önünde beklenir, attaya giden ve asla dönmeyecek babalar da. Okumaya, askere giden oğullar da aynı pencerenin önünde beklenir, aşrı aşrı memlekete gelin gönderilen kızlar da.

Vefalı torunların ziyaret müjdesini ilk pencereler fısıldar sabırsızlıkla onları bekleyen gözlerinin ışığı dedelerin, büyükannelerin kulağına. 

Her pencere sırlı bir kapıdır aynı zamanda; kelimelerin, notaların kıyısına düşmüş sessiz bir şarkı, durgun ve duru bir okyanustur. Huzurun meltemi orada çarpar yüzümüze, ellerimize. Durmadan kendisine çağıran,  kıvrım kıvrım uzayan bir yoldur bazen pencere.

Bir kitap gibi sayfa sayfa kendini okuttuğu da olur pencerelerin sihirli aynalar gibi öteleri gözlerimizin önüne getirdiği de. İster bahçeye açılsın ister sokağa, denize, her pencere karanlıktan ışığa, bir sığınıştır teslim oluştur.

Geciken, gelmeyen haberleri, çığlık çığlığa uçuşan aceleci kuşları bekleme istasyonudur pencere önleri ekmek kırıklarıyla, kalp kırıklarıyla. Yürünmemiş yolların, uzak yıldızların hasreti pencere önlerinde çoğalır. Hatıralara, hayallere yelken açan gemiler hep pencere önlerinden demir alır.

Aşinası olduğumuz pencereler de vardır yabancısı olduğumuz pencereler de... Baktığımız, gördüğümüz her yerde ya pencerelerin önündeyizdir ya arkasında… Evde, iş yerinde, hastanede, camide, otobüste, okulda. Pencereye yakın bir yerde olsun isteriz masamız, yatağımız. Pencere kıyısında durmak güvenmek, inanmaktır aydınlığa. Peşimize takılan ve hiç susmayan sessiz şarkılardır pencereler. Otobüslerde, trenlerde koltuğumuz pencere kıyısındaysa yolculuğun zahmetini umursamayız. Pencere önünde yudumlanmayan çayın da kahvenin de eksik kalır lezzeti biraz. Yağmurun, karın yağışı, yıldızların göz kırpışı zaten güzeldir de pencereden başka güzel görünür gözümüze.

Pencere önünde olmak isteriz hep çünkü kendimize en çok orada rastlarız.

Her pencerenin önü huzurdan nasibini almışsa da huzura açılmaz her zaman pencereler. Ayrılığa, yoksulluğa, yalnızlığa, seneler öncesine açılan pencerelerin önüne de düştüğümüz olur kimi zaman. Ümit böyle zamanlarda bir kuş olur uçar gider camı kırık pencerelerden. Mevsimlerden kışsa soğuk içinize işler pencere önlerinde, vakit geceyse durmadan kararır ufuklar. Perdeler savrulur, rengini yitirir eşya; bu dem kalbinizin en kuytu köşesinden bir pencere aralamak vaktidir sonsuzluğa…

***

Sana baktım yıllarca hep aynr özlem penceresinden

(Sezai Karakoç)

Cümle mevcudat gelir, durur, seyreder ve gider. Pencere dünyaya baktığımız yer değil dünyanın kendisidir aslında ve ömrümüz, adımız, kaderimiz, suretimiz çoktan silinmiş bir harftir o pencerenin buğulu camında.


kapılar

kapıyı çalsam

içerden ben çıkacağım

(Asaf Halet)

 

Zahiren birbirinin aynı gibi görünseler de ne hikâyeleri benzer birbirine ne sesleri. Hiç biri diğeri gibi durmaz durduğu yerde, hiç biri diğeri gibi bakmaz karşısındakine. Kimi mütebessimdir kimi mağrur… Kimi yorgun, kimi dilsiz, kimi yıllardır kendisine uzanacak bir insan eline hasret… Kimi kuşlar gibi kanatlı, kimi çocuklar gibi kırgın, kederli. Titredikleri de olur öfkeli ellerin, ayakların haşmetiyle içten içe ağlayıp sızladıkları da. Bazısı alabildiğine sevinçli, mahcup delikanlılar gibi içine kapanıktır bazısı. Kiminin tek dostu saba rüzgârı, kiminin çoktan çivilerle, zincirlerle, kilitlerle bağlanmıştır bahtı.

Onun ardına sığınırız dünya kalabalığından, gecenin karanlığından. Onun ardında inşa ederiz kuleleri yalnızlığımızdan örülü sarayları. Odur bizi bekleyen günahın da tövbenin de önünde. Bahçemiz de ona emanettir kalbimiz de.

***

Kapı, der geçeriz içinden kaygısızca. Biz geçeriz, o kalır.

Oysa her şey bir kapının önünde başlar ya da son bulur. Kapı çalınır, ümitle heyecanla titrer kalpler, kapı kilitlenir çoğalır yalnızlıklar, hüzünler.

Önünde ya da arkasında olmak hiç fark etmez bir kapının. Ha bir vuslatın eşiğinde durmuşsunuz ha bir ayrılığın kapısında. Yol yürünecektir ve tuhaf bir rüya gibi biz içinden geçtikçe önce kapanacak sonra silinecektir geride bıraktığımız kapılar.

Uzanır gider ömrümüz içinde kapılar; çiçekler gibi renk renk, birbirine bakan aynalar gibi iç içe... 

Bir kapımız salona açılır, bir kapımız balkona, bahçeye… Bir kapımız geceye açılır diğeri sehere. Gün biter, gece siyah bir tül gibi usulca uzanır eşiklere...

***

Her kapıyı açan bir anahtar, aralayan bir çift söz mutlaka bulunur kalbin derinliklerinde. Hiçbir eşik sonsuza kadar karanlık değildir önünde beklemesini bilenler için; fakat nasıl çalacağımızı, hangi anahtarla açacağımızı bilemediğimiz ve önünde öylece kalakaldığımız kapıların önünden de geçer yolumuz. Bu kapıların eşiğinde sabır yağmurlarıyla sulanır ümitler, korku; ümidin yanında boy verir kalbimizde. Açılmayan tüm kapıların hüznü uzun bir âh olur dilimizde ve uzanır arşın kapılarına.

Bir de çoğu kez anlayamadığımız sebeplerden, ya yüzümüze yahut üzerimize kapanan ve bizi karanlıkta bırakan, nasibimizin kesildiği kapılar vardır. Öylece dökülür de eşiklere yüzümüz, toplayan olmaz. Göğe açık avuçlarımızla dua kapılarını çalar, rahmetin eşiğine bırakırız alnımızı.

***

Okul kapısında, sınıf kapısında, rüyalar âleminin önünde uyku kapısında, bir türlü kuramadığımız oyunların kapısında yoruluruz, kanar ayaklarımız… Ya açar ya açmaz bezirgânbaşı kapıları.

