30 Temmuz 2020 Perşembe

ramazan denilince

Şüphesiz ramazan ayı güzelliklerin ve artık sıradanlaşan ifadeyle rahmetin, bereketin ayıdır ve bu aya dair hatıralar da hep bu yönde izler taşır. Olumsuz sayılabilecek küçük şeyler dahi bu ayla hatırlandığında kalbe bir ferahlık eser, yüze tebessüm gelir. Mutlaka hüzünle gelen, hüzün çağrıştıran ramazanlar da bırakmışızdır gerilerde ancak hüzünlü hatırlar her dem anlatılmaz herkesle paylaşılamaz bu yüzden siliktir bu tür hatıraların bir ucu…

Gurbette oruçlu olmanın ne anlama geldiğini sevinciyle, hüznüyle ilk kez üniversitenin birinci sınıfında yaşadım.

Kaderin bir araya getirdiği altı arkadaşımla tez vakitte birbirimize alışmış aynı evi, sofrayı paylaştığımız gibi yalnızlığı ve çocuksu gurbet acılarını da paylaşır olmuştuk. Telefon kabinlerinden memleketle yapılan her telefon sonrası herksin gözünde aynı hüznü görmek mümkündü. Her birimizde başka iklimlerin, hayatların izi vardı ancak hiçbir şey “gurbet” kadar dokunmadığından kaynaşıvermiştik.

Emin Manisa’dan gelmişti Van’a ve muhtemelen oruçsuz ve namazsız geride bırakmıştı yaşadığı yılları. Bazı sabahlar namaza uyandırmak için odasına vardığımda, sabah namazını az evvel yatsıdan kalan abdestle kıldığını söyleyip uykusuna devam ederdi. Çoğu zaman cemaat olmaya çağırdığımızda; kıldım, dediği namazlar için hep Allah kabul etsin, dedik ve bu anlamda hiçbir sıkıntı yaşamadık onunla, ta ki ramazanın ilk günlerinde ilahiyat fakültesinde yeni göreve başlayan bir hocamızın iftar davetine kadar.

İftara gider, teravih namazını dönünce evde kılarız düşüncesiyle gittiğimiz davette izzet ü ikram fazla olunca vakit teravihe dayandı ve namazın o vakitte orada eda edilmesi kaçınılmaz hale geldi. Emin biraz da yaşımız birbirine yakın olduğu için bu tür mekânlarda hep yakın olurdu bana ve yanımda durdu namaza.  İlk rekatlarda uzun uzun esnedi, orasını burasını kaşıdı her selamdan sonra  kaş göz işaretleriyle namazın ne kadar kaldığını sorduysa da ortalara doğru haylaz çocuklar gibi iyice namazdan uzaklaşmaya başladı. Yanımda olması hasebiyle görmezden gelemiyordum lakin elimden de bir şey gelmiyordu. Kıyamda elini kaldırıp usanç harekeleri yapıyor, arada saftan çıkıp geliyordu. Boks antrenörleri gibi her selam sonrası verdiğim kısa telkinlerle namazı bitirdi Emin ve dua sonrası uzandı oturduğu yere. İniltiye benzer bir sesle; ne bu namazın adı Allah aşkına, diye sordu. Teravih dedim… Herkesin mütebessim bakışları altında doğruldu Emin, kulağıma yaklaştı yorgun ve muzip bir eda ile vallahi, dedi; Allah eğer bunu da kabul etmiyorsa öteki vakitlerde boşu boşuna siz Allah kabul etsin diyorsunuz birbirinize… Sonraki iftar davetlerinin hiç birine geldiğini hatırlamıyorum Emin’in.

 

***

 

Küçük ve şirin bir kasabada başladım öğretmenliğe, hani resmini çekip uzaktan kartpostal niyetine duvarınıza asabileceğiniz güzellikte bir kasaba… Haftada bir gün kurulan pazarı ve yalnız o gün açık olan lokantasıyla, iki küçük marketi, her gün şehre giden belediye otobüsüyle uzaktan bir öğretmen cennetini andıran bu kasabanın tek eksiği vardı o da kiralık ev… Beraber göreve başladığım arkadaşım dış cephesi halen sıvanmamış bir eve maaşının yarısını veriyordu ve ben de araya tanıdıkları koyarak tek göz bir depo bulmuştum kendime ev niyetiyle. İki marketten birinin deposuydu işte burası. Her şeye rağmen plastik topların, çocuk bezlerinin, sıvı yağ tenekelerinin arasında kendime bir dünya kurabilmiştim üç beş haftada. Zaten sonrası ramazan…

Orucun ilk günü ikindi vakti ekmek almaya vardığım fırını kapalı buldum. İftara doğru açılır düşüncesiyle beklemeye başladım. Ne beklediğimi soran bir amcadan acı hakikati öğrendim… Meğer civar köylerin tamamı ekmeklerini gelir ramazanda bu kasabadan alırlarmış ve ekmek bittiğinde kapanırmış fırın.

Çaresiz evin, yani deponun yolunu tuttum. Eve çıkmadan önce bakkaldan iki paket bisküvi aldım. Biri iftar, biri sahur için…

Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler diyen Marie Antoinette’i düşündüm hem iftarda, hem sahurda. Bana göre haklıydı.

Durumu anlattığım arkadaşlar sayesinde ramazanın sonraki günleri bol davet ve farklı yemeklerle geride kaldı.

Aradan on küsur yıl geçti.

Hani birileri için ramazan hep; horoz şekeri, hurma, tulumba tatlısı, güllaç çağrışımları yapar ya zihnim bunların üstüne bir de pötibör bisküviyi çoktan eklemiş bile…

 ağustos, 2011


"bunca varlık var iken"

Allahım,

beni fakir olarak yaşat,

fakir olarak ruhumu kabzet,

kıyamet günü de fakirlerle birlikte haşret.

 (Hadis-i Şerif)

 Yolunu şaşıran göçmen kuşlar gibiyiz yeryüzünde. Sürekli bocalıyor dönüp dolaşıyoruz aynı boşlukta kocaman dairler çizerek. Ne gitmemiz gereken yere yaklaşabiliyoruz ne de bulunduğumuz yerden uzaklaşabiliyoruz.

Adımlarımızı açabildiğimiz kadar açıyoruz ve durmadan arşınlıyoruz nefes nefese niçin yürüdüğümüzü bilmediğimiz yolları… Şaşkın ve telaşlıyız. Oysa bir an durabilsek yahut yavaşlayabilsek durulacak dünya ve önümüzü görebileceğiz, aynı yerde dönüp dolaştığımızı fark edip belki yönümüzü tayin edebileceğiz.

Dünya büyüyen bir çöle dönüşüyor içimizde kendisinden aldıklarımızla. Dünyaya, dünyadan olan her şeye sarılıyoruz mecnun sarhoşluğuyla. Uzandığımız her şeyin bir serap olduğunu unutup kıyı kıyı, kuyu kuyu dolaşıyoruz yüzümüzde tebessümlerle. Farkına varmıyoruz, dünyanın zehirli balı yayılıyor usul usul bedenimize.

Sahip olduklarımız kadar köle, terk ettiklerimiz kadar hür olduğumuzu unutuyoruz.

Tuzlu sularla gidermeye çalışıyoruz susuzluğumuzu. Ruhumuzdan, ömrümüzden hep bir şeyler vererek karşılığında dünyayı alıyor, ona sahip olduğumuzu düşünüyoruz. Tüketiyor ve tükeniyoruz daireler çizerek.

Bir felaketten, canavardan kaçar gibi yokluktan, yoksulluktan kaçıyoruz ardımıza bile bakmadan.

Her şeyimiz olsun, istiyoruz; oluyor… Her şeye sahip olma derdimize gün yetmiyor, hafta, ay, yıl ve nihayetinde ömür yetmiyor. Nefesimiz tükeniyor, takatsiz kalıyoruz başladığımız oyunları bitiremeden.

Adı, hatta kendisi dahi olmayan bir savaşın ganimet meydanına iner gibi başlıyoruz her yeni güne ve böyle başladığımız her yeni gün, bir savaşın daha mağlubu olarak dönüyoruz kendimize. Anlamsız telaşların sarhoşa çevirdiği başımızı, doğrulup da bir kez selam vermediğimiz bulutlar sırf biz taliplisi olmadık diye başka diyarlara taşıyor kalbimizin üzerinden rahmeti, merhameti. Gecenin davetine icabet edemediğimizden o da bereketini bırakmadan üzerimize sabaha terk ediyor yerini. Ay ve yıldızlar esirgiyor bizden sükûneti, güneş tebessüm eden, aydınlatan yüzünü esirgiyor bizden…

Dikkat etmesek de çoğu zaman memnuniyetsiz, şükürsüz oturup kalktığımız sofralarımızda ekmekler dargın ve sular kırgın bakıyor gözlerimize. Bütün çabalarımız, telaşlarımız yorgunluklarımız, tükenmişliklerimiz hayatın neresinde olursak olalım mutsuzluğun gölgesine bırakıyor kalbimizi. Vakti gelince bırakıp gideceğimiz çelik kapıların ardında ebedi huzuru arıyor, bulamıyoruz. Ruhlarımıza aydınlık sızmıyor biriktirdiklerimizden, elde ettiğimizi düşündüklerimizden. Alacakaranlık bir vakitte yürüdüğümüz ömür ırmağının kıyısında her bulduğumuz taşı elmas zannediyor ceplerimize, heybemize dolduruyoruz taşların ağırlığından yürüyemez hale gelinceye kadar.

***

Cay-i asayiş değildir âdeme mülk-i cihan

(Sa’i Mustafa Çelebi)

Her şey dünyanın bir gölgelik olduğunu unuttuğumuz andan itibaren başladı biraz da. Gürültüyle akan dünya selinin içinde ne kendimize tutunacak bir dal aradık ne de kendimizi atabileceğimiz bir kıyı. Eskiyen takvim sayfaları, fotoğraflar gibi önce sarardı zihnimizde; sonra savruldu kalbimizden kanaate, şükre dair ne varsa. Hüznün, özlemin, sevdanın, yoksulluğun çiçekleri birer birer terk etti bahçemizi. Dünyada olmanın hüznünü sahip olamamanın mutsuzluğuyla değiştik. Hayallerimizi, ümitlerimizi hırs atının ayakları altına gömdük ve çiğnedik. Ne yaptıysak geçmedi ağrısı başımızın. Ne ettiysek çıkaramadık karanlık kuyulara attığımız kovaları. Adına mutluluk dedikleri bir rüyayı dünyada arama sevdası bin türlü haller açtı başımıza.

Bayram sevincinden, iftar huzurundan, cuma neşesinden uzaklara kurduk çadırlarımızı. Ormanların, bostanların, bahçelerin katledilmiş ağaçları üzerine, katledilmiş hatırlar üzerine inşa ettik devasa evlerimizi. Minareler küçücük kaldı mahallelerimizde. Kanaatin, şükrün ve sabrın kıyılarından uzaklara inşa ettik şehirlerimizi.

***

Bunca varlık var iken

Gitmez gönül darlığı

(Yunus Emre)

 Eski bir filmi hatırlar gibi yahut bir hikâyenin kapısını aralar gibi anlatıyoruz şimdilerde; yokluğun, yoksulluğun ruhumuza kalbimize işlediği desenleri, iki oda bir sofaya sığan aile saadetlerini, yer sofralarının, ekmeğin, kuru soğanın, çökeleğin, bulgur pilavının, ayranın tadını. Ablasının eski elbiseleriyle yetişen bacıları, ağabeyinin eskileriyle büyüyen kardeşleri bir masal kahramanını anar gibi anıyoruz. Aynı çantayı yıllarca kullanarak okulundan mezun olan arkadaşlarımızı, gazetelerle, pazar poşetleriyle kapladığımız ders kitaplarını, ufaldıkça ucuna başlık takarak kullandığımız kalemlerimizi, astarlı astarsız kara lastik ayakkabılarımızı, arkası yamalı naylon ayakkabılarımızı anlatamıyoruz bile kimselere. Sahip olduğumuz şeylerin değil, olamadığımız şeylerin bizi değerli kılabileceğini anlatamıyoruz. Bir damat elbisesini en az üç kardeşin giydiğini, komşu ağabeylerin ablaların kara önlükleriyle okula başladığımızı da anlatamıyoruz. Semt pazarlarının yerini unutmamaya çalışsak da ezik domateslerin, çürümeye yüz tutmuş kirazların tadı siliniyor hafızamızdan, damağımızdan.

Çoraplarımızın yaması görünmesin diye ayaklarımızı saklayarak oturmuyoruz artık dost meclislerinde. İğne tutmayı, yama yapmayı çoktan unuttu annelerimiz. Kimsenin evinde ne yama torbası kaldı ne düğme kavanozu ve babalar artık tıraş etmiyor çocuklarının saçlarını.

Lastik top şişiren, yamayan, ayakkabı onaran, radyo pikap tamir eden ara sokak tamircileri şehirlerin hafızasından çoktan silindi.

Bin bir meşakkatle artık iplerden annelerin ördüğü gökkuşağı gibi rengârenk paspaslar kapı önlerini süslemiyor şimdilerde. El emeği göz nuru seccadeler, yastık kenarları yerini çoktan bıraktı garip, parlak fabrika ürünlerine. Namazlarımız, uykularımız, rüyalarımız da elbette payını aldı bu değişimden.

Üzerinde sohbet ederken lafın lafı açtığı mütevazı sedirler, hiçbir işe yaramadığından emin olunan bez parçalarıyla doldurulmuş minderler de silindi odalarımızdan, sofalarımızdan. Toprağın, ağacın hasılı fıtratın ağıtlarını duymamak için yüksek sesle konuşur olduk kendimizle bile… Yoksulluğun çoğaltan sessizliği kalbimizi, aydınlatan hüznü yüzümüzü terk etti.

Dünyanın rengine boyanmış yüzümüzle, kalbimizle dolaşıyoruz sokaklarda, yollarda kendimize benzeyen insanlar arasında. Adı konulmamış gizli bir inancın birbirini uzaktan tanıyan köleleri gibi bakışıyoruz karşılaştığımız kimselerle. Benzerlerimizi görmek, onların seslerini duymak, telaşlarını seyretmek huzur vermese de rahatlatıyor, kandırıyor gözlerimizi, kalbimizi. Açlara, evsizlere, kimsesizlere yalnızca filmlerde, kitaplarda tahammül edebiliyoruz.

Açlığımız azalmıyor, susuzluğumuz dinmiyor, adımlarımız yavaşlamıyor. İçimiz daraldıkça evlerimizi genişletiyoruz, içimiz karardıkça renklerini değiştiriyoruz kıyafetlerimizin, mekânlarımızın. Daralan gönlümüze şiirler, şarkılar, sevdalar misafir olmuyor.

Görmek istediğimiz rüyayı beklerken uykusuz kalıyoruz gece boyunca.

Yolunu şaşıran, göçmen olduğunu unutan göçmen kuşlar gibiyiz yeryüzünde. Yaşayamayacağımız dayanamayacağımız iklimlere yuva kurma çabasıyla telef ediyoruz ömrümüzü. Oysa biliyoruz bir sonraki mevsimin hazan olduğunu ve ölümün soğuğuna kanatlarımızın dayanamayacağını.

 semerkand, eylül, 2013

 


çiçek dili

Tenha bir yolun kıyısında yahut yanından hep aceleci insanların yürüdüğü bir parkta hayatın tüm telaşından habersiz acemi ve mahmur bakışlarla etrafa göz gezdirirken bir yandan gün ışığına doğru başını uzatmaya çalışan küçük bir çiçeğin yüzüne eğilip ona selam verdiğiniz baharın üzerinden kaç bahar geçti? Her gün onlarca küçük kuşu yapraklarının arasına toplayarak olanca coşkusuyla bulunduğu mekânı şenlendiren sarmaşığın bu yıl nerelere kadar uzadığının farkında varabildiniz mi? Siz farkına varmasanız da kaç kez süslenerek önünüze durdu mahcup bayram çocukları gibi kapınızın önündeki akasya, her gün önünden geçtiğiniz ıhlamur, iğde… Çiçeklerin bazıları sırf size kendini gösterebilmek için gövdesinden kopup kelebek oldu ve kondu pencerenizin önüne.

Görmediniz.

Boşlukta öylece asılı kaldı size uzanan ağacın çiçek dolu elleri.

Yol kıyılarında, parklarda yüzüne bir kez bile göz izi değmemiş çiçekler; sahibini bulamamış bir mektup, sayfaları açılmamış bir kitap gibi mahzun, yorgun başlarıyla düştüler yeniden toprağın bağrına. Hâlbuki sordum sarı çiçeğe annen baban var mıdır? ilahisiyle büyütülmüşsünüzdür bu gün dilini unutmuş olsanız da çiçeklerin ya da kaç bahar kalbinizde yeniden yazılmış, söylenmiştir Çiğdem der ki ben elayım, Minik başıma belayım türküsü.

***

Bir sözüm ben,
Tabiatın  söylediği

(Halil Cibran)

Koca bir çiçek bahçesidir üzerinde yaşadığımız dünya lakin arılar, kelebekler kadar farkında değilizdir bu bahçenin. Issız dağ başlarında, sarp kayaların arasında, karanlık ormanlarda, eski duvarların diplerinde, dam başlarında, gürültülü şehirlerin tam ortasında, beton binaların balkonlarında, mutsuz odaların bir köşesinde solar ve yeniden açar adını bilmediğimiz, kokusunu duymadığımız binlerce çiçek.

Bahar kasidesinin, her bir mısrasında bin mazmun yüklü girizgâh bölümüdür açan her çiçek ve o kaside her mevsim yeniden yazılır, okunur.

Nasıl ki kış, kar diliyle konuşur; baharın dili de çiçektir onunla söyleşmeyi bilenler için.

Çiçeksiz evlerin duvarları üşür çocuksuz evler gibi sessizlikten.

Gün yerini karanlığa bırakıp da ayrıldığında yeryüzünden yalnız dünya değil gökyüzü de çiçeklerle dolu uzak bir bahçedir ve hiçbir şiire, şarkıya sığmaz o bahçedeki çiçeklerin tebessümü.

***

Eğer insan bir çiçeği seviyorsa ve milyonlarca yıldızın üzerinde bu çiçekten yalnızca bir tanecik varsa, yıldızlara uzaktan bakmak bile bu insanı mutlu etmeye yeter.

(Exupery)

Eğilip bir çiçeğin yüzünü seyretmek ya da uzanıp dokunmak bir çiçeğe, cennet gülüşlü bir bebeğin tertemiz yüzünü seyretmek gibidir çoğu zaman. Belki de bu yüzdendir bazı bebeklerin kulağına ezan sonrası fısıldanan isimlerin yasemin, lale, çiğdem, reyhan olması.

Kim bilir hangi sebepten bahara küskün yahut başka mevsimlerin sevdalısı çiçekler de vardır vakitli vakitsiz dünyayı ziyaret edip çabucak dünyadan ayrılan. Kimi henüz üstündeki kar libasını tamamen soyunmadan, üşüyen yüzüyle uzanır dünyaya; kar çiçeği dedirtir kendine. Kimi tüm arkadaşları dünyadan göçtükten sonra sararmış yapraklar arasından selamlar yeryüzünü; güz gülü adını alır.

Camgüzeli, dua çiçeği, küstüm çiçeği, menekşe, hanımeli… Adı, rengi ne olursa olsun; kokusu nasıl olursa olsun, her çiçek aynı dilde yazılmış bir mektuptur,  meleklerin okuduğu bir şiirdir değdiği kalbe baharı getiren. Ondan bir cümle okuyan, onun sesini duyan, onun yüzüne bakmayı becerebilen kalpte kötülük barınmaz hiçbir zaman. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı durumlarda bu yüzden hep ona, onun lisanına müracaat edilir.  Kırılan gönüller ancak arada o varsa yeniden yumuşar, unutulan vaatler ancak araya o alınırsa affedilir.  Karşımızdakine ne söyleyeceğimizi bilemediğimiz her vakit onu aracı kılar, kâh haylaz bir çocuk edasıyla annemize uzatırız kâh bir hastanın başucuna bırakırız. Elleri ayakları çamur içinde, tek kelimeye dahi dili dönmeyen, kavruk yüzlü bir köy çocuğunun ellerinde, öğretmene sunulan çiğdemler, nevruzlar ne çok şey fısıldar uzatıldığı kalbe.

Bazen ümitlerle bezenmiş bir süstür çiçek sevgilinin saçlarında bazen hüzünler kapısı, cansız bir hatıradır eski kitaplar, defterler arasında.

***

Lale devri kapanır lakin çiçek devri kapanmaz.

Çiçeklerle dolu bir yolculuktur dünyada yaşadığımız. Çiçekler içine doğar, solmuş çiçeklerin yurduna doğru yürürüz bir ömür.