Kapı önlerinde biz akşamı beklerken, farkına bile varmadan çocukluk kapısı kapanır ardımızdan. Arkasını bilmediğimiz kapıların önünde dolaştırıp durur bizi dünya. Aralansa da açılmayan kapıların önünde şiirler, türküler biriktirir, cenge tutuşuruz kendi gölgemizle. Boynumuzda zincir-i cünun, gözlerimiz yere çakılı, kalbimiz elimizde kim bilir kaç kez önünden geçeriz Leylâ kapısının. Gençlik kapısından ne vakit geçtiğimizi ancak ihtiyarlık kapısında fark ederiz.

Ekmek kapısı, gurbet kapısı, dünya evinin kapısı peş peşe alır bizi içine. Baba evinden ayrılırken dış kapı yapışır da elimize dönemeyiz geri. O anlarda bir evin kapısı değildir sanki dışarıya aralanan iki kalbin kapısıdır. Anne baba o kapının ardında öylece kalıverir… Gözlerimiz gözyaşlarımızla dökülür eşiklere.

Döner döner ararız geçtiğimiz eşikleri arkamızda, hatıralar; hayalden bir kapının ardında toplanır ve ne vakit yakınına gitsek o kapının, fanilik hazin bir şarkı olur sızar ruhumuza.

Biz usul usul salınırken kırk kapılı ömür gemisinin içinde, fani denizlerde; mevsimler gelir geçer kapımızdan kimi telaşlı kimi aheste. Bir gün bahar çalar çiçekleriyle kalbimizin kapısını bir gün serin güz rüzgârı. Yağmur pencereler kadar kapılarımızda da dolaştırır incecik parmaklarını. Bütün mevsimlerin bittiği yerde, anlarız ki aslında mevsimler değil de bizizdir aslında savrulan eşikten eşiğe.

Kâh geçeriz kapılardan kâh çarpar kapılara eşiklerine düşeriz. Bazı eşiklerin yüzümüzdeki, kapıların elimizdeki izini gül taşır gibi taşırız bir ömür yüzümüzde, elimizde…  Bu izlerden tanırız birbirimizi fırtınalı dünya denizinde.

***

Yorgun ellerimiz dünyanın ellerinden kaymaya başladığında, sakin bir kıyıya çekilir ve kitaplardan, hatıralardan, ümitlerden, hayallerden; yalnızca kendimizin sığabileceği dar kapılar aralarız. Unuturuz eskiyen ayakkabılarımızı şiirlerin, şarkıların, kitapların, hatıraların kapısında.

Hastalıklar, kederler, ayrılıklar çoğunlukla ne zaman aralandığını fark edemediğimiz bir kapıdan sızarlar hayatımıza yahut o kapıdan içeri alırlar bizi... Bir anda kesilir müziğin sesi, değişir çiçeklerin, gökyüzünün rengi ve dört mevsim daima soğuktur bütün hastane kapılarının önü.

Yalnız bizim hikâyemiz değildir kapı önlerinde başlayıp kapı önlerinde biten. Her harf bir diğerine açılan kapıdır, kelimeler ülkesi böyle böyle oluşur ve kelimeler birbirlerine açtıkça kapılarını sözden şehirler, ülkeler kurulur.

Dakikalar; saatlere hep aynı kapılardan geçerek kavuşur, saatler; günleri, haftaları aynı kapılardan içeri alarak biriktirir.

Ağaçlar meyve kapısından, çiçekler tohum kapısından geçer ve ırmaklar kapısıdır uzak okyanusların.

***

Açıldıkça çarpar, içe dönük bir kapı

(Behçet Necatigil)

Kapı, der; açar açar kapatırız. Hâlbuki sebebidir kapılar dünyaya inmişliğimizin, uzaklarda kalan çocukluğumuzun, yeryüzünde kaybolmuşluğumuzun. Sebebidir kapılar komşuluğumuzun, dostluğumuzun.

Tahammül edebilmek dünyaya, peş peşe ömrümüz içine serpiştirilen kapıların hatırınadır bazen. Tüm kapılar silindiğinde yolumuz üzerinden, karşımıza çıkan her eşik, her kapalı kapı küçücük ümitler yeşertir kalbimizde. Dönüp dolaşıp yeniden bulduğumuz, eşiğine tutunduğumuz dua kapılarının, tövbe kapılarının önünde filizlenir dünyanın kuruttuğu parmaklarımız.

Her yolun sonu bir kapıya ulaşır; çünkü kapı, sonuna konmuş bir noktadır yolun.

Eşiğinden geçtiğimiz kapılar kadar yol yürür, iz bırakırız dünyada; eşiğinde durduğumuz kapılar kadar nefes alıp veririz ki aldığımız her nefes, atılmış bir adımdır hem hayatın hem ölümün kapısına. Ayları, yılları sayarız da ardımızda bıraktığımız kapıları saymayız; oysa kaç yıl dolaşırsak dolaşalım yeryüzünde, gördüğümüz, geçtiğimiz kapılar kadardır yaşımız.

Kapı aralanır, yol görünür. Kimi karanlık kimi kıvrım kıvrım, yollar binbir türlüdür. Hangisinde yürürsek yürüyelim kendimizi buluruz bütün yolların sonunda ve kendimizdir aradığımız bütün kapıların ardında.

 


günler üzerine

Dünlerin kalanıyla ve yarınların endişesiyle geride bırakıyoruz içinden geçtiğimiz günleri. Sabahlar birbirine benziyor, kimi uzun kimi kısa olsa da günler günlere… Belki de sırf birbirine karıştırmamak için sayıyoruz günleri, isim veriyoruz onlara, yaşadığımıza ancak günleri sayarak inandırıyoruz bazen kendimizi.

Yarının cuma olacağını yahut dünün çarşamba olduğunu bilmek halen dünyada olduğumuzu hatırlatıyor dağınık zihinlerimize. Uykulardan, rüyalardan hayallerden böyle ayırıyoruz hakikati, hayatı. Herkesle aynı günü yaşamak istiyoruz, aynı günler şahit olsun istiyoruz geçtiğimize dünyadan.

Dakikalar dakikalara doğru yürüyor, saatler saatlere ve neticede bir gün daha eksiliyor takvimlerdeki sayfalardan. Bitmeyecek sandığımız kocaman takvim koçanı, bir gün bakıyoruz ansızın incelmiş. Nihayet bir yenisine bırakıyor takvimler yerini ve zamanın rüzgarında eskiyen sayfalar savrularak uçup gidiyor güz yaprakları gibi

Saysak da bilmiyoruz kaç günü tükettik ömür sermayesinden ve bilmiyoruz kaç günü kaldı ömrümüzün. Uyuyor, uyanıyoruz; yeni bir güne açıyoruz her sabah gözlerimizi. Daha dünün ne vakit bittiğini anlayamadan ve merhaba bile diyemeden yeni gelen güne kendimizi karanlık bir telaş denizinin ortasında buluyoruz.

***

“Kim bilir kaç günü kaldı ömrümüzün”

(Ziya Osman Saba)

İster pencereye vuran yağmurun tıkırtılarıyla uyanmış olun ister üşüten bir kar sessizliğiyle ister şamatacı kuşların neşeli şarkılarıyla gözlerinizi açmış olun ister uzaklardan kopup gelen rüzgârın uğultusuyla… Nerede ve nasıl gözlerinizi sabaha açarsanız açın her yeni gün yeni bir dünyadır sunulan bakışlarınıza, ayaklarınızın altına. Her yeni gün yeni bir tohumdur bırakılmış kalbimizin ortasına, gah yeşerir gün batımlarında uzanır cennet bahçelerine yaprakları gah çürür kalbimizin karanlığında. Her yeni gün yeni bir mektuptur seherle konulmuş eşiğinize, pencerenize, gah gün boyu açılıp açılıp tekrar okunur gah salınır rüzgarın elin zarfı dahi açılmadan.

Yeniden başlar koşu her sabah yeniden başa döner imtihan. Açtıkça kapanır kapılar, yürüdükçe uzar yollar.

Ne giden günü uğurlayabiliriz günler ülkesine ne yeni gelen güne hoş geldin, diyebiliriz çoğu zaman. Saatler çalar, çocuklar, babalar, anneler mahmur adımlarla dizilir yollara. Serçeler, martılar, akasyalar, parklarda rengârenk çiçekler seyre durur telaşımızı. Kediler, kuşlar ürker halimizden. Bizim dışımızdaki her şey farkındadır mevsimlerin, durmadan değişen günlerin. Biz, bir önceki gün kaldığımız yerden, ezberlediğimiz gibi başlarız günü tüketmeye.

Kardeştir yedi gün, benzemez hiçbiri diğerine. Kimi durgundur, kimi neşeli… Kimi bulutludur, kimi güneşli. Hep aynı isimleri verir sıradanlaştırırız her birini. Oysa günler de bizim gibidir, her birinin başka başkadır kaderi. Onların kaderleri bizim kaderimizden geçer, bizim kaderimiz günlerin kaderinden. Dünler kardeşlerin en büyüğüdür yarınlar; en küçüğü… Kimiyle dünyaya adım attığımızda tanışırız kimiyle dünyaya veda ederken. Kiminin gölgesi düşer aynamıza dünya evine girerken kimi ezberletir adını “keşke”lerin pençesinde kıvranırken.

 

***

Dünlerin Götürdüğü

Taburcu günü, deriz; mezuniyet günü, teskere günü, tahliye günü, vuslat günü, bayram günü… Gökten yıldız sayar gibi sayarız birer birer. Ya biriktiririz günleri mazi sayfalarında ya harcarız düşünmeden yarınları, sonraki günleri.  Yaşamak yükü, bazen taşımaktır günleri sırtımızda.  Omuzlarımız kanar, dizlerimizin feri tükenir, günleri günlere taşırız farkında olmadan haftaları haftalara. Sırtımızda yük, kalbimizde ümit, bir sonraki günü bekleriz hep. Bahar günleri geçer, yaz günleri geçer. Çocukluğumuz geride kalır, ilk gençliğimiz, gençliğimiz zaman selinde boğulur. Güzel günlere ulaşabilmek uğruna, ezer geçeriz en güzel günlerimizi farkında olmadan. Bulduk sanırız kaybolur, geldik sanırız hayale dönüşür peşinden koştuğumuz güzel günler. Görür, işitir ama asla dokunamayız beklediğimiz güzel günlere. İlkokul yıllarında nerede kaybettiğimizi hatırlayamadığımız sayı boncuğu, küçücük keselerde taşıdığımız renkli fasulyelerdir günler. Bir vakit sonra gün anlarız günlerin vefasızlığını ve o vakit ne doğan güne hükmümüz geçer, ne halden anlayan bulunur… Güvendiğimiz dağlar karlarla kaplanır, güvendiğimiz sularda boğuluruz usul usul.

Hayat denizinde hayalden bir gemiye sığınmaktır güzel günleri beklemek, güzel günlere gün saymak. Dünyaya geliriz, kırk gün sayar annemiz, dünyadan göçeriz kırk gün sayar ardımızdan geride bıraktıklarımız… Kırk gün bekleriz kapısı açılmayan eşiklerde, kırk gün sonra yanar Aslı Kerem’in külleriyle. Babalar gizli gizli bekler askerden döneceği günü oğullarının, anneler belli etmeseler de yazarlar ciğerlerinin bir köşesine gelin gittiği günü kızlarının.

Kalbimizin karanlık kuyularına sarkıtılan nurdan bir urgandır her yeni gün, ona tutunup yeryüzünü seyrettiğimiz de olur onun farkına varamayıp karanlıklarda kaldığımız, bizi bulup kurtaracak bir kervan beklediğimiz de. Oysa günler develeri yüklü yorgun kervanlar gibi gelir geçer önümüzden. Bazen yükünü bırakır ömrümüze bazen yükünü azaltır ruhumuzun. Attığımız adımdır, gördüğümüz rüyadır, göklere açılan avucumuzda gün ışığıdır, kapandığımız secdeden alnımızda kalan izdir günler, tespih taneleri gibi kayar, dolaşır parmaklarımız arasında.

***

 “Dünler, evvelki günler, geçen aylar ve yıllar”

(Ziya Osman Saba)

Yürürüz savrulur ardımız sıra ardımızda kalan günler,  uçuşur kuşlar gibi geçtiğimiz yollarda. Bazı günler yürürken ardımıza bıraktığımız çakıl taşları gibidir ya onlar sayesinde buluruz evimizin yolunu ya onlar yüzünden kayboluruz karanlık ormanlarda.  Biz kaybolsak da kaybolmaz, yok olmaz geride bıraktığımız hiçbir gün lakin uzaklaşır bizden birer birer ve sonsuzluk kervanında yolculuğuna devam eder. Kökleri kalbimizde, izi ömrümüzde uzar gider günlerin kim bilir nereye, hangi ülkeye?

Günlerden bir gün karaya vuran balıklar gibi kıyısına düşeriz bütün günlerin ve o zaman anlarız ancak günler ırmağında yüzdüğümüzü ömrümüz boyunca. Çırpınışların, bekleyişlerin hiç geçmeyecekmiş gibi uzayan saatlerin, çabucak geçen saadetlerin yalnızca kısa bir an olduğunu o vakit anlarız. Anlarız aslında dünyada geçirdiğimiz bir ömrün yalnızca bir günden ibaret olduğunu.. Döner el sallarız hayat köprüsünden; yağmurunda ıslandığımız, soğuğunda donduğumuz, güneşinde yandığımız, ne çabuk geçti, dediğimiz, hiç bitmeyecek sandığımız günlere. Gülümsemeyle, tebessümle, kederle geçen cümle günlerin daha da uzağına düşeriz, yeniden yaşamak mümkün olmaz hiç birini ve geçen cümle günlerin izi siyah beyaz fotoğraflar gibi asılı kalır ruhumuzun duvarlarında.

 

 

 


kırka dair

Kırk, mühimdir.