Daha gözlerimizi açar açmaz dünyaya, çiçekli kundaklara beleniriz, çiçekli küçücük yorganlar örtülür üzerimize ve çiçeklerle bezenmiş yastıklarda uyuruz ömrümüzün en güzel uykularını. Çiçek aşısı oluruz dağlar çiçek açtığında Veysel olmamak için. Defterlerimize önce çiçek çizmeyi öğrenir sonra yazı yazmaya başlarız. Annemiz, öğretmenimiz için adını bilmediğimiz çiçekler toplarız. Duvarlarımıza çiçek resimleri asar, odalarımızı çiçeklerle süsleriz. Çiçek desenli kâğıtlara mektuplar, sevda sözleri yazdığımız demler de olmuştur. Çiçek kokularıyla çıkarız evimizden egzoz kokan sokaklara. Masa örtülerimizin bir kenarında, üzerine bastığımız halıda, yemek yediğimiz tabakta, su içtiğimiz bardakta, parmağımızdaki yüzükte hep çiçek desenleri vardır farkına varmasak da.

Bütün meyvelerin evveli çiçektir, her bahar süsler sunulduğu ağacın ellerini.

Kıymet verdiğimiz kişilere bazen çiçek isimleriyle sesleniriz.

Bir çiçeğin ömrü kadardır ömrümüz ve bir çiçek kadar narindir. Bir çiçeğe ne kadar toprak gerekiyorsa bize de o kadarı lazımdır da dünyaya sığmayız çoğu zaman.

Söylenen her güzel söz, içinde bahar aydınlığı bulunan her şiir ve şarkı da bir çiçektir söylendiği, tekrar edildiği kalbi süsleyen.

***

Uzanalım toprağın altına

Çiçekler mayalansın göğsümüzde

(Erdem Bayazıt)

Tenha bir yolun kıyısında yahut yanından hep aceleci insanların yürüdüğü bir parkta, hayatın tüm telaşından habersiz acemi ve mahmur bakışlarla etrafa göz gezdirirken bir yandan gün ışığına doğru başını uzatmaya çalışan küçük bir çiçek görürseniz eğilin ve selam verin ona. İyice yaklaştığınızda yanına, söylediği ilahiyi mutlaka duyacak ve hatırlayacaksınız bir yerlerden.  


geçerken

hüseyn kaya

 

sen baba

sen bilirsin bu öykünün sonunu

işte bu

son yıldızım göğümde bana kalan

ve en sadık havarim

kapımdaki akasya

sen baba

sen bilirsin bu öykünün sonunu

hangi ırmak tükendi hangi çölde bilirsin

hangi çölde unuttum

bu

kavruk yüreğimi

hangi göğün altında yitirdim kaybolanı

sen baba

sen bilirsin

 

bana ne yaşamak de

ne de denizi anlat

hiçbir yerinde böyle

böylece bu hayatın

hiçbir yerinde aşkın

her yerinde acının

ben burda

kaldım baba

 

ben

böyle yaşıyorum

yaşadığımı

böyle

ben böyle geçiyorum geçtiğim ateşlerden


28 Temmuz 2020 Salı

rüzgara söylenen türkü

hüseyin kaya

İçimde oralı bir bülbül vardır

(Rıza Tevfik)

Eğer uzaklardaysanız ondan, adını her duyuşunuzda bir bıçak yürür yüreğinizin üstünde usulca. Kızgın bir gün geçer açık yaralarınızın üstünden ya da bir yayla rüzgârı değmeye başlar bağrınıza usul usul. Önce bir bulut kaynar içinizde, ardından gurbet ufuklarında yükselir başı pare pare dumanlı dağlar  Türküler dolanır da dilinize hiçbiri kendisini söyletmez her gayda, her kelime alevden bir yumak olur oturur gırtlağınız üstüne. Gözünüzde tekrar tekrar canlanır o ayrılık sahnesi… Vakit ihtimal akşamdır ve yine ihtimal; mevsimlerden sonbahardır. Ardınızdan baktığını sandığınız bir çift buğulu göz, istasyonda kalabalık arasından size sallandığını zannettiğiniz yorgun bir el ya da ana babasının yanında başını doğrultup da helaline bakamayan mahcup bir gelin yüzü gibi yerleşir kalır aklınızın, yüreğinizin bir kenarına o veda günü ve hiçbir vuslat kabuk bağlatmaz daha, açılan bu ilk yaraya.

Etinizin kemiğinizin ve ruhunuzun hamuru onunla mayalanmış gibidir. Ondan başkasını bulamazsınız kendinize yakışan. Ondan kaçış, onu unutuş yoktur… Nereye giderseniz gidin içinizde götürürsünüz onu da. Karanlıkta bile yanınızda yürüyen bir gölgedir unutturmaz kendini. Kim, kimin için ne zaman yakmış olursa olsun bütün türkülere ondan sinmiş bir şeyler vardır.

Göğsünüzün orta yerinde kimin koyduğunu bilmediğiniz bir avuç toprak sanki hep geldiği yere doğru dökülmek, rüzgârlarla o tarafa savrulmak ister ve yağmur çağırır durmadan çaresizliğine.

Hasret, en çok onadır. Gurbet, ondan uzak kalmaktır.

Gün geçer, ömür geçer; dönersiniz bir gün bıraktığınızı sandığınız yere. Dönersiniz yüzünde göz izini göreceğinizi bilmeden, düşünmeden. Ne siz bırakıp gidensinizdir ne de o öylece orada kalandır aslında. Dönüp de görmemek dedikleri,  biraz da bu olsa gerektir.

***

Eğer uzakta değilseniz ve hiç uzak kalmamışsanız ondan, bir zalim zülf-i leyla gibi çoktan bağlamıştır yollarınızı, bahtınızı. Kalmışsınızdır çaresiz, ağır aksak bir türkünün ortasında. Ya baba ocağını tüttürme endişesi, ya albümlerde sararmaya durmuş bir kaç aydınlık hatıra ve nihayetinde viran olası hanede evlad ü iyal yüzünden aklınızın ucundan bile geçmez bırakıp da onu gitmek.

Nasıl ve ne zaman bu denli ona bağlandığınızı anlamanız mümkün değildir. Ondan başka yâr, ondan başka diyar olduğunu düşünemezsiniz. O, her halinizi bilir ve kendisini sevene her zaman gurbetten daha zalimdir. Tıpkı mevsimler, aylar günler gibi öğretir size caddelerini, sokaklarını, önünden geçtiğiniz bahçe kapılarını. Farkında olmadan bütün nakışlarını, renklerini ezberlediğiniz bir küçük namaz kilimi gibi ezberletmiştir size tüm renklerini.

Bahar gelir, cemre düşer, kapınızdaki akasyanın ne zaman çiçek açacağını, madımağın, yemliğin ne zaman çıkacağını, iğde kokularının yolları ne zaman saracağını bilirsiniz. Güz gelir, yapraklar savrulur ilk karın ne zaman düşeceğini bilirsiniz. Hangi tren kaçta gelir istasyona ezberlersiniz ve ezberlersiniz bu şehirdeki bütün yolların sonu niçin hayal denizlerine, umutsuzluk rıhtımlarına çıkar.

Bayramlar bayramlara karışır, düğünler düğünlere. Çocuklar geçer yanınızdan şarkılar söyleyerek, oyunlar oynayarak.  Siz farkına varmadan, sessiz sedasız çocukluğunuz da yanınızdan savuşur gider ve karışır kalabalıklara. İlkin çocukluğunuz yiter adı bile değişen sokaklarda sonra erken inen bir kış akşamı gibi usul usul karanlıkta kalır, sizi yolcu eder gençliğiniz.

Hatıralarınız, unuttuklarınız, alışkanlıklarınız, alışamadıklarınız hâsılı ömrünüz cami bahçelerinde ihtiyar çınarların kökleri gibi her mevsim biraz daha fazla uzar ayaklarınız altından yaşadığınız şehrin derinliklerine. Gölgeniz uzayıp yapraklarınızı, dallarınızı rüzgâr dövdükçe köklerinize bakarsınız. Başınızda dönen şamatacı kuşların kanatlarıyla tutunursunuz hayata.

Bir gün gitmek zorunda kaldığınızda, ayrıldığınızı sansanız, sansalar da doğduğunuz şehirde her bahar yeşeren ve gövdesinin yokluğunu hisseden kökleriniz öylece kalır.

Bu şehirde yaşıyor ve yaşlanıyorsanız; ağır, içli bir türküdür ömrünüz neye ve niçin yakıldığını asla hatırlayamadığınız, söylenir ve biter…


sessiz rüya

hüseyn kaya


hastasın sesinde kuş yorgunluğu

ellerin eylüle yürüyen yaprak

kalbine çiğ düşmüş gözlerin buğu

usanmış içinde ağlayan ırmak

 

saçların yılların selinde yunmuş

silinmiş yüzünden izi baharın

gelip de usulca ruhuna konmuş

ürkek kelebeği uzak dağların

 

yorulduğun yerde bitmiyor dünya

değilmiş ilacı her şeyin zaman

yaşamak dediğin sessiz bir rüya

sözcüklerin kayıp dudakların kan

 

2017 bahar


ortada

hüseyn kaya

 

çözülmüyor  kollarım acının bedeninden

surların önündeyim

suların arkasında

bana

beni böylece anlatın bir ayet ver

 

bitti işte ömrümü çelen çalan bu büyü

şimdi

yaralarımı öpüyorum her gece

bitti hiç söylemeden o sonsuz sessiz ezgi

 

al

nereye istersen savur şimdiden geri

hem yolum hem  yolcuyum

hem dağım hem dağlanan 

hem tufanım hem gemi

 

anasız kuzu gibi kaldı ömrüm ortada

beni hayata değil

beni kendine bağla


masalın bittiği yer

hüseyn kaya

senin de acın sinsin ter kokan muskalara

ve andıkça ağlayan bir yara gibi ağrı

ömrünün eşiğinde kurusun kan izleri

dilinin dönmediği düşlere yor hayatı

 

az gittiğim kadar git uz gittiğim kadar git

sen de tutul geçerken ağudan ırmaklara

tutunduğun dallara erisin avuçların

dökülürken kalbinin ıssız odalarına

 

bilme beni

akıyor iki gözüm önüme

bu imiş unutulan yeminin kefareti





27 Temmuz 2020 Pazartesi

bozkırda kuruyan ırmak

hüseyn kaya

 

Kulağınıza adınızdan sonra ninniler, türküler okunduysa, türkülerle büyüdüyseniz ve türkülere tutunarak geçiyorsanız dünyadan, bazen ilk kez duyduğunuz bazen de defalarca kulağınıza değen ama ilk kez gönlünüze işleyen, sözleriyle, ezgisiyle sizi büyüleyen türküler vardır. Gündelik hayatın orta yerinde, bazen umulmadık kalabalıkların içinde çaresiz yakalanırsınız, alır götürür sizi uzak diyarlara, bilinmeyen zamanlara… Nedenini, niçinini düşünmenize fırsat bırakmadan doğrudan damarlarınıza karışır ve işgal eder yüreğinizde bir yerleri.