Dünya ile merhabalaşan yahut vedalaşan herkes için kırk gün sayılır önce. Kırkı çıkan bebek artık alışmıştır dünyaya, kırkı çıkan cenazenin artık alışılmıştır yokluğuna. Ayrılığın, alışmanın, başlamanın, bitirmenin sayısıdır kırk. Masallarda düğünlerin kırk gün kırk gece sürmesi şüphesiz tesadüfî değildir. Bir fincan kahvenin tam kırk yıl hatırı vardır mesela. Kırk akıllı çıkaramaz bir delinin kuyuya attığı taşı. Menkıbelerin bir kısmında karşımıza aksakallı üçler beşler yediler çıkar bir kısmında kırklar. Kırk sözün bir büyü yerine geçeceğini, kırk gün deli, denilen kimsenin delireceğini söyler eskiler.  Rüyalarımız, umutlarımız bazen kırk vakte kalmaz gerçeğe dönüşür. Alibaba kırk haramisiyle kazanır kötü şöhretini. Kırk odalı sarayları bulunan masallarda kötüler kırk katır yahut kırk satırla cezalandırılır. Aynı yastığa kırk yıl baş koymak dünya evine adım atan her çiftin duasıdır ve herkese nasip olmaz mesela. Şair, Hızırla Kırk Saat yazmışsa kitabının kapağına elbette ötelerden aldığı bir işaret vardır. Yunus söz orucunu kırk yıl boşu boşuna tutmamıştır ve boşuna kırk yıl doğru odun taşımamıştır tekkesine. Kırk hadis hıfzeden mahşer günü âlimler zümresiyle haşrolur.

Tıpkı Musa Aleyhisselam’ın Tur Dağında kırk gün kaldığı gibi Nuh Aleyhisselam gemide ve Yunus Aleyhisselam balığın karnında tamamlamıştır kırk günü.

Derviş çilehanesinden bekler kırk gün kırk gece; Aslı, Kerem’in külleri başında… Kapılar açmak, kal’alar düşürmek, gönüller fethetmek için ordular değil kırk yiğit yeterlidir aslında.   Kırk kez anlatırız derdimizi karşımızdaki kişi bizi anlamadığında. Kibrit kutularının üzerinde dahi elli, altmış değil de vasati kırk çöp yazar lakin dikkatini çekmez kimsenin.

Hülasa saymaya birden başlasak da aslında ilk öğrendiğimiz rakam kırktır.

***

Kırk saat, kırk gün, kırk ay nasıl önemliyse insan hayatında kırk yıl da önemlidir elbet. Kırklı yaşlar hem maziye hem müstakbele aynı mesafeden bakılan sıfır noktasında bir istasyondur aslında.

Dalgası asla eksik olmayan dünya sahilinde, geride bıraktığınızı düşündüğünüz izler, kumlar üzerine yazdığınız yazılar varla yok arasında karışır ebed denizine. Yürürken aslında geride hiçbir iz bırakmadığınızı anladığınız vakit, kırklı yaşların basamaklarını çıkmaya başlamışsınız demektir.

Ne kaybettiklerinizin kayıp, ne de kazandıklarınızın kazanç olmadığını bu yaşlarda anlarsınız. Çocukluk, gençlik ve orta yaş yıllarınız hep birilerinin yüzünde tebessüm, kalbinde umut çiçekleri açtırabilmek endişesiyle geride kalır. İyi bir evlat, iyi bir eş ve baba olabilme çabasıyla savrulur takvim yaprakları ardınızda. Kırklı yaşlarda ise hayat sizi kendinizle baş başa bırakmaya başlar. Hızlı akan sularda şekillenen çakıl taşları gibi alışır ruhunuz, gövdeniz zaman ırmağında sürüklenmeye.

Hiç bitmeyecek sandığınız ömür sermayesinin sayılı olduğunun farkına en çok bu yaşlarda varırsınız, hastaneler, ölüm haberleri, mezarlıklar daha çok dikkatinizi çekmeye başlar ve “eskiden” diye başlayan cümleler gayri ihtiyari sıkışıverir cümlelerinizin arasına. Hep yürümekten şikâyetçi olduğunuz hayatın yokuşu birdenbire düzlüğe dönüşür önünüzde. Dünyaya adım attığınız andan itibaren tırmandığınız dağın zirvesidir kırklı yaşlar. Oradan sonrası artık yokuş değil, iniştir. Yeni bir ülke, yeni bir dünya bekler sizi ilerleyen yaşlarda. Tıpkı gençliğe erdiğinizde çocukluğunuzdaki oyuncakların artık hükmünün kalmadığı gibi kırklı yaşlarda da daha evvel geçen hiçbir akçe geçmez. Biriktirdiğiniz sevdalar, hüzünler, ertelediğiniz her şey azığınızda yük olur yalnızca ve birer birer yol kıyısına bırakırsınız bohçanızdan çıkarıp yanınıza aldığınız her umudu, her şeyi. Elmasla kömür birdir bu yaşlarda.

Kemale ermek, biraz da güneşin artık guruba doğru yöneldiğinin farkına varmaktır aslında.

***

Dünyaya gelişini daha dün gibi hatırladığınız çocuklarınız çoktan gençliğin eşiğine varmıştır siz kırklı yaşlara ulaştığınızda ve daha dün dizleri dibinde uyuduğunuz anne babanız hayat koşusunu çoktan bitirmiş birer ihtiyardır. Arkadaşlarınız, dostlarınız daha sık telaffuz etmeye başlar saçınızdaki, sakalınızdaki beyazlığı ve aynalarda sizi her sabah başka bir yabancı karşılamaya başlar.

Kırklı yaşlar yavaş yavaş hayatın gerisinde kaldığınızı hissettiğiniz yaşlardır biraz da. Artık kimselerin dinlemediği türküler, okumadığı şiirler dolanır dilinize. Bir zamanlar heyecanla okuduğunuz kitapların kapağı, sayfaları sararmıştır. Altını çizdiğiniz satırların mürekkebi nemlenmiştir. Sevdiğiniz bütün renkleri biraz eskitmiştir güneş yahut gözlerinizin feri sönmeye başlamıştır da siz farkında değilsinizdir.

Her şeyi bırakıp gidecek bir yolcunun mahcubiyeti, çaresizliği, hüznü, ayrılık sancısı çoktan oturmuştur da içinize arada bir yutkunur, söyleyemezsiniz.

***

Nasılsınız, diye sorulduğunda tebessüm yerine hüzünlü şükürler dökülür dilinizden bu demlerde. Yaşamak biraz da yeni ağrılarla uyanmaktır her sabah…

Baharın, sonbaharın renkleri de değişir kırklı yaşlarda. Ne gökyüzü mavidir ne gül kırmızı ne papatya beyaz. Haftalar günler kadar hızlı geçer, günler saatler kadar… Dinlenmek için gölgesinde oturduğunuz ağaçlar size yorgunluğunuzu fısıldar, yaprakları sararmış çiçekler faniliğinizi.

Her gün batımında onlarca gün birden batar içinizde. Gece, karanlığını kabirden alır da sarar sanki etrafınızı. Geceleri bir hayal perdesi iner gözleriniz önüne. Keşkeler, pişmanlıklar, küçük saadetler, hüzünler geçiş töreni yapar zihninizde. Bir başkasının hikâyesini izler gibi seyredersiniz o perdede çocukluğunuzu, gençliğinizi, orta yaşlarınızı. Geride kalan mutluluklar, kederlerle kol koladır. Kendinizi yoklarsınız; yeni başlangıçlar için takatiniz yoktur, her şey bitti demek için çok erkendir… Oysa bitmiştir her şey. Artık ilk limanda inecek yolcusu sizsinizdir dünya gemisinin. Her sabah biraz daha solgun doğar güneş. 