Önce o türkünün ait olduğu yöreye, şehre bir sıcaklık duyarsınız Çocuğunuzun ödevine yardımcı olmak için açtığınız bir atlasta farkında olmadan gözleriniz kayar haritadaki yerine o şehrin ya da bir tren yolculuğunda istasyonundan geçiyorsanız o şehrin içinize tuhaf hisler dolar, kulağınızda türküleri uğuldar… Zamanla o yörenin insanlarını seversiniz uzaktan… Başka başka türküler çağırır o ilk türkü, siz farkına varmadan gönül kalenize.

Aynı şeyleri yaşamış, düşünmüş hissetmiş olmak kardeş kılar sizinle hiç tanımadığınız kimseleri bile. Ayrılığın, acının, hasretin, vefanın ve yoksulluğun da eskilerin dert ortağı dedikleri türden kardeşliği, akrabalığı, dostluğu vardır.

Tarifi ya da aklî izahı pek de mümkün olmayan bir yakınlık böyle böyle büyür durur içinizde yıllar yılı.

Hepsi hepsi bir, bilemediniz birkaç türküdür size bunları yapan.

Yalnız türküler mi? Şiirler, kitaplar, filmler de bazen birdenbire depremler, gelgitler yaşatır içinizde; bakmayı, görmeyi gökyüzünün başka renklerini yenibaştan öğretir size.

Bir mısranın peşinden kaç şairin ağına yakalanmış ve yıllar yılı öylece kalmışsınızdır ya da bir filmden çıkarken kaç kez başka bir şehre hatta dünyaya açılmıştır sinemanın kapıları saymak ne mümkün.

Bir de ya bir dostun ittiği ya da henüz vaktinizin dar olmadığı yıllarda bir sahaf rafından içine düştüğünüz habire sizi girdabına çeken kitaplar vardır ki çoğunun etkisi geçip de ayıldığınızda aydınlık kıyılarda bulursunuz kendinizi.

Türküler, şiirler, filmler, kitaplar... Hepsi birer kapıdır içimizden uzaklara, uzaklardan içimize açılır. Yaşadığımız dünyada fakiri olduğumuz ve başka zamanlarda, mekânlarda bulduğumuz pek çok şeyi o dünyadan kelimelerle taşırız kendi âlemimize. İrlandalı şair James Clarence Mangan’a Türk coğrafyasını hiç görmediği ve Türklerle hiçbir kan bağı olmadığı halde Türkçe şiirler yazdıran ancak bu türden bir muhabbet, dostluk olsa gerektir. Yine Goethe’nin sırf Hafız divanını Hafız’ın dilinden okumak için Farsça öğrenmesi ve ardından bir divan tertip etmesi ya da yüzyıllarca bizim şairlerimizin aruzun baş döndüren ritminde kendilerini bularak Arapça Farsça gazeller, mesneviler, kasideler yazıp, divanlar tertip etmeleri yine aynı benzer kapılardan kurulan bir tanışıklıktan başka nasıl izah edilebilir.

 

Kapıların Ötesi

Cengiz Aytmatov’un abartısız her bir eseri okuruna bu türden kapılar aralar ve bambaşka dünyalar, mekânlar, insanlar resmeder zihinlere. Sözde toplumsal kaygılarla kaleme alınan; insanı, insanımızı anlattığı rivayet edilen nice eserin kahramanı, Aytmatov’un kahramanları yanında yabancı ve öteki kalır çoğu zaman. Yüzündeki kırışıktan, kalbindeki nasıra kadar bizdendir onun kahramanları. Tolongay, Ceyengül, Cemile, Asel, Çopur Nine… Ya bir Yemen, Sarıkamış hikâyesinden ya da anlatılırken her seferinde başın öne eğilip gözlerin saklanmaya çalışıldığı, yoksulluk ve sevdanın aynı kederle yâd edildiği köy hatıralarından tanırız hepsini de, isimleri başkadır yalnızca. Kabuk bağlamayan, sızısı ansızın tutan yaraların aşinalığıdır bu biraz da.

***

Hep dinlediğiniz; ama yazılmamış hayatlara, memleket hikâyelerine, gurbet hikâyelerine, destanlara, efsanelere yeniden can üfler kalemiyle Aytmatov. Ömer Seyfeddin’de, Refik Halid’de yarım kalan ne varsa sanki tamamlanır onun yazdıklarıyla. Kâh sizi alır götürür Isıkgöl’ün kıyılarına, Sarı Özek bozkırına kâh Tiyenşan, Karavul dağlarını size getirir…

Mevsim kışsa, her şeyin beyazın sessizliğine, durgunluğuna teslim olduğu uzun ve soğuk gecelerde zaman zaman üşütür içinizi Akbar’ın Taşçaynar’ın rüzgârlarla kapınıza gelen ulumaları. Uçsuz bucaksız bir bozkır düşünde Gülsarı’nın toynakları gezer kalbiniz üzerinde ve yaşadığınız şehirde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya yüreğinizi çize çize gidip gelir, istasyon insanlarının her birinin yüzünden ayrı bir kaderi okursunuz. Hüzünle vuran hasta bir kalbin sesi gibi satırlar boyu tren sesleri kulağınıza gelir gider…

Bazen yıllar önce görülmüş bir rüyayı yeniden hatırlar bazen de çocukluğun, gençliğin ve yoksulluğun hüzünlü ırmağına kendinizi yeniden bırakırsınız çevirdiğiniz sayfalar boyunca. Efsanelerin, destanların büyülü dünyası, içinizdeki çocuğu önce uyandırır, ardından efsunlu libaslarla sarıp sarmalar. Vakitsiz çıktığınız bir yolculukta tren camına başınızı dayamışsınız gibi yanınızdan ırmaklar, dağlar, köyler, kasabalar, istasyonlar, insanlar ve zaman akıp gider.

Aytmatov’un eserlerini okumak da bir türküye ansızın tutulmak gibidir çoğu zaman. Okuduğunuz ilk eseri hangisi olursa olsun ilerde benliğinizi saracak, damarlarınıza karışıp gönlünüzü fethedecek ve ardından başka başka Aytmatov kitaplarına sizi taşıyacak bir öncüdür o. Tıpkı Tolstoy’un, Hugo’nun, Dostoyevski’nin kahramanları gibi, onun kahramanları da geride bıraktığınız her kitabının ardından, zihninizde içinizde bir yerlerde yaşamaya, umulmadık mekânlarda karşınıza çıkmaya başlar. Dünyaya, eşyaya, etrafınıza bakınırken zaman zaman onun gibi, onun kahramanları gibi düşünmekten kendinizi alamazsınız. Onun romanlarında, hikâyelerinde coğrafya ve insan farkı gözetmeksizin doğrudan kalbe inen, klasiklerle aynı köklerden beslenen bir iksir her zaman vardır.

Küçük Prens’in büyük yazarı Exupery, güzelliğin parçalanarak değil de, ancak onun bütününe dâhil olunarak anlaşılabileceğini söyler ve ilave eder: Bir kadının güzelliğini anlamaya çalışmak için onu parçalara ayıranlar onun yüzündeki tebessümü asla göremezler. Aytmatov’un sayfalarını araladığım her hikâyesi, romanı o tebessümlü yüz ile karşıladı beni daima. Bunu yıllar önce, binbir heyecan ve hevesle başladığım; Aytmatov’un Eserlerinde Rejim İnsan Münasebetleri konulu bitirme tezimi yarıda bırakmak zorunda kaldığımda anladım. Belki Aytmatov’a dair bir eser vücuda getiremedim; ama onun eserlerinin kadere, acıya, sevdaya ve umuda bulanmış tebessümü hiç silinmedi zihnimden. Galiba silinmeyecek de…


acı dağı

hüseyn kaya

sana bir kere daha acılar adıyorum

bu sızılı

bu kanlı sunağında kalbimin

daha dönmeyesin yar

daha dönüp de beni

dağımda bulmayasın

daha dolayıp beni o yalan sürgününe

karanlık denizlerde

bahanem olmayasın

 

solgun bir al gül gibi

bıraktım eşiğine

daha istemem geri

gözüm önüme aksın

burasında

böylece

yarım kalsın bu masal

kalsın omuzlarımda

kalsın bu acı dağı

daha istemem geri

gözüm önüme aksın

al

yazgıma boyadım

verdiğin

bu hayatı


sabah kasidesi

hüseyn kaya



Sabah uyanıp karşılamak yeniyi 
Ufuklara bakıp beklemek yeniyi 

Sezai Karakoç

Uykulardan, rüyalardan geçer ve ulaşır sabaha yolumuz. Her sabah yeniden yaratılır dünya ve bizler her sabah yeni bir dünyaya açarız gözlerimizi. Hiçbir şey akşamdan bıraktığımız gibi karşılamaz bizi sabaha vardığımızda. Gökyüzü değişmiştir, bulutlar, rüzgâr, ağaçlar değişmiştir. Yüzümüz, kalbimiz, ellerimiz değişmiştir… Sabah, tekrar tekrar yabancısı, acemisi olmaktır hayatın, dünyanın.

Sular serinler bu demde, çimenlere çiğ misafir olur, bağlar bahçeler asıl sahibinin diliyle söyleşir durur; bülbüller, serçeler, serviler ve rûzigâr aynı lisan ile terennüm eder. Bu vakitte coşkun ırmaklar, dereler dahi durulur ve sükûttan nasibini alır, dağlar usul usul yeniden yeryüzüne kondurulur…

Kervanlar sabah vakti yola koyulur, gecenin siyah kanatları altında gizlenen kuşlar, sabah yeniden dağılır yeryüzüne şen çocuklar gibi ve ilk onlar karşılık verir sabahın selamına.

Sabah seyredilen her ufukta meleklerin izinden, sabah çıkılan her yolculukta yerin, göğün zikrinden muhakkak bir şeyler değer üşüyen kalbimize.

Her sabahın yeni bir dünya olduğunu görmemek, hissetmemek vaktin selamına karşılık vermemek, sabahı ve sabahın sahibini incitir farkında olmasak da.