Sükûnet limanının uzaktan göründüğü yaşlardır kırklı yaşlar. O limana yaklaştıkça eşyanın, dünyanın sırı dökülür usul usul; lakin hakikatin rengine aşina değildir gözleriniz. Bir ömür peşinde koştuğunuz, uğrunda tüm sermayenizi harcadığınız her şeyin kocaman bir seraptan, hayal kırıklığından ibaret olduğu gerçeğini geç de olsa hissedersiniz bu yaşlarda. Bitiş çizgisi uzaktan görünmeye başlar, koşmakla koşmamak arasında bir endişe dolaşır ayaklarınıza her adımda

***

Yıllar yılı yolunuzu ayırmadığınız dostlarla vedalaşmaya başladığınız yaşlar da kırklı yaşlardır. Kimiyle vedalaşmaya, helalleşmeye vaktiniz bile olmaz kimi sular yükseldikçe kaybolan kayalıklar gibi kendiliğinden silinir, kaybolur gönül ufkunuzda. Artık dostlarınız yerine en az onlar kadar ağrıkesen yahut yan etkileri de olan ilaç kutularıyla arşınlarsınız yolları. Yirmi beş yaşınızda çözemediğiniz tüm problemleri bu yaşlarda çözer, anlayamadığınız her şeyi bu yaşlarda anlamaya başlarsınız. Yine de berberde önünüze dökülen saçlarınız, artık yaz mevsiminde dahi ısınmayan parmak uçlarınız hüzünlü bir ezgi gibi sızlatır içinizde bir yerleri.

Ayrılık sahnelerindeki son bakışın durağıdır kırklı yaşlar. Dönmenin imkânsız olduğunu bilirsiniz ancak fersiz gözlerinizle son bir kez bakmak, göz göze gelmek istersiniz geride bıraktıklarınızla.

Kırk, mühimdir zira ayrılığın, alışmanın, başlamanın, bitirmenin sayısıdır o.

 


"uçun kuşlar"

hüseyn kaya

Bazen ümit tükenir, dünya puslanır. Her şey sıradanlaşır. Yürünmekten ezberlenmiş yollar, durmadan aynı noktaya gelen saat, aynı rakamları tekrar eden takvim; balçıktan bir usanç sahiline taşır sizi. Uyku ile uyanıklık arasında bir uçuruma dönüşür her eşya, her şekil. Güneş görünmez, renkler seçilemez olur… Sonra ansızın bir gölge savuşur başınızın üzerinden, pencerenin önünden bir ses gelir, adımınızı attığınız yerden bir kuş havalanır yahut sessizliğin ortasında billurdan bir ses yankılanır aniden. O demde bir kıpırdanma olur içinizde, bir tel titrer. Sessizlik bozulur, güneş gösterir mütebessim yüzünü ve yeniden çağırır hayat tüm renkleriyle sizi bahçesine.  Ruhunuzun derinliklerinde bir çift kanat sesi duyarsınız ve küçücük bir aks-i seda. Nedenini anlayamazsınız bu ani iyileşmenin. Her şey yeniden başlar.

***

Yeryüzünde garip, gökte muhacir;

Bilinmez vatanı, nereli kuşlar

(Berat Demirci)

Sanki ezeli bir bağı vardır dünyadaki kuşların tümüyle kalbimizin, ruhumuzun. Sanki gökyüzünde değil de ruhumuzda süzülür kuşların bazısı. Bu yüzden gökyüzünde süzülen kuşlara bakmak huzur verir içimize. Sonsuz maviliğin altında süzülen ruhumuzdur sanki kuşlar değil de.

Her yaşta her gün yeniden acemisi olduğumuz dünyada; kuşlardan öğreniriz yaşamayı aslında. Onlara özeniriz ömür boyu. Kuş masallarıyla, ninnileriyle büyütürüz çocuklarımızı ve kuş resimleriyle donatırız dört bir yanımızı.

Seher vakti zikre durmayı, dallardan çamurlardan yuva kurmayı kuşlar öğretir bize. Onlardan öğreniriz güneşli günlerde şarkı söylemeyi, yağmurlu vakitlerde saçak altlarında beklemeyi. Onlardan öğreniriz sabahın ilk ışıklarıyla rızık bulabilmek için evden ayrılmayı, akşam güneş batar batmaz tekrar eve dönmeyi, geride bıraktıklarımızı özlemeyi, çocuklarımızı sevmeyi ve vakti gelince yuvadan uğurlamayı.

Göçmen kuşlar gibi dolaşır kimimiz iklimden iklime, kimimiz serçeler gibi şehirlere tahammül edebilme derdinde. Lügatlerden değil kartallardan biliriz hürriyetin ne manaya geldiğini. “Ah vatan” diyen bülbülden biliriz vatanın kıymetini ve yine bülbülün yanık sesinden öğreniriz hicranı, muhabbetin derdini. Turnanın avazı ayrılığın gurbetin sevdanın türküsü olur dilimizde:“Garip bir kuştu gönlüm ∕ Eline düştü gönlüm”…  “Gönül” deriz göğüs kafesimizin içinde çırpınıp duran, bizi halden hale koyan adını koyamadığımız kuşun adına.

***

Her şey ağır gelir de gökyüzüne yalnızca kuşlar ağır gelmez.

Göklerde kurulu bir medeniyettin kutlu mensubudur kuşların her biri. Tıpkı insanlar gibi her biri ayrı bir kavim her biri ayrı bir mizacın sahibi. Kimi gururlu kimi mütevazı kimi sesinin kimi renginin güzelliğine düşkün. Kimi dağlara kurar yuvasını kimi ağaç dallarına, saçak altlarına. Kimi neşeyle dolaşır gökyüzünde kimi hüzünle. Kimi tek başına arşınlar mavi göğü sahibinden kaçmış uçurtmalar gibi kimi sürüyle…  

***

Kendi hoş kendi masum sesinizle,

Siz söyleyin garipliğimi kuşlar

(Cahit Sıtkı)

Acziyeti, merhameti, letafeti, naifliği de kuşlar fısıldar ruhumuza. Kanadı kırık bir şahin, kör bir serçe, yuvası dağılan bir üveyik, çöp karıştıran bir martı, karga ömür boyu zihnimizden, kalbimizden silinmeyecek hayat bilgisi dersini verir de bize uzaktan uzağa ya dinleriz ya dinlemeyiz.

Mahkûmların, esirlerin, hastaların, yalnızların can dostu; yoksulların, gariplerin, mağlupların can şenliğidir kuşlar. Onlardır dağların ardından kanatlarıyla sılayı gurbete taşıyan, kalbin buğusunu silip hicran bulutlarını dağıtan. Onlardır yoksul sofraların bereket getiren mübarek misafiri.

Kuşların cümlesi, ezeli ve ebedi bir lisan ile melekler gibi söyleşir. Çiçeklerin, yağmurun, rüzgârın lisanını bilenler elbette kuşların dilini de bilir ve kuşlar nazenin pınarların, ılık meltemlerin diliyle anlatır kanatlarının altında sakladıkları, taşıdıkları hakikatleri kendilerini dinleyenlere. Çiçekler, yağmurlar, ağaçlar, kelebekler gibi kuşlar da kâinat kitabından bir sayfadır harfleri serpilmiş gökyüzüne.

Biz kendi aralarında konuşuyor sansak da kuşları onlar bize bizim, dünyanın hikâyesini anlatır durur kendi dillerince.

Her vakit göremeyiz, hissedemeyiz belki; lakin kuşların olduğu yerde ümit ve sevinç daima saklı durur bir yerlerde ki ümit ve sevinç de aslında bir kuş tedirginliğiyle gelir tüner içimize ve ürküp gider içimizden.

Gökyüzünün muzip, mahzun ve masum çocuklarıdır kuşlar.

Sevdiğimiz herkesin suretinden bir ışık, sesinden bir yakınlık taşır bazıları kuşların. Neşeyi, huzuru çağrıştıran kuşlar kadar ayrılığı, ölümü, faniliği çağrıştıran kuşlar da dolaşır başımızın üstünde. Onların çırpınışları, sesleri ya hasret taşır dünyamıza ya yalnızlık. Hüzünlü kuşların tünediği hatıraların yeri asla soğumaz zihnimizde.

Sessiz vedaların şahidi, kimsesizlerin uğurlayanıdır terminal, istasyon, liman kuşları.

***

Kuşlar uçtukça döner dünya, değişir mevsimler. Kuşlar uçtukça yürür kervanlar ve mütebessimdir gökyüzü.

Kuşsuz dünya kadar dünyasında kuşlara yer vermeyen insanlar da eksiktir biraz.

Kuşlar olmasaydı şarkılar, türküler, şiirler yarım kalırdı muhakkak. İçinde rengârenk kuşlar uçan masallar olmasa, uyku tutmazdı çocukları uzun kış gecelerinde. Kuşlar olmasaydı kuşluk vaktinin ne adını bilirdik ne manasını. Çiçeksiz bahçe, yıldızsız gece gibi olurdu gökyüzü kuşlar kanat çırpmasaydı ufuklara doğru. Güvercinler olmasa mektuplar da kanatlanmazdı bir gönülden bir gönüle. Martılar olmasa eksik kalırdı sonsuzluğun bir parçası. Sığırcıklar olmasa köy evlerinin bacaları bayram yerine dönmezdi akşam vakitleri. Yusufcuk kuşunun iniltisi olmasa dağlarda kim hüzne boyardı geceyi.

İster yaz olsun mevsim ister kış; ister gece olsun ister gündüz rahmetin ve merhametin bin bir tecellisini yüklenerek küçücük omuzlarına savrulurlar yapraklar gibi rüzgarın önünde kuşlar.  

Hey benim ömrüm kuşu, kande varasın bir gün

Ecel arayı görür, ele giresin bir gün

(Yunus Emre)

Her yaşta her gün yeniden acemisi olduğumuz dünyada kuşlardan öğreniriz yaşamayı aslında. Öldürmeyi değilse de ölmüşlerimizi toprağa gömmeyi, insanlara yakın durmayı, her sesle irkilmeyi onlardan öğreniriz.

Kapımızın, penceremizin önünde, ağaçların tepesinde, dağların yücesinde, hürriyetlerini kıskanıp da içine tıktığımız kafeslerin gerisinde bize daima faniliğin şarkısını söyler kuşlar. Kaybettiğimiz her şey kuş olup süzülür gökyüzünde. Bu yüzden çoğunlukla anlamayız, öğrenmek istemeyiz kuşların dilini. Bu yüzden özlemle bakarız bizden uzaklaşan bütün kuşların ardından. Uzanıp da yetişemediğimiz eski günler, kalbimize konup göçen yitik sevdalar, bir türlü elimizde avucumuzda tutamadığımız, renkli kanatlarını bize bırakarak uçup giden gençliğimiz, her sabah takvimlerden bir sayfasını daha rüzgâra verdiğimiz ömrümüzün uçuşan yapraklardır kuşlar.


ekim, 2014

 


"hastane önünde incir ağacı"

Her sabah bizi karşılayan günün yeni bir gün, uyandığımız her sabahın yeni bir sabah olduğunu hakikati zamanla uzaklaşır kalbimizden. Çoğu zaman ezberden yaşarız hayatı. Aynı gün ve ay isimlerini tekrar eder dururuz ve aynı dairenin içinde dönüp duran uzun bir rüyaya dönüştürürüz ömrümüzü.  Aynı yollardan yürürüz aynı yüzlerle karşılaşırız her sabah. Baharın geldiğini yazın bittiğini yolumuz üzerindeki ağaçlardan biliriz yalnızca. Kuşlar boşu boşuna öter her sabah, her akşam çığlık çığlığa boşu boşuna döner gökyüzünde. Günler, haftalar aylar hatta seneler birbirini tekrar ederken, usul usul terk eder bizi dünya, terk eder bizi hayat.

Ölüm ya da ayrılık çalmadan kapımızı sıyrılmaz dünya perdesi gözlerimizden.

Ölüm kadar ayrılık kadar apansız kapımızı çalan hastalıklar vardır bir de bizi içinde savrulduğumuz dünya telaşının kenarına savurup bırakıveren.

Değiştirir, yeniler, başkalaştırır hastalıklar da hayatımızın renklerini. Geleceğe, yarına hatta birkaç dakika sonrasına dair yaptığımız tüm planlar hükmünü yitirir hastalık kolumuza girdiği andan itibaren ve ayrılıklar, ölümler gibi hastalıklar da daima vakitsiz gelir.

Oysa akşama gelecek misafirleriniz vardır, hafta sonuna bıraktığınız bir yığın işiniz... Kaçırılmaması gereken buluşmalarınız yahut öğrenciyseniz çalışmanız gereken sınavlarınız… Yıkanacak bulaşıklarınız, ütülenecek çamaşırlarınız vardır belki…

Kısa bir sessizlik düşer bütün telaşların ve hızla akıp giden zamanın tam orta yerine. Böler her şeyi, tüm planları. Kareler yavaşlar, sesler uzaklaşır, gözler kararır. Zamanın ve dünyanın üzerinden bir başkasını seyreder gibi seyredersiniz kendinizi. Gölgeniz dâhil her şey kalır bıraktığınız yerde, ya yitirir eski manasını ya da yeni bir yüz bulur kendine.

Aniden hissettiğiniz bir sancı, baş dönmesi yahut uzun zamandır sizi yoklayan fakat geçiştirdiğiniz bir ağrı, nereden çıktığını anlayamadığınız bir araç, küçücük bir dalgınlık sonucu dolaşan ayaklarınız sizi götürür ve bırakır yeni bir hayatın, dünyanın eşiğine. Düştüğünüz yerden örtülür üzerinize dünyanın kapıları.

***

Olmayınca hasta kadrin bilmez âdem sıhhatin

(Fıtnat Hanım)

Uyanırsınız loş hastane ışıkları altında. Uyanırsınız, kirli tüller savrulur yüzünüze. Uyanırsınız, başucunuzda size bakan ıslak gözlerle karşılaşarak.