***

Sabaha ermek uzun bir yoldan dönmektir kendimize. Bilmediğimiz mekânlardan, zamanlardan geçer, aramadan buluruz kendimizi her sabah bıraktığımız yerde.

Bütün hislerden, kişilerden, kalabalıklardan arınarak açarız dünyaya gözlerimizi ve dünya yeniden dolar gözlerimizden usul usul cümle varlığımıza.

Hayat bir sabahtan diğerine kendimizi taşıyıp durmaktır biraz da.

Nasıl ki akşamlar ayrılığa, hicrana, yalnızlığa açılan bir kapıdır, sabah da kavuşmaların, ümitlerin, heyecanların kapısıdır. Küskünlükler, kırgınlıklar, sitemler sabah kapısının gerisinde kalır. Geceden sabaha mum gibi erir akar ruhumuzun katılıkları.

Bilmediğimiz şehirlere, kasabalara çoğu zaman sabah vakti adım atarız ilk kez. Gurbetin içimizi yakan havasını ilk kez sabah vakti çekmişizdir ciğerlerimize. Gurbetten sılaya dönüşümüz de muhakkak bir sabah vaktindedir yine.

En güzel haberler sabah vaktinde çalar kapımızı. Her vakit hayırlıdır fakat sabah hayırların vaktidir.  Bir yolun sonu yeni bir yolun başlangıcıdır her sabah.

Bir yol başlıyor gibi, ümitli, rahat.

Tanrım! bu sabah içim senin eserin

Ziya Osman Saba

***

Diğer bütün vakitler gibi sabah vakti de bir ayete dönüşür harflerini tanıyabilenler için. 

Yıldızlar dökülürken göğün denizine, ay silinirken sessizce, usul usul açılan güller, kendinden geçmiş cümle çiçekler sonsuz bir sabahın ülkesini müjdeler hasretle, hüzünle. Kuşlar o ülkeden gelen rayihalarla kanat çırpmayı, rüzgâr diyar diyar dolaşmayı unutur. Cümle mevcudat aynı hayret denizinin sularında sallanır durur.

Herkese başka gelir sabah, her mevsime başka. Bebekler; çiçekler gibi bekler sabahı, gecenin karanlığından değil sabahın hasretinden nemlenir onların gözleri.  Çocuklar biraz daha büyür her sabah, her sabah başka ümitlerin ırmağında yıkanır kalpleri ve yaşlılar biraz daha yaklaşır kendilerini bekleyen büyük sabaha her günün aydınlığında.  

Sabahın yağmurla geldiği olur bazen kapımıza, penceremize. Bulutlardan ruhumuza dökülen bir sükûnun adı olur sabah ve caddeler, sokaklar, evlerin çatıları yıkanıp arınırken, hafifçe karıncalanır kalbimiz.

Karla uyandığımız sabahlar bembeyaz hatıralarla işlenir ömür defterimize. Yolların, dağların karla kaplandığı sabahlar bütün gözlere ayan olur dünyanın yeniden yaratıldığı.

Güneşli sabahlar yalnızca çocukluğumuzdan el sallar, hatırlatır kendini. Binbir çeşit kuş sesi gelir kulağımıza uzaktan, hatıralar arasından.

Bahar, yaz yahut kış sabahı… Hepsi aynı şiirin başka mısraları gibi ahenkle gelir geçer penceremizden, bahçemizden ve savrulur dururuz bahar sabahından yaz sabahına, yaz sabahından kış sabahına. Herkese başka gelir sabah, her mevsime başka.

Ömrümüzün en unutulmaz sabahları şüphesiz bayram sabahlarıdır. Cennetten gelir gibi gelir ve çalar kapımızı, penceremizi bayram sabahı. Kapılar, pencereler o gelmeden evvel açılır onun bereketine, huzuruna. Aslında sabahın kendisi bir bayramdır da bizler onu bir türlü hatırlayamayız. Sabahın da bayram olduğunu en iyi hatırlayanlar umutsuz hastalar ve sokaklarda sabahlayan evsizlerdir çoğu zaman.

Tatil sabahları yeniden dünyaya, sevdiklerimize bahşedilmişliğimizin huzuru ile uyanırız. Tebessüm bütün yüzlere misafir olur. Uzun bir ayrılıktan dönmüş gibidir tüm sevdiklerimiz. Uykunun, evin, çayın, ekmeğin ve zeytinin gerçek manasına erişilir bu demlerde. Cennetten bir esinti gelir geçer kalplerimiz üzerinden.

Uyandığınız yer neresi, uyandığınız gün hangisi olursa olsun sabah umuttur. Gece siyah saçlarını usul usul toplayıp ayrıldığında yeryüzünden, sonsuza kadar sürecekmiş gibi uzayan bir huzuru, sessizliği bırakır yokluğunun yerine. Sabah en büyük mucizedir paslanmış bakışlarımız için. Vakt-i seherde göz aydınlanır, kalp titrer ve gün yalnızca doğuşuna şahit olanlara bağışlar sırrını, bereketini.

Hatalardan, günahlardan uzaklaşmamız için bir fırsat daha verildiğinin ilanıdır gözlerimizi açtığımız her sabah. Tövbeler, pişmanlıklar, şükürler yükselir arzdan arşa yeni başlayan bütün sabahların içinden.

Henüz bestelenmemiş şarkıların, yazılmamış şiirlerin müjdesi gizlidir sabah vakitlerinde. Bacalarda duman, yaprakta çiğ, bebeklerin yüzünde tebessüm, besmeleyle düşülen yol, umutla açılan kepenktir sabah. Uyuyan bebekler sabahtan alır yüzlerindeki ışığı, nuru, huzuru. Çiçeğe duran ağaç, pencereye tırmanan sarmaşık sabahtan alır cesareti, ümidi.

umut gibi ışı

ezan gibi uzan her sabah

Sezai Karakoç

***

Sabahı olmayanın öğleni de olmaz akşamı da. Gün kalesinin fethi sabahın fethiyle mümkündür ancak. Uyuyakalınmış, uykuyla değişilmiş sabahlar, kayıp zamanlarıdır ruhumuzun. Böyle vakitlerde tazelik ve umut uzağına düşer kalbimizin. Baş ağrıları, sıkıntılar, pişmanlıklar dolanır durur üzerimizde. Bir önceki günün üzerine eklenmiş bir gündür yaşadığımız. Yollarda kendi ayak izlerimize rastlarız, gökyüzü bıraktığımız yerde gibidir. Bulutlar dahi değişmemiş görünür gözümüze. Ne sabaha kadar yıldızlar yanmıştır gökyüzünde ne seher rüzgarı dolaşmıştır kapı kapı. Çayın tadı aynıdır, ekmeğin tadı aynı… Adımlarımız yolları incitir, serçeler ürker nefesimizden. Ne ağaçların selamını alırız ne bulutların… Kokusu, rengi uçar yaklaştığımız tüm çiçeklerin. Dilimiz dönmez olur, sesimiz kısılır, yarım kalır şiirler, şarkılar.

Bütün vakitler sabahın başladığı yerden devam eder ve taşır bizi diğer vakitlere. Sabahı nasıl yaşamışsak öyle yaşarız akşamı, geceyi de ve sabahları nasıl geride bırakmışsak öyle bırakmışızdır bütün ömrümüzü de.


nisan, 2013


kelimeler

hüseyn kaya

Onlarla başladı hikâyemiz; öncesi büyük sessizlik. Duyduk ve var olduk, duyduk ve inandık her şeye.

Yalnızlıklarımızın da ayrılıklarımızın da sebebi onlar; hüznün, gözyaşının, tebessümün zaman zaman gelip otağını içimize kurmasının da…

Kimileri; hayat, der içimizde gitgide ağırlaşan bu yüke, kimileri dünya. Oysa gittikçe ağırlaşan yükümüz yalnızca onlardır bu dünyada. Zihnimizde yeşerse de kökü kalbimizde yürür, büyür bütün kelimelerin.

***

“Baharı koklayarak girelim kelimeler ülkesine.”

(Sezai Karakoç)

Tıpkı harfler gibi kelimeler de bizlere benzer. Onların da suskunu, konuşkanı, yaşlısı genci, zengini, fakiri vardır. Kimi kandırır sürekli, kimi içten pazarlıklıdır, kimini nereye isterseniz oraya çeker götürürsünüz öylesine saftır. Gökyüzüne ya da karanlığa açılan bir pencere, ufka açılan kapı gibidir bazıları, onların gösterdiğinden başkasına kör, onların fısıldadığından başkasına sağır olursunuz.

Biz mi açarız onca pencereyi, kapıyı duvarlarımıza yoksa kendileri mi beliriverir önümüzde bilemeyiz, biz mi rengini veririz kelimelere yoksa onlar mı renklendirir bahçemizi meçhuldür çoğu zaman.

***

"ey hep bir kelime arayan kalbim

sonra arayan tekrar arayan kalbim"”

(Erdem Bayazıt)

Kelimeler ararız durmadan bir şeyleri hatırlayabilmek, anlatabilmek için. Kelimeleri sobeler ve kelimelere sobeleniriz karanlık ormanlarda. Şarkılara, şiirlere, hikâyelere çağırırız onları; oysa her kelime yankısı içimizi titreten bir şiirdir, şarkıdır, hikâyedir başlı başına.

En beklenmedik vakitlerde gelir, dilimize kıymık gibi saplanırlar. Ya bir çiçeği soldururlar ya bir yarayı kanatırlar. Tuz ırmağı gibi akıp giderler kalbimizin üzerinden.

Bizler konuştuğumuzu, yazdığımızı sanırız oysa onlar bir türlü netleştiremediğimiz suretleriyle köşekapmaca oynuyorlardır zihnimizde, kalbimizde. Düşündüğümüzü sanırız oysa onlar bizim bilmediğimiz bir yolculuğa çıkmışlardır içimizde bilmediğimiz diyarlara doğru. Bazen uzaktan gemilerle geçerler de duymazlar sesimizi, dönüp bakmazlar el sallayışımıza, uğramazlar ıssız adamıza. Çağırırız gelmezler, göndermek isteriz gitmezler. Bazıları rüyalarımıza kadar takip eder bizi. Nereden geldiklerini, nereye gideceklerini bilemeyiz tıpkı ne zaman geleceklerini bilmediğimiz gibi.

Şairin, yazarın oyuncağı sanırız kelimeleri oysa onlar en sevgili oyuncağıdır bütün kelimelerin. Kelimeler onlara tutunur, onlar kelimelere ve öylece dolaşırlar sarp kayalıklarında ilhamın.