Zaman değişir, mekân değişir. Günlerin, ayların adı değişir. Yeni bir âleme açarsınız gözlerinizi. Gitmekle kalmak, ayrılıkla vuslat arsında bir mekândasınızdır, hiçbir atlasta görünmez, bulunmaz haritası yerinizin.

Ölüm kitabından kısa bir cümledir hastalık, düştüğü bedeni üşütür. Titreyişler, sayıklamalar bu yüzdendir biraz da.

Hasta iken daha bir hasretle bakarsınız sevdiklerinizin yüzüne. El ele, göz gözeyken de onları özleyebileceğinizi hastalıklar öğretir. Rüzgârın, yağmurun, bulutun hatta başucunuzda tebessüm eden çiçeklerin aynı lisanı konuştuklarını hastalandığınızda fark edersiniz. Uzak diyarlardan haber taşımanın yorgunluğuyla savrulur bulutlar uzaklarda ve kuşların başka zamanlarda asla duyamadığınız şükür sedaları yankılanır ruhunuzda. Tüm sarılmalara, vedalara, helalleşmelere siner ağır kokusu ölümün. Kahkahalar öksürüklere dönüşür, tebessümler yerini inlemelere bırakarak uzaklaşır yanınızdan.

Geceler sabaha değil bir sonraki geceye uzar çoğu zaman. Hastanelerde de en az hapishanelerdeki kadar yavaş geçer zaman. Zamanın sahibini bulduğunda akrep ve yelkovan dakikalara, saatlere, takvimlere değil tespih tanelerine bölünür vakit.

***

Hastane önünde incir ağacı

(Yozgat Türküsü)

Yalnızlığın en acısının tadıldığı yalnızlıklar ülkesidir hastaneler. Orada kahkahaların yerini öksürükler, tebessümlerin yerini inlemeler alır. Acılar, üzgünlükler işler yüzünüze desenini. Hastaneye yolu düşen herkes biraz tedirgindir zira binbir kapısı vardır hastanelerin ve şifaya açılan kapılar kadar ölüme, başka hastalıklara, bilinmezliğe açılan kapıları da vardır.

Hastalar,  hasta yakınları kadar hastaneler de çoğu zaman kederlidir ve hüzünle misafir eder kapısından içeri girenleri. Her hastane bilir ki kimse sevinçle atlamaz bu eşikten içeri.  Ne pencerelerden içeri giren solgun gün ışığı ne de sabahlara kadar yanan flüoresan lambalar silmeye yetmez hastanelerin ruhundaki melali. Bahçelerinde türlü ağaçlar boy atsa da, kuşlar çatılarında kanat çırpsa da hüzünlüdür hastanelerin her hali.

Dünya, hastanenin kirli pencerelerinin arkasından çağırır sizi. Dilinize dolanan türküler, mısralar bıçak gibi dolanır damarlarınızda.

Sevinçlerle hüzünlerin yan yana hatta iç içe yaşandığı yerlerdir hastaneler. Hastanelerde yürür damarlarınıza ümidin en diriltici olanı. Yanık türküler, içli ağıtlar gibi en samimi dualar hastanelerden yükselir arşa doğru. Bu yüzden hastaneler bazı hastalar için biraz da ibadethanedir. 

Eğer uzun süre kalmışsanız hastanede ilaç ve kolonya kokusunu kendi evinizin kokusu gibi benimser, hissetmez olursunuz bir süre sonra ki aslında ölümün kokusudur biraz da alıştığınız.

Kimileri için gözlerin dünyaya açıldığı ve kapandığı bir istasyondur hastaneler ki dünya ile orada merhabalaşır, dünyaya oradan elveda der.

Kalabalıklar içinde olsanız da yalnızlık durmadan acıtır bir yanınızı hastanelerde. Orada cümle varlığınız acılarınız ve yaralarınızdan ibarettir.  Bütün teselliler dağların ardında, bilinmeyen uzak şehirlerde kalmış gibidir. Kendi karanlığıyla kalan kalbiniz bütün gölgelerden sıyrılır bir zaman sonra ve asıl sahibini arar, ona yönelir hastalık hallerinde. Ağrılarınız, hastalığı gönderenden bir çağrı, davetiyedir size. Davete icabet edersiniz Eyyüb gibi ve sizi sarsan her sızıyla dünyanın zehirli oklarından birinin daha ucu çıkar kalbinizin derinliklerinden.

Önce kalp hisseder hastalığı da şifanın dirilten iksirini de.

***

Hastayım ama ne kadar güzel

Gidiyor yüzer gibi, vücudumun bir yeri.

(Fazıl Hüsnü)

Her hastalık şifasını da taşır ruhunda ve şifa ancak kendisini kendi diliyle çağıran hastaya gider.

Kaç diploma sahibi olursak olalım hastalıklar kadar öğretmez hayatın, sıhhatin anlamını hiçbir okul. Derinden alınan bir nefesin kutsiyeti, besmele ile içtiğimiz bir yudum suyun bir lokma ekmeğin hakiki değeri hastalıklarda çıkar ortaya.

Bizi yeniden dünyaya bırakıp da yanımızdan ayrılan her hastalık hayat, dünya, ölüm ve sevdiklerimize olan bağlarımızı yeniler, değiştirir. Bilinir ve yaşanır ki ancak hastalığın sahibidir şifanın da sahibi.

Hastalıklar, şifasıdır kalbin, hastalık acısı görmeyen kalbin derinliklerinde paslanır kalır dünyanın kirli hançeri. Hastalık acısı görmeyen kalp güneşi görmeyen meyve çekirdeği gibi kurur kalır olduğu yerde.

 


dağların türküsü

En az ırmaklar, denizler, bulutlar kadar dağları da sevmeli, özlemeli insan. Bir dost yüzünü hatırlar gibi aralayıp perdeleri uzun uzun onları seyretmeli ve sessizce dertleşmeli dağlarla uzaktan da olsa; zira dağların kederinden biraz keder, kaderinden kader düşmüştür muhakkak hepimizin payına.

Dağlar da bize benzer, cümlesi suskun görünse de uzaktan, her birinin ayrı lisanı, her birinin ayrı mizacı, derdi vardır. Kiminin bağrında serin dereler çağlar kiminin yücesi daima borandır, kardır. Kimi yol vermez geçit vermez, kiminin yüreği yufkadır. Bazı dağlar yalnızlığını bulutlarla paylaşır bazıları eteğinde misafir ettiği kurtla kuşla söyleşir. Mor koyunlar mor dağlarda dolaşır, ulu dağlar bulutlarla yarışır. Bazıları kardan yorganlarla sarılıdır, bazıları yemyeşil ormanlarla. Bilirler ki insan kavuşsa da insana dağ dağa kavuşmaz… Onların yazgısı beklemek, özlemek, bir ulu bilge gibi öylece suskun kalmaktır yeryüzünde. Bilirler ki nasıl berkitildilerse toprağa, günü gelince öyle de yürüyecek, savrulacak, eriyecekler.

Biz de biliriz aslında bu hakikati ancak yine de tüm ayrılıklarda sitemimiz onlaradır, tüm gurbeti onlardan bilir, hasretlerin vebalini onların sırtına yükleriz. Memleketin, ana babanın, yârin, evladın hasreti gönle dolduğunda ondan yol ister ona sitem ederiz.