Âlimlerin ayakları dolaştığında birbirine hikmetin, hakikatin kıldan ince kılıçtan keskin köprüsünde, kelimelerin himmetiyle yürür geçerler karşıya.

Kimileri için ekmek kapısı olsa da yeryüzünün en faydasız uğraşlarından birisidir kelimeleri sınıflandırma çabası zira hiçbirini bulamazsınız bıraktığınız yerde. Yaramaz, huysuz çocuklar gibidir kelimeler ne avuca sığar, ne ele.

Herkesin aynasında başka bir resme, hakikate dönüşür kelimeler. Gökyüzündeki bulutlar, sahildeki dalgalar gibi durmadan şekilden şekle girerler lakin yine de kifayetsiz kalırlar çoğu zaman hâle tercüman olmaya.

Bir kelime sevmeye yeter bazı insanları, bazı şiirleri. Bir kelime küstürebilir bizi birilerine. Bir kelime yüzünden bir türkü ateş olur düşer içimize. Bir kelime yüzünden bir şiir çatlatır şairin kalbini geceler boyu… Belki bir kelime yüzünden başlayan, biten savaşlar da vardır yeryüzünde.

Karanlığa götüren de bir kelimedir cümlemizi aydınlığa götüren de.

***

“kelimeler, bazıları tüyden bazısı demir”

(İsmet Özel)

 Yaprağa benzer bazı kelimeler, sararır ve düşer serin rüzgârlarla gözlerimizin önünde terk eder bütün manasını, boşunadır öyle kelimelerin ardından koşmak, onları tekrar düştüğü dalın ucuna yapıştırmaya çalışmak. Aylar sonra bir başka yaprak yeşerse aynı yerden, düşen o yaprağın yeri sonsuza kadar boş kalır. Kalbinizde bir ize, gözlerinizde fersizliğe dönüşür bu türden kelimelerin bıraktığı boşluklar.

Yağmur gibi ansızın pencerenizi tıklatan yahut yol ortasında sizi sırılsıklam bırakan kelimeler de vardır, renkli kelebekler gibi peşine takılıp dere tepe aştığınız kelimeler de. Hayal gibi, umut gibi görünüp görünüp kaybolanı yahut vehim gibi aslında olmayan ancak sizi varlığına çağıranı da vardır kelimelerin.

Bir de söz avcılarından yalnızca hikâyelerini dinlediğimiz lakin asla görmediğimiz duymadığımız kelimeler vardır, kimi kaf dağının ardında yedi yılda bir açar, kimi okyanusların ıssız derinliklerinde yaşar.

Kelimeler, bazen her şeyin müsebbibidir bazen hiçliğin sessiz karanlığı.

Rengini kalbimizden, kanımızdan alan tuğlalardır bazıları. Nerede, hangi şehirde yaşıyorsak yaşayalım o tuğlalarla inşa edilmiş kalenin duvarlarıyla sınırlıdır dünyamız.

Yazgımıza serpiştirilmiş kelimeler en zor en uzun kelimelerdir. Dilimiz kâh döner kâh dönmez, harf harf, hece hece durmadan okuturlar kendilerini. Rastladığımız tüm kitaplarda mahzun ve sahipsizdirler, yuvasını kaybetmiş kuşlar gibi uçuşurlar satır aralarında. Lügatler takatsiz düşer, kocaman defter yığınlarına dönüşür bu kelimelerin önünde.

 Görmeyenin ışığı, hastanın hekimi, bebeklerin, dilsizlerin kirlenmemiş cennetidir kelimeler. Dikkatle dinlediğimizde uzak diyarların özlemini, bilinmeyen dünyaların esrarını duyarız her kelimenin uğuldayan boşluğunda çünkü kelimeleri hiçbiri dünyaya ait değildir aslında. Harfler onları var etmek için bulunmuş şekiller değildir, harfler yalnızca terzisi ve cümleler elbisesidir onların.

***

“Kelimeler var seni anlatamadığım içinde deniz gibi boğulduğum”

(Behçet Necatigil)

Tıpkı harflere benzediğimiz gibi yeryüzüne serpiştirilmiş kelimelere de benzeriz biraz yahut içimizde taşıdığımız, içimize taşıdığımız kelimeler bizi benzetir kendilerine. Sesteş kelimeler gibi suretlerimiz aynı olsa da her birimizin mana aynasında başka başkadır yüzü. Tıpkı kelimeler gibi bir manasını ararız suretimizin, sesimizin ömür boyu. Ömrümüzü verir o manayı satın almaya çalışırız dünya pazarında.

Bir ömür kelimeleri taşırız içimizde, bir ömür kelimelere taşırız içimizi. Hepsi budur dünyanın, hepsi bu kadardır hayatın.


aralık, 2013

kalem

Her şeyin herkesin bir kaderi vardır ve onun kaderi, hikâyesi herkesten her şeyden önceye dayanır. Söz ile sükût arasında ezelde başlayan hikâyedir onunki. Bu yüzden aşinadır büyük yalnızlara, yalnızlıklara, kâinatın ıssızlığına. Tek başına bir yerlere gidemeyen, sahibini terk edemeyen gölgeler gibidir.

Onun yazgısı başkalarının yazısıdır.

Halden anlar lakin anlatamaz hiçbir halini, söz bilir konuşamaz. Bin bir sırrı bin bir renk ile taşır da içinde hiç birini ağyara fısıldamaz.

Dostlar, arkadaşlar, yoldaşlar biraz da ondan öğrenir vefayı, bağlılığı,  başkaları için kendi ömrünü feda etmeyi, başkaları için tükenmeyi. İlmin de cehaletin de en sessiz şahididir çoğu zaman. Ne kaderinden şikâyet ne kederinden ah eder. Yalnızca sesin, sözün hükmünü yitirdiği zamanlarda iniltiye benzer şarkılar mırıldanır kendisini dinleyenlere, kendisini dinleyenlerin parmakları arasında.

O söylemeye başladığında dil susar, kalp konuşur.

Tıpkı yazıları gibi yazgıları da başka başkadır kalemlerin.

Her kalemin bir ruhu, kişiliği vardır. Hatta her kalemin bir de kalbi vardır, kendisini tutan parmakların arasında titrer durur. Kalem ister ki kendisi nasıl bir kalbe tercüman oluyorsa kendi kalbinin atışları da duyulsun, hissedilsin. Kalem ister ki her harfte, her çizgide başkaları için tükendiği bilinsin. Beyhudedir kalemin bekleyişi, sessiz sessiz serzenişi.  Kim ne derse desin bazı kalemlerin durup dururken masadan düşmesi, aniden yazmaz olması, içten içe kırılması en çok bu yüzdendir. Bu yüzdendir bazen cânım ceketlere, önlüklere, gömleklere kastetmesi.

***

Yalnızlığa, yalnızlara adanmış bir ömürdür kalemin kısacık ömrü. Silgiler, boş kâğıtlar, kalemtıraşlar, defterler paylaşmak yerine çoğaltır yalnızlığını kalemin. Ardında bıraktığı izlere, canının, kanının tükenişine bakmadan yürür yürür kalem. Onun adımlarıyla değerlenir, onun ayak izleriyle yeşerir, bereketlenir boş sayfalar, Ömrü tükense de tükenmez yorgunluğu. Kalemin son bulduğu yer sonsuzluğun eşiğidir. Mürekkebi kurumuş, tükenmiş, her kalem suskun bir mezar taşıdır durduğu yerde.

Kullandığımız kalemler, kalem tutuşumuz, kalem taşıdığımız cebimiz, çantamız hal ehline binbir sırrımızı ayan eder. Kalbimizin, ruhumuzun yamacındaki aynadır, üzerine eğildiğimiz durgun sudur kalem.

***

Efsunlu küçücük bir çubuktur bazen kalemler, hatırlarla dolu kocaman bir sandığın altın anahtarıdır, uzaklardan gelen hasret yüklü bir mektuptur alır götürür bizi başka iklimlere geride kalmış zamanlara. Tepesini kemirdiğimiz kurşun kalemlerin boya ve ağaç karışımı tadını hatırlarız önce buruk tebessümlerle, sonra nerede unuttuğumuzu halen hatırlayamadığımız kuruboya kalemlerimizi… Herkeste bulunmadığı için gönlümüzde ayrı bir yeri, değeri olan keçeli kalemler tıpkı kurban, ramazan bayramları gibi kolonya kokusuyla hatırlatır kendini ve güneşin, yılların eskitemediği renklerini.

Çiçek taşır gibi kalbimizin üzerinde taşıdığımız dolmakalemlerin, tükenmezkalemlerin ucu buruk, silinmeye yüz tutmuş sevdalarla yoklar zihnimizi kalbimizi. Kaybedişin ve bir daha asla bulamayışın ilk acısını kalem öğretir çocuk ruhlarımıza. Hemen hemen hepimizin çocukken kaybettiği ve bir daha asla bulamadığı kıymetli bir kalemi muhakkak vardır. Ne kendisi bulunur o kalemin ne de bir benzeri kitapçılarda. Kaybolan yalnızca bir kalem değil de çocukluğumuzdan bir parçadır ve her hatırlanışında küçücük bir sızı hissettirir kendini kalbimizin kenarında.

Öğretmenler gününde küçücük çocukların mahcup edalarla öğretmenlerine uzattığı en güzel hediyedir kalem, babadan oğula kalabilecek en manalı yadigâr…

 

***

Gömleklerin, ceketlerin cebinde, okul çantalarında, kiminin masasında, kiminin parmakları arasında, okuma yazma dahi bilmeyen ahşap ustalarının kulak arkasında, kalem her yerde, her mecliste… Kalemle kurulmuş bir dünyada; kimi tükenmez, kimi kurşun, kimi rengârenk kimi siyah kalemlerle yaşarız yön veririz hayatımıza. Tıpkı yürümeyi, konuşmayı, kaşık tutmayı öğrendiğimiz gibi ayakta kalabilmek için kalem tutmayı da öğreniriz.

Okullarda, dükkânlarda, mahkemelerde, hastanelerde hasılı her yerde onun varlığıyla ilerler hayat, kendini tazeler dünya. Kalemle kazanılır zaferlerin en kalıcı olanı ve devletler kalemle kurulur, kalemle gömülür tarih sayfalarına. Kaleme tutunamayan sözler, şiirler, şarkılar uçuşur, savrulur karanlığa. Kalemle avlanmayan, bağlanmayan hakikatlerin ışığı düşmez başkalarının yoluna. Kalem şahit olmadan verilen sözler, vaatler zamanın boşluğunda silinip kaybolur. Temelleri kalplerde atılmış olsa dahi kalem yazmadan aralanmaz yeni yuvaların kapısı.

***

Kimilerinin elinde nurdan bir kandildir kalem kimilerinin parmakları arasında sihirli bir makas… Kimileri için yıldızlara dönüşür kalemin yazdığı kelimelerin aydınlığı kimileri için rengârenk efsunlu bir kumaşa… Şairin sancısını, ressamın acısını ancak kalem dindirir sabahı uzak gecelerde. Öğrencinin parmaklarında nasırdan yeşermiş bir çiçektir kalem, reçete yazan doktorun elinde ümidin ışığı, kalbi sevdaya boyanmışların elinde tek teselli…

Kalemi aracı kılmayan cümle fikirler, hayaller, hatıralar silinir dünyadan, hafızalardan ve ebediyet yolunda ancak kalemin elinden tutanlar yürüyebilir. 

Her şeyi vardır aslında bir kalemi olanın. Bazen en yakın sırdaş bazen dile getiremediklerimizi bizim yerimize söyleyen, anlatan bir tercümandır o. Ağırlığından dilimizin kilitlendiği, dönmediği kelimeleri kalem omuzlanır hiç üşenmeden. Yoksullukların, ayrılıkların, ölümlerin, sevdaların bunalttığı, daralttığı kalbimize ancak kalemin açtığı pencereden dolar ümit ve şükrün aydınlığı. Yalnızca hüznün ve acının değil, bitmesin istediğimiz saadetlerin, sevinçlerin muhafızı, şahididir kalem.

Hani ıssız bir adaya düşseniz en çok yokluğunu hissedeceğiniz yahut varlığına sevineceğiniz üç şeyden biridir belki de. Kalemi olanın umudu vardır, hayali, söyleyecek sözü yahut unutulsun istemediği şeyler vardır hayata dair.

Boşuna değildir bunca şuaranın sevgilinin kaşını, kirpiğini kaleme benzetmesi. Boşuna değildir şairin kul olayım kalem tutan ellere, demesi. Boşuna değildir darağacının altına doğru uzayan yolda kalemin kırılması.

***

Varlık bir harftir, sen onun anlamısın.

(Muhyiddin Arabî)

Çoğu zaman unutsak da bir kalemin çizdiği yol üzre yürürüz ömrümüzü. Sevinçlerimiz, hüzünlerimiz, hatta hayallerimiz hep aynı kalemin eseri.

Dağlar, yıldızlar, her sonbahar sararıp baharda tekrar yeşile boyanan ağaçlar, yaramaz çocuklar gibi birbirini kovalayan günler, haftalar, aylar;  kimi uzun kimi kısa kelimeler, cümleler bizi kuşatan her şey usul usul bir kalemin ucundan dökülür durmadan. Durmadan yeniden çizilir kalbimiz, suretimiz…

Bir kalemin yazdıkları yeter bizi düşürmeye aşkın, yalnızlığın pençesine. Bir kalemin noktasıyla düşeriz ya cennet bahçesine yahut karanlıklar ülkesine. 

Kalemin hikâyesi dünyanın, varlığın da hikâyesidir ve kalemin hikayesi şüphesiz kelamın, dünyanın hikayesinden daha eskidir.


eylül, 2013

kalbimizin durgun kıyısı

hüseyn kaya

Çalkantılı dünya denizinde gönül gemimizin yılda iki kez sahiline vardığı rüya ile gerçek arasında bir adanın ismidir bayram. Dünyada sürüklenmekten yorgun ruhlarımız orda kurtuluşa erer, huzuru teneffüs eder. Orada dünyayı ve dünyanın telaşını uzaklarda bırakır, arınmışlığı hissederiz. İster hayatta ister dar-ı bekaya göçmüş olsun; kalbinin sesini duymak, yüzünün nurunu görmek istediğimiz, özlediğimiz herkesle o adada buluşur hemhal oluruz. Serçelere duyduğumuz şefkat, karıncalara duyduğumuz merhamet, bulutlardan kopup gelerek yüzümüzü okşayan rahmet hep oradan eserek gelir ve diriltir içimizi. Kervanlar oradan taşır uzak diyarlara, dünyaya; rikkati, uhuvveti.

***

Büyürüm de kimse anlamaz

Kolay yürürüm yollarda

Bayram yaklaşırken.

(Fazıl Hüsnü)

Adı ve vakti herkes için aynı olsa da herkese başka türlü gelir bayram, gelir ve mekânları değiştirir, zamanı durdurur.

Yeni yeni aklı yeten küçücük bir çocuk için heyecandan uyunmamış bir gecenin sabahıdır bayram. Uzaktan gelecek akrabaların, yeni alınan kıyafetlerin mutluluğu, küçücük kalplerde ümit yeşertir, sevinç çoğaltır. Çocuklar farkında olmasalar da en çok bayramlarda büyürler…

Hanımlar, genç kızlar için ellere boğum boğum kına yakılarak beklenen kutlu bir misafirdir bayram ve ayrılıklar, hasretler; günlerle, aylarla değil geride bırakılan bayramlarla sayılır.

İhtiyarlar için ezeli bir tanıdıktır o; fakat yine de her seferinde bambaşka bir havayla gelir. Onunla fani ömür içerisinde bir kez daha karşılaşmak şükürlerin en büyüğünü gerektirir. Bayramlarda sayılır geride kalan yıllar uzakta kalan dostlar, ebediyete uğurlananlar…

 Bayramın selamladığı şehirlerde yetimlerin saçları arasında kutlu bir el dolaşır yoksulların sofrasına saadet misafir olur, kimsesizlerin kapısında sıraya girer bayramı kuşanmış yürekler.

Bayram geldiğinde takvimlerin sayfaları koparılacak kalır duvarlarda. Onunla her şeyin rengi değişir, rayihası farklılaşır, gecelerin karanlığı dahi bağrında bir nur; yarışır sabah vakitlerinin aydınlığı ile. Cennetten süzülüp gelen bir esinti dolaşır sokak aralarında, parklarda, dağların yamaçlarında. Her bayram öncesi özlediğimiz hissetmeye çalıştığımız ve her bayramda içimize dolan cennetten gelen bu esintidir aslında. Adı ve vakti herkes için aynı olsa da herkese başka türlü gelir bayram, gelir ve giderken hep bir şeyleri yarım bırakarak gider.

***

Sabahın sevinci içimde

Bayramın sevinci içimde

Katar

Katarın içinde

(Asaf Halet Çelebi)

Sofradaki bayram aşı sokaktaki insanların saf ve temiz telaşı bayram sabahlarına mahsustur yalnızca. Seherle beraber süpürülen kapı önleri, pencerelerden eşiklerden hanelere dolan bereket ve rahmet havası yalnız bayram sabahlarınındır. Sabahın ilk ışıklarıyla vakti her geldiğinde yeniden tarif edilen tek namazdır belki de bayram namazı.

Cami bahçelerinden kaldırımlara taşan seccadelerin üzerinde yeni bir güne değil de hayata başlamanın heyecanıyla beklerken; yüzümüzü okşayıp kalbimizi titreterek geçer bayram serinliği.

Işıltılı bir pınar, duru bir ırmaktır bayram kana kana suyunu içtiğimiz, berraklığında arındığımız ve yeniden hayat bulduğumuz. Kuruyan yapraklarımız o suyun iksiriyle hayat bulur çatlayan kalbimiz o iksirle giderir susuzluğunu.

***

Geride bıraktığımız günlerin özeti gibidir bayramlarda yaşadığımız hüzünler sevinçler. Ayrılıklar vedalar yaşamışsak bayrama ulaşıncaya kadar, lokmalar boğazımıza dizilir kalabalık bayram yemeklerinde ya da saadet dolu günler bırakmışsak geride ve yeni fertler katılmışsa ailemize bayram günü artar sürurumuz, aydınlanır dünyamız. Sahip olmanın sevincini, yitirmenin hüznünü bayramlar tattırır bize ve yıllar geride kaldıkça yine bayramlar öğretir ki hakikatte ne sahip olma vardır ne kazanma ne kaybetme.

İster hüzünle çalsın kapımızı ister sevinçle, bayramın olduğu yerde takvimler silinir saatler boşa döner duvarlarda. Zaman yalnızca bayrama ayarlıdır. Dünyanın telaşı bitip de kalbimiz durgun sularda sakin bir kuğuya döndüğünde hatırlama ve hatırlanma vaktidir bayram.

Küçücük bir çocuktur o; her arefe gününde kapımıza tıklatır ve sevecen bakışlarla kalbimizin en rikkatle dolu yerine dokunarak şeker ister, tebessümle süslenmiş merhamet dolu bir bakış ister.

Bayramda kapısı çalınmayan, eşiğinden içeri misafir atlamayan, çalacağı kapısı olmayan ve ziyaretine gideceği bir mezar dahi bulunmayan kimse gerçekten yalnızdır yeryüzü gurbetinde.

***

Babamızın boynuna uzun uzun sarılmak, annemizin göğsüne yaslanıp kalmak, damarları çıkmış kuru ellerini cennet çiçeklerini öper gibi öpmek için en güzel bahanedir bayram. Çocuklarımızın gözlerinden yüzlerinden doya doya öpmek ve kokularını içimize çekmek, onları caddelerde boyunlarımızda taşımak, tanımadığımız insanlara selam vermek tebessüm etmek, aksakallı dedelerin gül suyu kokan yüzüne yüzümüzü yaslamak için bulunmaz bir fırsat, kabul olunduğunu gördüğümüz duadır…

Hani sebepsiz ağlayan biri iseniz saklamanıza gerek yoktur gözyaşlarınızı bayram sabahlarında; zira sebebi sorulmaz bayramda dökülen gözyaşlarının.

Küskünlüğün, düşmanlığın içeri alınmadığı, her burcunda ebediyet arzusuyla işlenmiş bayrakların dalgalandığı bir kutlu şehir, bir mübarek ülkedir o.