***

Karlı dağlar karanlığın kalktı mı

(Sivas Türküsü)

Ne kadar bağrından geçen yollara müsaade ederse etsin her dağ biraz kafdağı’dır aslında. Her dağın yücesinde bir Anka kuşu muhakkak yuva kurmuştur ve bizler yalnızca bir yüzünü görsek de dağların her dağın arkasında başka başka dünyalar saklıdır. Günler ve mevsimler dağların zirvesinden yuvarlanarak iner düze. Güneş önce dağlara göz kırpar ufuklardan ve gece siyah saçlarını önce dağların eteklerine döker. Bahar, rengarenk fırçasıyla önce dağlara çizer sevincini, heyecanını ve kış en çok ona misafir olur. Rüzgarın, yağmurun, karın, dumanın ana ocağı; kurdun kuşun, çiçeğin böceğin öz ülkesidir dağlar ve tavşan dahi küsse ona, incinir kalbi.

Her şehrin, kasabanın, köyün kıyısında bir ve bu dağa giden kıvrım kıvrım bir yol olmalı. Etrafında dağ bulunmayan şehirlerin, kasabaların, köylerin resimlerde, fotoğraflarda dahi eksiktir daima eksiktir bir yanı.

Dağları görmeyen, bilmeyen, zirvesine ulaşmak için ter dökmeyen, ne yüceliği anlayabilir ne acziyeti. Ruhumuzun karşısına dikilmiş bir ayna gibi onlarda kendimizi seyreder, kendimizle söyleşiriz onlarla göz göze geldiğimizde. Tıpkı sevda gibi, yağmur gibi şairin kalbine kelimeler fısıldayan bir dili vardır dağın. Şairler dağlardan ilham alır, ressamlar meftundur dağların duruşuna. İlham, dünyanın yaratıldığı günden beri dağlarda yankılanan bir aks-i sedadır duyabilenler için.

Yeryüzünün neresinde dolaşırsak dolaşalım yalnızca dağ başlarında kendimizin farkına varır, kendimiz oluruz. Bildiğimiz tüm türküler, şiirler gelir dolanır dilimize. Suların, rüzgârın, kuşların, böceklerin sesi açık bir yaraya değer gibi dokunur ruhumuza. Bulutlara, yıldızlara yaklaşmak, rüzgârlarla sarmaş dolaş olmak arındırır bizi dünyanın tozundan kirinden. Ezeli ve ebedi bir ahengi duyar, onun coşkusuyla bakarız ayaklarımız altına serilen toprağa. Hayretin, hürriyetin ve şükrün eşiğidir zirveler.

***

Erenlerin hepisin gördüm bir dağ içinde

(Yunus Emre)

İnsanlardan, şehirden ümidimizin bittiği yerde her şeyin aşağılarda kalacağı bir ülke ararız, o vakit, sıyrılmamız için kalabalıklardan, ayaklarımız bizi sürükler bir dağ yoluna… Yürüdükçe, tırmandıkça azalır şehrin omuzlarımızdaki yükü. Yürüdükçe kalbimize biraz daha yaklaşırız. Yürüdükçe gelir ve bulur bizi içinde dağ geçen her türkü.

Herkesin, her şeyin yüzünden perdelerin sıyrıldığı vakit dağlar gel eder, bize ve çağırır kalbimizi hürriyete, sadeliğe. Bu yüzden; suskun Yunus için menzildir dağ, kan ter içinde kazma sallayan Ferhat için ümit… Yakup Aleyhisselam için eteğine kurduğu hüzün evidir, Musa Aleyhisselam için vuslat yeri. İsa Aleyhisselam için çileden kurtuluşun mekanıdır dağ, Nuh Aleyhisselam için yeni bir dünyanın eşiği ve Peygamberimiz için inziva diyarı, kutlu selamın, kelamın yeryüzünde yeniden karşılandığı mübarek mekandır dağ.

***

Baktığın dağların düşüncesi bile ağlatır beni

(Cahit Zarifoğlu)

Kalbimiz yorulduğunda, kırıldığında, kelimeler lal olduğunda, ruhumuz daraldığında bir dağ arar gözlerimiz ve her dağa bakışımızda bir vahiy aydınlığı dolar onun duruşundan, halinden dünyamıza.

Ezeli bir aşinalıktır dağlar dağların ruhumuzda uyandırdığı yankı. Merhametin, bereketin, kudretin ve azametin resmidir yeryüzüne sıra sıra serpilen dağlar. Eline kalem kâğıt tutuşturulan her çocuğun, tebessüm eden bir güneşin hemen altına dağ resimleri çizmesi boşuna değildir şüphesiz ve yine sebepsiz değildir çocukların; annelerini, babalarını dağlar kadar sevmesi.

Dağ, dünyadır. Suyumuz onun bağrından süzülerek gelir avuçlarımıza, yiyeceğimiz onun duldasında yetişir. Onun sinesinde güvende hissederiz kendimizi, onun eteklerine kurarız evlerimizi. Onun toprağını, taşını adımlayarak uzanırız gökyüzüne, yıldızlara. Tıpkı evlerimizin duvarları gibidir dağlar; güveni, huzuru ancak dağların arasında yaşar, hissederiz. Dağları olmasaydı dünyanın denizleri de olmazdı ırmakları da… Dağları olmasaydı dünyanın kurtları da yuvasız kalırdı kuşları da…

***

bir dağ bir dağa nasıl söylerse derdini
biriktir şarkıları içinde sen de bir dağı bekle

(Hüseyin Alacatlı)

Boşuna dağ gibi, demeyiz dostumuza, babamıza, gönül ustamıza. Dağların sükunetini, sadeliğini, güvenini ararız baktığımız her surette. Dağlar olmasa derdimizi kime söyleriz, hasretimizi, dünya sürgünlüğümüzü kiminle böleriz. Dağlara olmasa kime yaslanır, yoksulluğumuzla, yalnızlığımızla kime sesleniriz. Dağlar olmasa kim yanar bize kim ağlar, kim karşılık verir feryadımıza. Dağların bunca yüceliği bizim onlara yüklediğimiz dertten, elemdendir biraz da. Dağlar kabullenir cümle yükü, kahrı, sitemi. Dağlar her zaman hazırdır dinlemeye içimizden geçen türküleri.

Önümüzde perdedir dağlar kimi zaman; ayrılığın, gurbetin perdesi. Dağların ardındadır bütün sevdiklerimiz, bütün hasretlerin biteceği sıla. Ümitler de dağların ardındadır yalnızlıklar da. Kimimizin sevdası, kimimizin vedası, kimimizin yası saklıdır dağların heybetinde.

***

Ki nesi kalır dünyanın
Dağları çeksen aradan?

(Arif Nihat Asya)

Hayat, ömür bir dağdır eteklerine bırakıldığımız. Zaman, bizi üşüten, savuran rüzgar… Nefesimiz, gücümüz tükenene kadar yürürüz yokuşlarda.

Dağ, en açık mecazıdır dünyanın, ömrün ve hayatın. Hem gözlerimizin önünde yükselir sıra sıra hem kalbimizde, ruhumuzda. .