***

Yıldızlara

Bahçelere bakıyorum

Her yer bayram

Dönüp içime bakıyorum

(Mevlana İdris)

Bayramlar peş peşe gelir ve geçer. Aslında bayram değildir gelen, geçen; yürüdükçe yaşadıkça bizim yolumuz düşer bayramların kapısına. Attığımız adım, aldığımız nefes bizi hep yeni bayramlara taşır. Zahirde sayılı olsa da eşiğine vardığımız bayramlar, türlü türlü küçücük bayramlar da vardır kapısı önünden geçtiğimiz, eşiğinden atladığımız. Gökyüzüne bakabilmenin, çiçeklerle sohbet edip, akan sularla söyleşmenin hatta kimi vakitler nefes alıp verebilmenin dahi bizi o kapıların önüne taşıdığı olur. Bazen Eyyub gibi sınanır ve yaralarımızdan kurtuluruz o günde bazen Yakup gibi hasretini çektiğimiz Yusufumuzu kucaklarız, fer gelir gözlerimize. Bazen Âdem gibi cennetimizde yitirdiğimiz Havva’yı yeniden buluruz,  yeryüzü sürgününde… Onca kıssa yalnız bizim yazgımızda tekrar etmez; kurt kuş, börtü böcek, bulut çiçek, dağ taş dahi cüssesince aynı hal üzre yürür ve benzer kapılardan geçer; bulutun yağmura döndüğü, ağacın meyveye durduğu, kelebeğin güneşi selamladığı, çiğdemlerin topraktan başını uzattığı, turnaların vatanına vardığı, ırmakların okyanusu bulduğu vakittir bayram.


ağustos, 2011


dünya

hüseyn kaya

Yalnızca bir mevsim için kendisine yuva kuran ve diyardan diyara dolaşan göçmen kuşlar gibiyiz aslında yeryüzünde. Dünya ağacının dalları arasına konuyor, yuvamızı kuruyor ve sonra her şeyimizi bırakıp üstelik bir daha dönmemek üzre göçüp gidiyoruz dünyadan. Bir mevsimliğine sahipleniyoruz yuva kurduğumuz ağacın tamamını, bir mevsimliğine sahipleniyoruz toprağı, yağmurları. Mevsim hiç dönmeyecek, güz hiç gelmeyecek sanıyoruz. Kanatlarımızı okşayıp geçen meltemin bir gün sert rüzgârlara dönüşebileceği aklımızın kıyısından bile geçmiyor. Kısa bir süre sonra bitecek bir oyuna kaptırıyoruz kendimizi. Bir vakit sonra renkler değişiyor, hava kararıyor ve yağmurlar başlıyor. Bir bir terk edip gidiyor bizi, sararmış yapraklar. Güvendiğimiz dallar elimizde kalıyor ve güvendiğimiz dağlara kar yağıyor. Baktığımız, duyduğumuz, dokunduğumuz her şey hatta uzayan gölgemiz dahi fısıldarken ruhumuza kaçınılmaz göç vaktini biz kapatıp gözlerimizi baharı düşünüyor, baharı özlüyoruz.

***

Bu dünyanın meseli bir ulu şara benzer
Veli bizim ömrümüz bir tiz bazara benzer
(
Yunus Emre)

Önceleri yabancısıyızdır her şeyin. Gördüğümüz, dokunduğumuz, duyduğumuz hissettiğimiz her şeyden, korkuya bulanmış bir ürkeklik sızar ruhumuza. Gurbetin ve yalnızlığın hüznü güzelleştirir yüzümüzü, kalbimizi. Âdem Aleyhisselam’ın yalnızlığı ve şaşkınlığıyla bir yolcu mahcubiyeti bakışlarımızda, arşınlarız dünyayı. Zaman geçer, gün geçer, yıllar geçer…  Bulanık sellerde sürüklenen çakıl taşları gibi unuturuz yolcu olduğumuzu, yolda olduğumuzu. Şaşkınlık silinir bakışlarımızdan, hayret uzaklaşır kalbimizden. Nereden geldiğini anlayamadan kulak verdiğimiz bir fısıltıyla dünya, sofrasını kurar içimize. Yol kıyılarında başı göklere ulaşan ağaçlar gibi kök salalım isteriz bulunduğumuz yere, uzaklardaki başı dumanlı dağlar gibi yücelsin isteriz başımız göklere, ırmaklar gibi kıvrılıp sonsuza akalım, denizler gibi sonsuzluğa kıyı olalım isteriz. Oysa gördüğümüz yalnızca dünyadır, hikâyemize eşlik eden yalnızca mecazlardır. Kuşlar meleklerden öğrendiklerini şakır, çiçekler, kelebekler cennetin hatırlatıcısıdır. Dağlar ve denizler sonsuzluk kitabından dünyaya düşmüş birkaç satırdır.

Dünya kendisini sevdirmek isteyen çocuklar gibi dolaşır durur ayaklarımıza. Misafirliğimizi, seferberliğimizi her şeyi unutur severiz dünyayı, bağlanırız ona. Daha rahat yaşayabilmek için dünyada evler, şehirler inşa eder rahat dolaşabilmek için kıvrım kıvrım yollar açarız yüce dağların bağrında. İnanmak için saatler takvimler icat ederiz, saymak için rakamlar ve yeniden anlamlandırmak için her şeyi harfler, kelimeler buluruz kendimize.

Yeni bir dil öğretir bize dünya unutmamız için gurbeti, ayrılığı ve durmadan söylememiz için kendisine onu nasıl sevdiğimizi. Yüzündeki renkli peçeye aldanırız dünyanın.

Kimilerine göre üç günlük kimilerine göre bir anlık misafiriyizdir dünyanın lakin biz koca bir ömür deriz bu kısa vaktin adına. Dikenlerden şikâyet eder güllerine ümit bağlarız bu ömür içinde, ayağımızı kanatan taşlardan şikâyetçi olur, yalancı ayrılıklar için gözyaşı dökeriz.

Hâlbuki kısacık bir masalın ilk sözlerinden ibarettir tüm yaşadığımız. Hâlbuki her şey az sonra uyanacağımız bir rüyan ibarettir.

Ansızın bir salıncağa dönüşür dünya kalbimizi yerinden çıkarcasına titreten ve kaptırırız kendimizi sonu belirsiz oyunlara.  İçimizde karanlık büyür, ruhumuz şüphe uçurumlarında savrulur durur.

***

Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl donanmış,

Kişi yeni geline bakubanı doyamaz

(Yunus Emre)

Renklerin, şekillerin aslını değiştiren sihirli bir aynadır dünya onun yüzüne bakar ve kendi yüzümüzü onun yüzünde seyrederiz. Onun karşısından çekildiğimizde bomboş bir çerçeve kalır geriye ondan; içindeki renkler, şekiller kaybolur ve sırı dökülür karşısında durduğumuz camın. Dünya yalnızca karşımıza aldığımızda, onu seyre daldığımızda bir mana kazanır.

Ezberledik, öğrendik sanırız ona dair her şeyi fakat birdenbire silinir okuduğumuz tüm yazılar, silinir ve tekrar tekrar belirir yabancısı olduğumuz satırlar. Okudukça kandığımız kandıkça hakikatin yüzünü unuttuğumuz bir kitaptır dünya. Suya yazı yazmak uğruna dolaşırız şaşkın şaşkın kocaman okyanusların ortasında.

Sürgünlüğümüzün, gurbetimizin, büyük yalnızlığımızın tek sebebidir o ve sevdaların, yorgunlukların, ağlamakların, çaresizliklerin, ümitlerin, yılgınlıkların, yangınların yüzlerindeki perdeyi kaldırarak yürümenin, her şeyi geride bırakmanın, dönüp bir daha bakmamanın ülkesidir.

Tüketmek ve tükenmek için durduğumuz bir yol kıyısı değildir dünya. Ne elimizde kırık kalbimizle dolaşmanın yeridir ne başkalarının kalbini kırmanın yeri. Onu bağrına basan hiçliği bağrına basar, ona talip olan yokluğa talip olur. Yine de kaybettikçe üzülür kazandıkça seviniriz çölde kum tanelerini.

***

Bu dünyaya gönül viren son ucı pişmân olısar

Dünya benüm didükleri hep ana düşman olısar

(Yunus Emre)

Güneş, yıldızlar ve ay yorulur da uzaktan dünyayı seyretmekten biz yorulmayız onun içinde yaşamaktan. Ölümün var ve en büyük hakikat olduğu tek mekândır dünya ancak ilk unuttuğumuz hakikat ölümdür yeryüzünde. Sonsuza kadar yaşanacak bir yer olmadığını bile bile aldanırız dünyanın güzelliğine.

Dünya alışkanlıkların, bağımlılıkların en zehirlisidir. Ona alıştıkça, bağlandıkça ruhumuzun çığlığından kulaklarımız sağır ve içimizin karanlığından gözlerimiz kör olur.

Neye ne kadar sahip olursak olalım dünya adına, ölüm daima aynı uzaklıkta yürür yanımızda oysa. Yürür ve hatırlatır her adımda faniliği. Terk etmenin, vaz geçmenin, sonsuzluk önünde yitme hissinin huzurunu vermez dünya hiçbir zaman. Mutluluğun dünyaya gömülü bir define olmadığını bile bile mutluluk ararız sarp kayalıkların, uçurumların kıyısında, soğuk mağaraların korkunç karanlıklarında.

***

Bu dünyaya inanma, vefasın bulam sanma.

Ömrün veren ziyana, çoğu pişman içinde.

(Yunus Emre)

Tıpkı bir yüzünün aydınlık bir yüzünün karanlık olması gibi bir tarafında ümitler yeşerir dünyanın bir tarafını ümitsizlikler işgal eder, bir tarafından cennete açılır kapılar bir tarafından yokluğa. Üzerinde yaşadıkça dünyanın bir çeşmesinden abı hayat yudumlarız bir çeşmesinden tuzlu su.

Peşine düştüğümüzde bir seraba dönüşen, kendisinden kaçtığımızda peşimizi bırakmayan, hep kendisini hatırlatan korkunç bir hayalettir dünya. Asla yakalanmaz; ama hep yakalar, asla sobelenmez; ama hep sobeler kendisiyle oyun oynayanı.

Biz üzerinde koşuşturdukça dünya daha da hızlanıyor sanki ve ondan istediğimiz her şey için kendimizden bir şeyler veriyoruz durmadan. Onu tükettikçe biz tükeniyoruz, onu gerçek sandıkça biz yalana dönüşüyoruz. Susuzluğumuz artıyor onun acı suyundan içtikçe, huzursuzluğumuz artıyor huzuru onun ellerinden devşirmeye yeltendikçe.

Bizim dünyada değil dünyanın bizde yaşadığını fark ettiğimizde sahici bir bahar güneşi yükseliyor dağların arkasından. Dünyaya değil de dünyamıza baktığımızda, dünyamızı tutmaya çalıştığımızda kalbimiz de bizimle bakıyor, uzanıyor her şeye. Bütün mecazların asıl manalarına dönüyor ve kördüğümleri çözülüyor ruhumuzun.


nisan, 2014